"İlk günlerde, en ilk günlerde,
İlk gecelerde, en ilk gecelerde,
İlk yıllarda, en ilk yıllarda,
Gök yerden uzaklaştığı,
Ve yer gökten ayrıldığı,
İnsanın adı konduğu zaman;
Gök tanrısı An göğü götürdüğü zaman,
Ve hava tanrısı Enlil götürdüğü zaman,
Yüce Aşağının kraliçesi Ereşkagil'e yeraltı dünyası verildiği zaman
İşte o zaman, bir ağaç, tek bir ağaç
Bir huluppu ağacı
M.Ö. 2500
Mezopotamya
Sabah güneşi henüz etrafı aydınlatmaya başladığında Kahin sessizce evden çıktı. Köyün içerisinde, hayvan pisliklerine basmamaya çalışarak dolaşmaya başladı. Gece uykuya daldıktan sonra hissettiklerinin etkisi hala geçmemişti. Gece gözleri kapalı, ruhu açık iken göklere uzanan basamaklı kuleleri görmüştü. Söz ile tarif edilemeyecek kadar güzel ağaçtan yapılmış kapıya sahip bir tapınak, etrafında arı gibi işleyen şehrin çarşısını ve ovalara doğru dümdüz uzanan yolları, şehrin hemen dışından geçen nehri, üzerinde salına salına yüzen tekneleri ve tekneler ile dolup taşan iskeleleri görmüştü. Bütün gördüklerinin yanında ise bir ses, en uzak diyarlara kadar giden bir fısıltı duyuluyordu. Uzak diyarlarda fısıltıyı duyan bu kutsal ve güzel kente dönüyor, yürümeye başlıyordu. Yer üzerinde dolaşan tüm insanlar kente yaklaşıyor, zaman geçtikçe kent insanlar ile dolup taşıyordu. Kentin üzerinde parlayan güneş yavaş yavaş ışığını kaybediyor, önce kara bulutlar göğü kaplıyor, etraf kararıyordu. Ardından her şey ve herkes yanmaya başlıyordu. Karanlığın içinden çıkan dolunay tek bir ışık demetini, alevlerin içindeki tek bir adama gönderiyordu. Kahin, ışığın altındaki adama yaklaşıyor, adamın omzuna dokunuyordu. Adamın yüzünü dönmesi ile Kahin'in yatağında gözlerini açması aynı ana denk gelmişti. Kahin, adamın kim olduğunu görememişti. Rüyayı nasıl yorumlaması gerektiğini de henüz çözmüş değildi. Gördüklerinin iyiye işaret olduğunu düşünmek istiyordu ama rüyasındaki tüm simgeler, tüm görüler kötü şeyler olacağına işaret ediyordu. Tek bir adama ve onun yaptıklarına bağlı olarak yaklaşan büyük bir yıkım.
Kahin köyün içerisinde yürümeye devam etti. Evlerden birinden çıkan yaşlı bir adam gördü ve onun yanına gitti. Yaşlı adam, Kahin'i görür görmez kafasını öne eğdi. Bir dua mırıldandı. Kahin, yaşlı adamın kafasına yavaşça dokundu.
"An sana yardım etsin, Enki her zaman yanında olsun." dedi.
Yaşlı adam bir adım geri attı ve bir dizinin üzerine çöktü.
"Bu gece dolunay var. Köyümüzü beladan ve savaştan uzak tutması için İnanna'ya kurban vereceğiz."
Yaşlı adam anladığını belli edecek şekilde kafasını salladı. Kahin, adamın yanından ayrıldı ve evlerin arasındaki yürüyüşüne devam etti. Köyün son evine geldiğinde durdu. Karşısındaki ormana ve orman ile ev arasında kalan büyük ağaca baktı. Her zamanki görkemi ile her zamanki yerinde yemyeşil bir şekilde duruyordu. Ağaca doğru yürüdü ve tam önünde durdu. Dizlerinin üzerine çöktü. Hemen önünde duran iki büyük taşa dokundu. Gözlerini kapadı. Karanlığın içinde huzuru aradı. Aniden beyaz bir ışık parladı. Kahin gözlerini açtı. Yer yüzünde değişen bir şey yoktu. Hala güneş göğün en tepe noktasına çıkmaya çalışıyor, hala ağaç ve taşlar önünde duruyordu. Gözlerini tekrar kapadı. Beyaz bir ışık tekrar parladı ve sonra tekrar karanlık. Kahin, karanlığın içinde bir imge görmeyi umuyordu. Ancak hiç bir şey yoktu. Sadece karanlık ve tekrarlayan parlak bir ışık. Siyahın içinde beyazı, beyazın içinde siyahı gördü. Ardından gözlerini açtı. Dizlerinin üzerine çöktüğü yerden kalktı ve geldiği yoldan geri döndü.
Güneş yeni doğmaya başladığında çıktığı evine, artık etraf aydınlandığında geri geldi. Enkiduma yatağında uyuyordu, huzurlu ve masum. Gözleri açık iken görünen isyanı, o uyurken kayboluyordu. Güneş ve ay gibi diye düşündü Kahin. Birini gördüğünde diğerini göremezsin.
"Enkiduma." diye seslendi Kahin. Enkiduma yattığı yerde kıpırdamadı bile. Yaşlı adam tekrar seslendi. Bu sefer Enkiduma yattığı yerde döndü.
"Ne?" diye sordu gözlerini açmadan.
"Boş vakit geçirdin neye yaradı?"*
"Tamam, tamam kalkıyorum."
