Sözleşmeyi imzalarken ne düşünüyordum ki? Tabii ki, terfimi. Alacağım fazladan parayı, göreceğim saygıyı. Bakalım terfi için verilen görev kutusundan bana ne çıkacak?

Bundan tam 10 yıl önce bugün, serin bir mayıs sabahında işe başlamıştım. Özel sektördeki tüm işlerin robotlar, robotumsular veya adına her ne diyorlarsa onlarla doldurulduğu bir dönemdi. Bizim gibilerin tek seçeneği devlet memuru olmaktı ve ben de öyle yapmıştım. Sınavlar, yetenek testleri, mülakatlar derken kendimi on binlerce kişi ile aynı işi yaparken bulmuştum. Önümüze getirilen dosyaları sistemlere girmek.

İnanılmaz değil mi? Her gün yüz binlerce kişi, milyarlarca harfi ve rakamı klavyede tuşluyor ve ağın derinliklerinde bir yere gönderiyor. Dosya dosya masalarda duran kağıtlarda ne yazıyor, girdiğimiz veriler nereye gidiyor hiç bilmiyorum. Anlamsız bir iş. Bir sürü kelime, sayı ve işaret kombinasyonu bana ve diğerlerine bir şey ifade etmiyor.

Şimdi soracaksın, bu kadar süre orada neden çalıştın? Ortam mı güzeldi? Aslına bakılırsa, çalıştığımız yere eşeği bağlasan durmaz. Önlü arkalı, sağlı sollu yerleştirilmiş bir sürü küp, büyük bir odaya tıkıştırılmış yüzlerce kişi ve hiç durmadan basılan tuşlardan çıkan garip bir gürültü.  Bunaltıcı mı? Tabii ki.

Ben yine de devam ettim, diğer herkes gibi. Çünkü son beş senedir o da küplerle dolu bu yerde çalışıyor. Saçları güneş kızılı, teni kar beyazı bir kız. Her sabah aynı zamanda çay alırız ve o her sabah bana günaydın der. Günümün en güzel anları. Yıllarca aynı yerde olmak için yeterli mi? Pekalâ, yalan söylemeyeceğim. Gonca, gerçekten çok güzel bir kız olabilir ama beni asıl tutan yapacak başka bir iş olmaması. Memur değilsen 5. Sektörün dışında bir yerlerde sürtersin. Hayatta kalmak için çöp toplar, etraftan bulduğun malzemelerle kendine bir gecekondu yapar yaşarsın. Herkesi burada yıllarca çalıştıran asıl mesele bu.

Az kalsın unutuyordum. Kutuyu, sahte bir gülümseme ile müdürün masasından aldım ve odadan çıktım. Halâ merak içindeydim. Terfi görevleri çok gizlidir. Kimse hakkında konuşmaz, şakasını bile yapmaz. Yazılanları veya söylenenleri yerine getirir. Sonrasında şef, lider her ne bok olacaksa o olur. Böyle konuşuyorum çünkü hayatımda ilk defa bu şeylerden aldım. İçinden çıkacakları bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum. Ama bulutların üstündeyim. Kolumun altındakini herkes görüyor.

Aslında 3. Koridordan yürüsem yerime daha yakın ama Gonca’nın yanından geçmek için 5. Koridora giriyorum. Ne de olsa yakında farklı bir görevim olacak. Küplerin içinde oturan 10 kişiden ben sorumlu olacağım. Alacağım para artacak. Hem belli mi olur belki kızıl da benim için çalışanlardan biri olur.

“Merhaba,” dedi arkamdan hiç tanımadığım bir ses.

Siktir ya. Yoksa bu o mu? Titreme hissi. Bu sadece içimde mi oldu yoksa gerçekten tüm vücudum onun önünde sallandı mı?

Sakin olmaya çalışarak sesin geldiği yöne döndüm ve gülümsedim.

“Tebrik ederim. Terfi kutusunu almışsın.”

Konuşan gerçekten kızılmış.

“Şşşey. Ev…ev…evet ben.” Saçmalama Ali, hiç zamanı değil. Hem sen çocukluğundan beri kekelemedin ki. Şimdi nereden çıktı bu?

“Umarım görevini başarırsın ve seni müdür olarak görürüz.”

“Yapabilirim,” diyebildim.

Sonunda elini sallayıp yerine oturdu da biraz rahatladım. Yapabilirim mi? Düşündükçe ne kadar saçma bir şey söylediğimin farkına vardım. Neyse bu durumu toparlayacak zamanım olur herhalde. En azından dikkatini çektim. Şimdi yerime geçip bana verilene bakma zamanı.

Bu durum resmen başka bir sınav. Karşına ne çıkacağını bilmiyorsun. İçimden bir ses, soruların çalışmadığım bir yerden geleceğini söylüyor. Siyah kutunun üzerine iliştirilmiş bir zarf. Hemen içinden çıkan kağıdı okuyorum.

“Evinize ulaşana kadar açmayın ve göreviniz hakkında kimse ile konuşmayın. Aksi takdirde terfiniz iptal edilecektir.”