Sabah güneşi henüz etrafı aydınlatmaya başladığında Kahin sessizce evden çıktı. Köyün içerisinde, hayvan pisliklerine basmamaya çalışarak dolaşmaya başladı. Gece uykuya daldıktan sonra hissettiklerinin etkisi hala geçmemişti. Gece gözleri kapalı, ruhu açık iken göklere uzanan basamaklı kuleleri görmüştü. Söz ile tarif edilemeyecek kadar güzel ağaçtan yapılmış kapıya sahip bir tapınak, etrafında arı gibi işleyen şehrin çarşısını ve ovalara doğru dümdüz uzanan yolları, şehrin hemen dışından geçen nehri, üzerinde salına salına yüzen tekneleri ve tekneler ile dolup taşan iskeleleri görmüştü. Bütün gördüklerinin yanında ise bir ses, en uzak diyarlara kadar giden bir fısıltı duyuluyordu. Uzak diyarlarda fısıltıyı duyan bu kutsal ve güzel kente dönüyor, yürümeye başlıyordu. Yer üzerinde dolaşan tüm insanlar kente yaklaşıyor, zaman geçtikçe kent insanlar ile dolup taşıyordu. Kentin üzerinde parlayan güneş yavaş yavaş ışığını kaybediyor, önce kara bulutlar göğü kaplıyor, etraf kararıyordu. Ardından her şey ve herkes yanmaya başlıyordu. Karanlığın içinden çıkan dolunay tek bir ışık demetini, alevlerin içindeki tek bir adama gönderiyordu. Kahin, ışığın altındaki adama yaklaşıyor, adamın omzuna dokunuyordu. Adamın yüzünü dönmesi ile Kahin'in yatağında gözlerini açması aynı ana denk gelmişti. Kahin, adamın kim olduğunu görememişti. Rüyayı nasıl yorumlaması gerektiğini de henüz çözmüş değildi. Gördüklerinin iyiye işaret olduğunu düşünmek istiyordu ama rüyasındaki tüm simgeler, tüm görüler kötü şeyler olacağına işaret ediyordu. Tek bir adama ve onun yaptıklarına bağlı olarak yaklaşan büyük bir yıkım.
Kahin köyün içerisinde yürümeye devam etti. Evlerden birinden çıkan yaşlı bir adam gördü ve onun yanına gitti. Yaşlı adam, Kahin'i görür görmez kafasını öne eğdi. Bir dua mırıldandı. Kahin, yaşlı adamın kafasına yavaşça dokundu.
"An sana yardım etsin, Enki her zaman yanında olsun." dedi.
Yaşlı adam bir adım geri attı ve bir dizinin üzerine çöktü.
"Bu gece dolunay var. Köyümüzü beladan ve savaştan uzak tutması için İnanna'ya kurban vereceğiz."
Yaşlı adam anladığını belli edecek şekilde kafasını salladı. Kahin, adamın yanından ayrıldı ve evlerin arasındaki yürüyüşüne devam etti. Köyün son evine geldiğinde durdu. Karşısındaki ormana ve orman ile ev arasında kalan büyük ağaca baktı. Her zamanki görkemi ile her zamanki yerinde yemyeşil bir şekilde duruyordu. Ağaca doğru yürüdü ve tam önünde durdu. Dizlerinin üzerine çöktü. Hemen önünde duran iki büyük taşa dokundu. Gözlerini kapadı. Karanlığın içinde huzuru aradı. Aniden beyaz bir ışık parladı. Kahin gözlerini açtı. Yer yüzünde değişen bir şey yoktu. Hala güneş göğün en tepe noktasına çıkmaya çalışıyor, hala ağaç ve taşlar önünde duruyordu. Gözlerini tekrar kapadı. Beyaz bir ışık tekrar parladı ve sonra tekrar karanlık. Kahin, karanlığın içinde bir imge görmeyi umuyordu. Ancak hiç bir şey yoktu. Sadece karanlık ve tekrarlayan parlak bir ışık. Siyahın içinde beyazı, beyazın içinde siyahı gördü. Ardından gözlerini açtı. Dizlerinin üzerine çöktüğü yerden kalktı ve geldiği yoldan geri döndü.
Güneş yeni doğmaya başladığında çıktığı evine, artık etraf aydınlandığında geri geldi. Enkiduma yatağında uyuyordu, huzurlu ve masum. Gözleri açık iken görünen isyanı, o uyurken kayboluyordu. Güneş ve ay gibi diye düşündü Kahin. Birini gördüğünde diğerini göremezsin.
"Enkiduma." diye seslendi Kahin. Enkiduma yattığı yerde kıpırdamadı bile. Yaşlı adam tekrar seslendi. Bu sefer Enkiduma yattığı yerde döndü.
"Ne?" diye sordu gözlerini açmadan.
"Boş vakit geçirdin neye yaradı?"*
"Tamam, tamam kalkıyorum."
"Bugün güneş battıktan sonra ay gökyüzünde en üst noktaya ulaştığında İnanna'ya kurban vereceğiz. Temiz olmanı istiyorum. Şu gümüşü al ve eve gelmeden 4 mana tuz almayı unutma. Getirdiğin etler çürümeden tuza yatırmamız lazım."
"Tamam." dedi Enkiduma yatağında doğrulurken. Üzerine kıyafetlerini giydi ve Kahin'in bıraktığı gümüşü aldı. Hızlıca evden çıkıp, köyün yakınından geçen nehire gitti. Kıyafetlerini bir ağacın kenarına bırakıp, suya girdi. Temizlendi ve kendine geldi. Güneşin yerini aya bırakıp en tepeye çıkmasına daha çok zaman vardı. Bir süre boş boş ortalıkta dolandı. Kahinin verdiği gümüş ile diğer şehirlerden mallar getiren köyün tek tüccarından 4 mana tuz aldı ve eve bıraktı. Kapıdan çıkacağı sırada gözüne yayı ve okları ilişti. Yayını sırtına, oklarını beline taktı. Zaman en iyi avlanırken geçiyordu onun için.
Köy ve orman arasındaki tek ağacın yanından geçti. Kurbanın verileceği taşlar köyde yaşayanlar tarafından temizlenmişti. Unutma dedi kendi kendine, ay tepeye çıkmadan burada olmalısın. Vakit kaybetmeden herkesin korktuğu, korkudan giremedikleri ormana girdi. O gün köyde hava insanın iflahını kesecek kadar durgundu. Orman öyle değildi. Hafif bir rüzgar hissedilebiliyordu. Yürüdüğü patikanın güneş görmeyen bölümleri önceki gün yağan yağmurlardan ıslanmış ve hala kurumamıştı. Enkiduma, ormanın içlerine yürüdükçe, kendisini farklı bir göğün altında olduğunu düşünüyordu. Mavi ve beyazın az göründüğü, daha çok yeşil ve siyahtan oluşan bir göğün altında. Böyle bir göğün altında ise hayat gözüne çok farklı gözüküyordu. Uçsuz, bucaksız değildi, Tanrılara ait değildi. İstediğinde bir ağacın üstüne çıkar ve üzerini kapatan yeşil yapraklara dokunabilirdi. Buradaki göğün tüm katlarına ulaşabileceğini hissediyordu. Kendisi ve ormanın hayaletleri birlikte geziyordu buralarda. Hayaletleri de kendisi dahil kimse görmediğinden, tek başına sayılırdı. Karşısına bir hayalet çıksa dahi ona gününü gösterir, buranın efendisi olduğunu kanıtlardı. Bıçağı, yayı ve onları kullanmaktaki becerisi karşısına çıkabilecek, bu dünyadan olan yada olmayan her türden şey için yeterliydi. Ama şimdilik bu dünyadan olan, eti olan bir av bulmak istiyordu.
Bir önceki gün tavşanları avladığı noktayı geçti. Ormanın içindeki arazi bu noktadan sonra düz olmaktan çıkıp, yukarı doğru tırmanıyor, bir süre böyle devam ettikten sonra tekrar normale dönüyordu. Enkiduma, tırmanmaya başlamadan hemen önce tepenin bittiği noktada bir hareket fark ettiği anda yere uzandı. Nefes dahi almadan bekledi. Yukarıda tekrar bir kaç çalı oynadı. Sürünerek tepeyi tırmandı. Tam önünde taze olduğu belli olan, çok kötü kokan ve küçük küçük bir sürü fasulyeye benzeyen bir dışkı vardı. Enkiduma'nın gözleri açıldı. Hemen vücudunun açıkta olan bölgelerine biraz çamur sürdü, ardından dışkıya elini batırdı ve onları da çamur kıvamına getirdi. Onları da vücudunun kıyafetsiz olan bölümlerine sürdü. Böylece avının tanıdığı bir koku ile kaplanmış ve onun için görünmez oldu. Yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Tam önünde sallanan çalıları ve yaprakları gördü. Mümkün olan en sessiz şekilde yürümeye devam etti. Bir ağacın arkasına saklandı ve kafasını yavaşça ağacın kenarından çıkardı. Tam karşısında bir geyik duruyordu. Belinden okunu çıkardı, yayına yerleştirdi. O sırada geyik zıplayarak koşmaya başladı. Enkiduma hızlı hareket etmek zorundaydı, yoksa geyiğin izini kaybedebilirdi. Geyik koştu, peşi sıra Enkiduma.
Geyiğin peşinde ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu ama artık nefes nefese kalmıştı. Geyikte biraz dinlenmeye ihtiyaç duymuş olsa gerek ki, artık ormanın sonuna yakın bir yerde, güneş alan bir bölümde otlanıyordu. Enkiduma, tekrar okunu yayına yerleştirdi. Yayı gerdi, nefesini tuttu ve o sırada bir ses duydu. Geyik, tekrar zıplayarak koşmaya başladı. Ok tekrar Enkiduma'nın belindeki yerine yay da sırtına yerleşti. Gelen sese kulak kabarttı. Birileri kendi arasında konuşuyor gibiydi. Ormanın hayaletleri artık konuşmaya başlamış olabilir miydi? Sesler yaklaşıyor, Enkiduma olduğu yerde hiç kıpırdamadan duruyordu. Artık ormanın neredeyse bittiği noktaya yaklaşmıştı. Önündeki ağaçlara baktı, güneş ışığı üç ağaç önünde iyice belirgindi. Sessizce bir sonraki ağacın arkasına geçti. Sesler giderek yaklaşıyor, bir kaç adamın kendi aralarında bir şeyler söylediğini duyabiliyordu.
"Güneş batmadan köye ulaşmak istiyorsak ormana girmeliyiz." dedi bir tanesi.
"O ormana kimseyi sokamazsın, hele ki atlar ile oradan geçmek imkansız."
"Bana kocakarı hikayelerine inandığını söyleme sakın."
"Tabii ki, inanıyorum. Bu orman lanetli bir orman. Bu dünyadan olmayan, bir sürü şey orada dolaşır."
"Peki, tamam etrafından dolaşalım. Ama güneş batmadan köye girmemize imkan yok."
"Önemli değil, karanlık beni bu ormandan daha az korkutur."
Enkiduma, biraz daha yaklaşmaya karar verdi. Köye gitmek isteyen bu kişileri merak ediyordu. Önünde duran bir sonraki ağacın arkasına saklandı. Bulunduğu yerden kafasını biraz dışarı çıkardı ve adamları gördü. Kendi aralarındaki konuşma sonlanmışa benziyordu. Atlarının üzerinde etrafa bakıyorlardı. Bir tanesinin ıslık çalması ile ağaçlara paralel olarak atlarını sürmeye başladılar. Enkiduma beş at saydı. Her atın üzerinde bir adam ve her ata bağlanmış şekilde peşlerinden yürüyen ikişer kadın. "Köle Patronları" diye düşündü. Köle patronları, savaşlarda esir düşen kadınları alır veya özgür olmadıklarını düşündükleri yerlerde yaşayanları yakalayarak, köylere ve şehirlere götürür, gümüş karşılığı satarlardı. Genelde özgür insanlar için ve devlet sınırları içerisinde bulunan yerler için tehlike oluşturmazlardı. Tek düşünceleri daha fazla satmak ve daha fazla gümüş almaktı. Şimdi de ellerindeki köleleri satacak köyler veya şehirler arıyorlardı ki, Enkiduma'nın köyü sıradaki duraklarıydı.
Atlar yürümeye devam ediyor, Enkiduma'da temkinli bir şekilde onları izliyordu. Atlara bağlanmış köleler yorgun gözüküyordu. Hepsinin kıyafetleri kir içindeydi. Kıyafetleri, vücutları, saçları köyde gördüğü hiç bir kadına benzemiyordu. Uzak diyarlardan getirilen köleler, şehirlerde çok fazla gümüşe satılabilirdi ama Enkiduma'nın köyündeki kimsede onlara yetecek kadar gümüş olmazdı. Belki tüccarın gümüşleri bir tanesini almaya yetebilirdi.
Atların peşinde ilerleyen köle kadınlardan bir tanesi, Enkiduma'nın bilmediği dilde bir şeyler söyledi. En öndeki ata binen adam homurdandı.
"Yine ne varmış?" diye bağırdı.
"Yorulmuş."
"Dillerinin çalıştığı kadar ayakları çalışsaydı, şimdiye kadar çoktan köye varmıştık." dedi en ön sıradaki adam. Atını durdurdu. Onun peşi sıra bütün atlar durdu ve köle kadınlar yere oturdu. Adamlardan iki tanesi atlarından indi. Enkiduma, adamları ve köleleri daha iyi görebilmek için bir kaç adım yaklaştı. Büyük bir ağacın gövdesinin yanında yerleşmeye çalışırken ayaklarının altında ezilen kuru otlar ve çalılardan ses çıktı. Ön sıradaki at huysuzlandı. Atından inen adamlardan bir tanesi ormana yaklaştı.
"Hayaletler." dedi. En ön sırada atının sırtında bekleyen adam gülmeye başladı.
"Ormanda yaşayan bir hayvan da olabilir."
"Burası uğursuz bir orman. Biraz daha uzak dursak olmaz mı?"
"Tamam. Tekrar yola çıktığımızda ormandan biraz uzaklaşırız."
Köle kadınlarda ormanın derinliklerine bakıyor, kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Kadınlardan bir tanesi ormanın içine, tam Enkiduma'nın durduğu ağaca dikkatlice bakmaya başladı. Enkiduma, nefes almayı bile bıraktı. Üstüne sürdüğü çamur ve dışkı karışımı ile ağaç gövdesi ile aynı renkte sayılırdı. Usta bir savaşçının bile onu orada görmesi çok zordu. Ağaca yapışmış bir vaziyette nefessiz duran Enkiduma'nın tüm dikkati, kendisine yönelmiş olan bir çift gözdeydi. O gözler başka yöne döndüğü anda o da ağacın arka tarafına geçecekti. Ağaç ile bütün olmuş vaziyette bekledi. Köle kadınlar kendi aralarında konuşmaya devam etti, adamlar kendi aralarında bir şeyler tartışıyorlardı ama bir çift göz hala ağaca bakıyordu. Eskiden beyaz olduğu zor da olsa anlaşılan, iki omuzundan ince bir örtü şeklinde geçen, yakası göbek deliğine kadar açık tek parça bir elbise giyen, sarı saçları olan köle kadının dudakları yavaş yavaş iki yana doğru ilerliyor, gülümsüyordu. Ardından kadın bir gözünü kırptı ve yüzündeki ifade gerçek bir gülümsemeye dönüştü. Enkiduma, gözlerini kapattı, tekrar açtı. Kadın aynı gözünü tekrar kırptı. Artık bir köle kadın tarafından fark edildiğini anlamıştı. Ne yapacağını düşünmeye çalıştı, kalbi hızlandı. Köle kadının gözleri ve gülümsemesi ile bir çeşit büyüye yakalanmış gibiydi, olduğu yerden kıpırdayamadı. Köle bir kadın için beş atlı ve silahlı adamla dövüştüğünü düşündü. Ozanların şarkılarında anlatacağı cinsten bir savaş olacağı kadar, Enkiduma'nın onların arasından canlı çıkamayacağı da kesindi. Sonra kaçmayı düşündü. Eğer köle kadın onu ele vermez ise, rahatlıkla kaçabilirdi ve beş adamın hiç bir şeyden haberi olmazdı. Köle kadına baktı. Diğerleri uzanmış dinlenmeye çalışırken, o oturmuş Enkiduma'ya bakıyordu. Ellerini hafifçe havaya kaldırıp, ellerine bağlanmış olan ipleri gösterdi. Artık emindi. Köle kadın kesinlikle onu görmüştü ve şimdi yardım istiyordu. Hayır, dedi kendi kendine. Başını derde sokmayacaksın.
Köle kadın derin bir nefes aldı. Elbisesinin askıları kıpırdadı ve göğüsleri büyüdü. Sarı saçları güneş ışığının altında parlıyor, gözleri denizleri andırıyordu. Daha önce gördüğü hiç bir kadına benzemiyor, bir tanrıça edasıyla ağaca doğru bakıyordu. Enkiduma, kendisini büyüleyen görüntünün etkisinden kurtardı ve ağacın arka tarafına geçti. Göğe, tanrı ve tanrıçalara ait olana değil, kendisine ait olan göğe baktı. Ağaçların üzerinde duran kargalarda Enkiduma'ya bakıyordu. Yayını sırtından çıkardı, oklarından bir tanesini beline bağladığı deri kılıftan çıkardı. Oku yaya taktı ve yayı gerdi. Hedefini gök olarak belirledi. Ormanın derinliklerine ve gökyüzüne doğru okunu bıraktı. Ağaçların üzerinde duran kargalar büyük bir gürültü ile ağaçlardan havalandı. Aynı anda atlardan birinin kişneme sesi duyuldu. Enkiduma ağacın diğer tarafına döndüğünde atların huysuzlandığını, üzerinde binicisi olmayan bir tanesinin şahlanarak dört nala ormandan uzaklaştığını gördü. Adamlardan biri peşinden koşarken, diğeri de atını kaçan ata doğru sürdü.
"Biri şu aptal atı yakalasın." diye bağırdı adamlardan bir tanesi.
Enkiduma cebinden bıçağını çıkardı. Bütün köle kadınlar ayağa kalkmış etrafta koşturuyordu. Adamlardan biri onları bir arada tutmaya çalışırken kadınlardan biri geldikleri yöne doğru koşmaya başladı. Sarı saçlı köle kadın Enkiduma ile göz göze geldi. Köle kadın üzerinde binicisi olmayan başka bir ata tüm gücüyle vurdu. At tüm gücüyle koşmaya başladı. Adamlar etrafa küfürler savuruyor, birbirlerine bağırıyorlardı. Sarı saçlı köle kadın ormana doğru koşmaya başladı. Enkiduma, neredeyse ormanın son ağacına kadar geldi. Adamlardan bir tanesi ağaçlara doğru koşan köle kadını fark ettiğinde, kadın neredeyse ormana girmek üzereydi.
"Birinizde şu köleyi yakalayın."
"Bırakalım gitsin, ormana giriyor zaten."
Atın üzerindeki adam atını ormana doğru sürdü. At ağaçların dibinde durdu. Huysuzlandı, şahlandı, geri döndü ve sonra tekrar ormana doğru döndü. Adam atın üstünden indi. Ağaçların arasına, ormanın içine bir kaç adım attı. Kıpırdayan çalıları, yaprakları ve uzakta bir noktada köle kadını görebiliyordu. Bir adım daha attı. Şimdi görüş alanına köle kadına doğru koşan, kahverengi renkli bir hayvana benzeyen bir şey girdi. Kahverengi hayvan köle kadının üstüne atladı ve birlikte gözden kayboldular. Adam daha fazla ilerlemekten vazgeçti.
Enkiduma, arkalarından ok atmaları ihtimaline karşı, köle kadının üzerine atlamıştı ve beraber tepeden aşağı yuvarlanmışlardı. Kadın ses çıkarmasın diye hemen üzerine yattı ve eliyle ağzını kapadı. Köle kadın artık rahatsız olduğunu belli edene kadar bir süre o şekilde beklediler. Sonra Enkiduma, hızlı bir hareket ile kadının üzerinden kendini sırt üstü yere bıraktı. Nefesini verdi ve bir dizinin üzerinde doğruldu. Bıçağını kaldırdı. Kadının deniz gözleri kocaman olmuştu. Ardından çevik bir hareketle kadının ellerine bağlanmış ipleri kesti. Kadın gülümsedi ve olduğu yere oturdu. Enkiduma'nın bilmediği dilde bir şeyler söyledi. Enkiduma susması için parmaklarını dudaklarına götürdü. Etrafı dinledi, tepenin yukarısına çıkıp baktı. Adamlar ormana girmeye cesaret edememişlerdi. Gülümseme sırası ondaydı. Kadının yanına döndü.
"Korkma. Peşimizden gelmiyorlar." dedi.
Kadın anlamadığını belli edercesine baktı.
"Tamam o zaman. En baştan ve basit başlayalım."
Elini göğsüne götürdü. "Enkiduma" dedi. Sonra elini kadının göğsüne götürdü. Kadın Enkiduma'nın ismini söylemeye çalıştı. "Evet. Ben Enkiduma. Peki ya sen? Sen kimsin?" Elini tekrar kadının göğsüne götürdü. Kadın gülümsedi.
"Aridne."
*Muazzez İlmiye Çığ - Uygarlığın Kökeni Sümerliler
"Tamam." dedi Enkiduma yatağında doğrulurken. Üzerine kıyafetlerini giydi ve Kahin'in bıraktığı gümüşü aldı. Hızlıca evden çıkıp, köyün yakınından geçen nehire gitti. Kıyafetlerini bir ağacın kenarına bırakıp, suya girdi. Temizlendi ve kendine geldi. Güneşin yerini aya bırakıp en tepeye çıkmasına daha çok zaman vardı. Bir süre boş boş ortalıkta dolandı. Kahinin verdiği gümüş ile diğer şehirlerden mallar getiren köyün tek tüccarından 4 mana tuz aldı ve eve bıraktı. Kapıdan çıkacağı sırada gözüne yayı ve okları ilişti. Yayını sırtına, oklarını beline taktı. Zaman en iyi avlanırken geçiyordu onun için.
Köy ve orman arasındaki tek ağacın yanından geçti. Kurbanın verileceği taşlar köyde yaşayanlar tarafından temizlenmişti. Unutma dedi kendi kendine, ay tepeye çıkmadan burada olmalısın. Vakit kaybetmeden herkesin korktuğu, korkudan giremedikleri ormana girdi. O gün köyde hava insanın iflahını kesecek kadar durgundu. Orman öyle değildi. Hafif bir rüzgar hissedilebiliyordu. Yürüdüğü patikanın güneş görmeyen bölümleri önceki gün yağan yağmurlardan ıslanmış ve hala kurumamıştı. Enkiduma, ormanın içlerine yürüdükçe, kendisini farklı bir göğün altında olduğunu düşünüyordu. Mavi ve beyazın az göründüğü, daha çok yeşil ve siyahtan oluşan bir göğün altında. Böyle bir göğün altında ise hayat gözüne çok farklı gözüküyordu. Uçsuz, bucaksız değildi, Tanrılara ait değildi. İstediğinde bir ağacın üstüne çıkar ve üzerini kapatan yeşil yapraklara dokunabilirdi. Buradaki göğün tüm katlarına ulaşabileceğini hissediyordu. Kendisi ve ormanın hayaletleri birlikte geziyordu buralarda. Hayaletleri de kendisi dahil kimse görmediğinden, tek başına sayılırdı. Karşısına bir hayalet çıksa dahi ona gününü gösterir, buranın efendisi olduğunu kanıtlardı. Bıçağı, yayı ve onları kullanmaktaki becerisi karşısına çıkabilecek, bu dünyadan olan yada olmayan her türden şey için yeterliydi. Ama şimdilik bu dünyadan olan, eti olan bir av bulmak istiyordu.
Bir önceki gün tavşanları avladığı noktayı geçti. Ormanın içindeki arazi bu noktadan sonra düz olmaktan çıkıp, yukarı doğru tırmanıyor, bir süre böyle devam ettikten sonra tekrar normale dönüyordu. Enkiduma, tırmanmaya başlamadan hemen önce tepenin bittiği noktada bir hareket fark ettiği anda yere uzandı. Nefes dahi almadan bekledi. Yukarıda tekrar bir kaç çalı oynadı. Sürünerek tepeyi tırmandı. Tam önünde taze olduğu belli olan, çok kötü kokan ve küçük küçük bir sürü fasulyeye benzeyen bir dışkı vardı. Enkiduma'nın gözleri açıldı. Hemen vücudunun açıkta olan bölgelerine biraz çamur sürdü, ardından dışkıya elini batırdı ve onları da çamur kıvamına getirdi. Onları da vücudunun kıyafetsiz olan bölümlerine sürdü. Böylece avının tanıdığı bir koku ile kaplanmış ve onun için görünmez oldu. Yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Tam önünde sallanan çalıları ve yaprakları gördü. Mümkün olan en sessiz şekilde yürümeye devam etti. Bir ağacın arkasına saklandı ve kafasını yavaşça ağacın kenarından çıkardı. Tam karşısında bir geyik duruyordu. Belinden okunu çıkardı, yayına yerleştirdi. O sırada geyik zıplayarak koşmaya başladı. Enkiduma hızlı hareket etmek zorundaydı, yoksa geyiğin izini kaybedebilirdi. Geyik koştu, peşi sıra Enkiduma.
Geyiğin peşinde ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu ama artık nefes nefese kalmıştı. Geyikte biraz dinlenmeye ihtiyaç duymuş olsa gerek ki, artık ormanın sonuna yakın bir yerde, güneş alan bir bölümde otlanıyordu. Enkiduma, tekrar okunu yayına yerleştirdi. Yayı gerdi, nefesini tuttu ve o sırada bir ses duydu. Geyik, tekrar zıplayarak koşmaya başladı. Ok tekrar Enkiduma'nın belindeki yerine yay da sırtına yerleşti. Gelen sese kulak kabarttı. Birileri kendi arasında konuşuyor gibiydi. Ormanın hayaletleri artık konuşmaya başlamış olabilir miydi? Sesler yaklaşıyor, Enkiduma olduğu yerde hiç kıpırdamadan duruyordu. Artık ormanın neredeyse bittiği noktaya yaklaşmıştı. Önündeki ağaçlara baktı, güneş ışığı üç ağaç önünde iyice belirgindi. Sessizce bir sonraki ağacın arkasına geçti. Sesler giderek yaklaşıyor, bir kaç adamın kendi aralarında bir şeyler söylediğini duyabiliyordu.
"Güneş batmadan köye ulaşmak istiyorsak ormana girmeliyiz." dedi bir tanesi.
"O ormana kimseyi sokamazsın, hele ki atlar ile oradan geçmek imkansız."
"Bana kocakarı hikayelerine inandığını söyleme sakın."
"Tabii ki, inanıyorum. Bu orman lanetli bir orman. Bu dünyadan olmayan, bir sürü şey orada dolaşır."
"Peki, tamam etrafından dolaşalım. Ama güneş batmadan köye girmemize imkan yok."
"Önemli değil, karanlık beni bu ormandan daha az korkutur."
Enkiduma, biraz daha yaklaşmaya karar verdi. Köye gitmek isteyen bu kişileri merak ediyordu. Önünde duran bir sonraki ağacın arkasına saklandı. Bulunduğu yerden kafasını biraz dışarı çıkardı ve adamları gördü. Kendi aralarındaki konuşma sonlanmışa benziyordu. Atlarının üzerinde etrafa bakıyorlardı. Bir tanesinin ıslık çalması ile ağaçlara paralel olarak atlarını sürmeye başladılar. Enkiduma beş at saydı. Her atın üzerinde bir adam ve her ata bağlanmış şekilde peşlerinden yürüyen ikişer kadın. "Köle Patronları" diye düşündü. Köle patronları, savaşlarda esir düşen kadınları alır veya özgür olmadıklarını düşündükleri yerlerde yaşayanları yakalayarak, köylere ve şehirlere götürür, gümüş karşılığı satarlardı. Genelde özgür insanlar için ve devlet sınırları içerisinde bulunan yerler için tehlike oluşturmazlardı. Tek düşünceleri daha fazla satmak ve daha fazla gümüş almaktı. Şimdi de ellerindeki köleleri satacak köyler veya şehirler arıyorlardı ki, Enkiduma'nın köyü sıradaki duraklarıydı.
Atlar yürümeye devam ediyor, Enkiduma'da temkinli bir şekilde onları izliyordu. Atlara bağlanmış köleler yorgun gözüküyordu. Hepsinin kıyafetleri kir içindeydi. Kıyafetleri, vücutları, saçları köyde gördüğü hiç bir kadına benzemiyordu. Uzak diyarlardan getirilen köleler, şehirlerde çok fazla gümüşe satılabilirdi ama Enkiduma'nın köyündeki kimsede onlara yetecek kadar gümüş olmazdı. Belki tüccarın gümüşleri bir tanesini almaya yetebilirdi.
Atların peşinde ilerleyen köle kadınlardan bir tanesi, Enkiduma'nın bilmediği dilde bir şeyler söyledi. En öndeki ata binen adam homurdandı.
"Yine ne varmış?" diye bağırdı.
"Yorulmuş."
"Dillerinin çalıştığı kadar ayakları çalışsaydı, şimdiye kadar çoktan köye varmıştık." dedi en ön sıradaki adam. Atını durdurdu. Onun peşi sıra bütün atlar durdu ve köle kadınlar yere oturdu. Adamlardan iki tanesi atlarından indi. Enkiduma, adamları ve köleleri daha iyi görebilmek için bir kaç adım yaklaştı. Büyük bir ağacın gövdesinin yanında yerleşmeye çalışırken ayaklarının altında ezilen kuru otlar ve çalılardan ses çıktı. Ön sıradaki at huysuzlandı. Atından inen adamlardan bir tanesi ormana yaklaştı.
"Hayaletler." dedi. En ön sırada atının sırtında bekleyen adam gülmeye başladı.
"Ormanda yaşayan bir hayvan da olabilir."
"Burası uğursuz bir orman. Biraz daha uzak dursak olmaz mı?"
"Tamam. Tekrar yola çıktığımızda ormandan biraz uzaklaşırız."
Köle kadınlarda ormanın derinliklerine bakıyor, kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu. Kadınlardan bir tanesi ormanın içine, tam Enkiduma'nın durduğu ağaca dikkatlice bakmaya başladı. Enkiduma, nefes almayı bile bıraktı. Üstüne sürdüğü çamur ve dışkı karışımı ile ağaç gövdesi ile aynı renkte sayılırdı. Usta bir savaşçının bile onu orada görmesi çok zordu. Ağaca yapışmış bir vaziyette nefessiz duran Enkiduma'nın tüm dikkati, kendisine yönelmiş olan bir çift gözdeydi. O gözler başka yöne döndüğü anda o da ağacın arka tarafına geçecekti. Ağaç ile bütün olmuş vaziyette bekledi. Köle kadınlar kendi aralarında konuşmaya devam etti, adamlar kendi aralarında bir şeyler tartışıyorlardı ama bir çift göz hala ağaca bakıyordu. Eskiden beyaz olduğu zor da olsa anlaşılan, iki omuzundan ince bir örtü şeklinde geçen, yakası göbek deliğine kadar açık tek parça bir elbise giyen, sarı saçları olan köle kadının dudakları yavaş yavaş iki yana doğru ilerliyor, gülümsüyordu. Ardından kadın bir gözünü kırptı ve yüzündeki ifade gerçek bir gülümsemeye dönüştü. Enkiduma, gözlerini kapattı, tekrar açtı. Kadın aynı gözünü tekrar kırptı. Artık bir köle kadın tarafından fark edildiğini anlamıştı. Ne yapacağını düşünmeye çalıştı, kalbi hızlandı. Köle kadının gözleri ve gülümsemesi ile bir çeşit büyüye yakalanmış gibiydi, olduğu yerden kıpırdayamadı. Köle bir kadın için beş atlı ve silahlı adamla dövüştüğünü düşündü. Ozanların şarkılarında anlatacağı cinsten bir savaş olacağı kadar, Enkiduma'nın onların arasından canlı çıkamayacağı da kesindi. Sonra kaçmayı düşündü. Eğer köle kadın onu ele vermez ise, rahatlıkla kaçabilirdi ve beş adamın hiç bir şeyden haberi olmazdı. Köle kadına baktı. Diğerleri uzanmış dinlenmeye çalışırken, o oturmuş Enkiduma'ya bakıyordu. Ellerini hafifçe havaya kaldırıp, ellerine bağlanmış olan ipleri gösterdi. Artık emindi. Köle kadın kesinlikle onu görmüştü ve şimdi yardım istiyordu. Hayır, dedi kendi kendine. Başını derde sokmayacaksın.
Köle kadın derin bir nefes aldı. Elbisesinin askıları kıpırdadı ve göğüsleri büyüdü. Sarı saçları güneş ışığının altında parlıyor, gözleri denizleri andırıyordu. Daha önce gördüğü hiç bir kadına benzemiyor, bir tanrıça edasıyla ağaca doğru bakıyordu. Enkiduma, kendisini büyüleyen görüntünün etkisinden kurtardı ve ağacın arka tarafına geçti. Göğe, tanrı ve tanrıçalara ait olana değil, kendisine ait olan göğe baktı. Ağaçların üzerinde duran kargalarda Enkiduma'ya bakıyordu. Yayını sırtından çıkardı, oklarından bir tanesini beline bağladığı deri kılıftan çıkardı. Oku yaya taktı ve yayı gerdi. Hedefini gök olarak belirledi. Ormanın derinliklerine ve gökyüzüne doğru okunu bıraktı. Ağaçların üzerinde duran kargalar büyük bir gürültü ile ağaçlardan havalandı. Aynı anda atlardan birinin kişneme sesi duyuldu. Enkiduma ağacın diğer tarafına döndüğünde atların huysuzlandığını, üzerinde binicisi olmayan bir tanesinin şahlanarak dört nala ormandan uzaklaştığını gördü. Adamlardan biri peşinden koşarken, diğeri de atını kaçan ata doğru sürdü.
"Biri şu aptal atı yakalasın." diye bağırdı adamlardan bir tanesi.
Enkiduma cebinden bıçağını çıkardı. Bütün köle kadınlar ayağa kalkmış etrafta koşturuyordu. Adamlardan biri onları bir arada tutmaya çalışırken kadınlardan biri geldikleri yöne doğru koşmaya başladı. Sarı saçlı köle kadın Enkiduma ile göz göze geldi. Köle kadın üzerinde binicisi olmayan başka bir ata tüm gücüyle vurdu. At tüm gücüyle koşmaya başladı. Adamlar etrafa küfürler savuruyor, birbirlerine bağırıyorlardı. Sarı saçlı köle kadın ormana doğru koşmaya başladı. Enkiduma, neredeyse ormanın son ağacına kadar geldi. Adamlardan bir tanesi ağaçlara doğru koşan köle kadını fark ettiğinde, kadın neredeyse ormana girmek üzereydi.
"Birinizde şu köleyi yakalayın."
"Bırakalım gitsin, ormana giriyor zaten."
Atın üzerindeki adam atını ormana doğru sürdü. At ağaçların dibinde durdu. Huysuzlandı, şahlandı, geri döndü ve sonra tekrar ormana doğru döndü. Adam atın üstünden indi. Ağaçların arasına, ormanın içine bir kaç adım attı. Kıpırdayan çalıları, yaprakları ve uzakta bir noktada köle kadını görebiliyordu. Bir adım daha attı. Şimdi görüş alanına köle kadına doğru koşan, kahverengi renkli bir hayvana benzeyen bir şey girdi. Kahverengi hayvan köle kadının üstüne atladı ve birlikte gözden kayboldular. Adam daha fazla ilerlemekten vazgeçti.
Enkiduma, arkalarından ok atmaları ihtimaline karşı, köle kadının üzerine atlamıştı ve beraber tepeden aşağı yuvarlanmışlardı. Kadın ses çıkarmasın diye hemen üzerine yattı ve eliyle ağzını kapadı. Köle kadın artık rahatsız olduğunu belli edene kadar bir süre o şekilde beklediler. Sonra Enkiduma, hızlı bir hareket ile kadının üzerinden kendini sırt üstü yere bıraktı. Nefesini verdi ve bir dizinin üzerinde doğruldu. Bıçağını kaldırdı. Kadının deniz gözleri kocaman olmuştu. Ardından çevik bir hareketle kadının ellerine bağlanmış ipleri kesti. Kadın gülümsedi ve olduğu yere oturdu. Enkiduma'nın bilmediği dilde bir şeyler söyledi. Enkiduma susması için parmaklarını dudaklarına götürdü. Etrafı dinledi, tepenin yukarısına çıkıp baktı. Adamlar ormana girmeye cesaret edememişlerdi. Gülümseme sırası ondaydı. Kadının yanına döndü.
"Korkma. Peşimizden gelmiyorlar." dedi.
Kadın anlamadığını belli edercesine baktı.
"Tamam o zaman. En baştan ve basit başlayalım."
Elini göğsüne götürdü. "Enkiduma" dedi. Sonra elini kadının göğsüne götürdü. Kadın Enkiduma'nın ismini söylemeye çalıştı. "Evet. Ben Enkiduma. Peki ya sen? Sen kimsin?" Elini tekrar kadının göğsüne götürdü. Kadın gülümsedi.
"Aridne."
*Muazzez İlmiye Çığ - Uygarlığın Kökeni Sümerliler
0 yorum:
Yorum Gönder