Tabii ya, daha önce hiç oturduğu yerde bu şeylerden açanı görmedim. Hep düşünmüşümdür bu kadar önemli bir iş için neden akşama kadar beklerler. Demek ki, sebebi bu notmuş. Ne yapalım, gidene kadar bekleyeceğiz. Bir süre daha anlamsız şeyleri sisteme girmeye devam.

Heyecandan mıdır nedir, zaman su gibi akıp geçti. Servise doğru yola çıktığımda tekrar o güzel sesi duydum.

“İyi akşamlar, Ali.”

“Sana da,” dedim. Hem de kekelemeden. Eh, bu da bir gelişme. Bu hızla gidersek daha fazla konuşacağımız kesin.

Memur olmanın bir diğer faydası, 3 numaralı servis trenine binebiliyorsunuz. Eskiler ama devlet daireleri ile sektörler arasında hiç durmadan dolaşıyorlar ve iş görüyorlar. Beni yaklaşık yarım saatte eve bırakabiliyor. Bu sefer her zamankinden daha havalıyım. Kolumun altındaki sayesinde güvenim yerinde. Bakışların üzerimde olduğunu biliyorum.

Sonunda durağıma geldik. Etrafa gülümseyerek bakıyorum. Eğer kendimi durdurmasam tüm trene iyi akşamlar diyeceğim. Görevi tamamladıktan sonra görmeyeceğim ayakta dikilen onlarca insana son bir kez baktım. Diğer kademedekilerin bindiği servis trenlerinde koltuk olduğunu duymuştum. Bir sonraki sefer oturarak geleceğim.

Evim, güzel evim. Kendimi rahat hissettiğim 50 metrekarem. Ne oldu? Küçük mü geldi? Yalnız yaşayan devlet memurlarına verilen standart bir daire işte. Hem para, hem ulaşım, hem de öğlenleri yemek versinler ve sonra tüm bu imkanların üstüne büyük bir evde mi oturmamı sağlasın devlet? Şımarık olma lütfen.

Gelelim asıl meseleye. Madem bu kadar gizli olmasını istiyorlar, şu ışığı bir yakalım ve perdeleri kapatalım. Kutuyu açma zamanı geldi. Şekil bile yapmışlar. Mum mühürlü ip ile sarılmış. Kolay kopsa bari.

Ve tam tahmin ettiğim gibi başaramadım. İpi çekiştirmekten ellerim morardı resmen. Bir bıçakla tek seferde kestim ve hemen kapağı kaldırdım.

Bu da nereden çıktı şimdi? Bunlar benden ne istiyorlar?

Dolu bir şarjör, bir silah ve büyükçe bir zarf. Sanırım içerisinden bir not çıkacak ve şöyle yazacak:
“Kendini bu silahla öldür. Sen de kurtul, biz de kurtulalım.”

Gerçekten merak ettim. İçinde tek bir nottan fazlası olduğu kesin. Görelim bakalım görevimizi.
Bir adamın fotoğrafları, adam ile ilgili bir sürü bilgi ve uzunca bir mektup.

“Devletimizin, siz vatansever yurttaşlara daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır. Sizler çalıştıkça güçleniyor, büyüyor ve sizlere daha iyi imkanlar sunuyoruz.”

Falan filan. Bir takım güzellemeler ile devam ediyor.

“Polis güçlerimizin ve robotik devriyelerin de belli bir limiti vardır. Onların ulaşamadığı bilgilere, görevlere siz terfi ettirilecek vatandaşlarımız ulaşacak ve verilen görevleri yerine getireceksiniz.”

Of yeter artık. Görevim ne?

“Katiller, tecavüzcüler ve hırsızlardan oluşan bu kişileri ortadan kaldırarak hem insanlarımızı koruyacak hem de terfi alacaksınız. Ekte yer alan dokümanlardaki kişi sizin hedefinizdir. Gönderdiğimiz silah ve şarjör devletimize ait olup tamamlayacağınız görev tamamen yasaldır.”

Bakalım bana ne gelmiş. Fotoğraflar. Yakışıklı bir tip. Ne tür bir suçlu acaba? Hırsızlar mı yakışıklı olurdu yoksa katiller mi?

Adamımızın öz geçmişi. Ve tam isabet. 15 kişinin katili.

Şimdi anlıyorum, bütün bu terfi işlerinini neden büyük bir gizlilik içinde yürütüldüğünü. Düşünsene genel müdürlüğe kadar yükseliyorsun. En az üç terfi gerekir. Bu da üç görev demek. Bu da en az üç kişi demektir. Bilemiyorum, belki statü arttıkça öldürmen gerekenlerin sayısı da artıyordur. Bana bu görevi veren müdürümün kaç leşi var acaba?

Tamam. Kolay kısım bunları okumaktı. Peki şimdi nasıl yapacağım ben bu işi? Hadi adamı buldum diyelim nasıl öldüreceğim? Hayatımda kimseyi öldürmedim ki. Hatta bir sineği bile… Neyse buna inanmazsın zaten. Gece kafanın üzerinde vızıldayan bir sinekten daha kötü ne olabilir ki? Hiç dayanamam, yapıştırırım duvara.

Ve dip not: Görevi başarmak için bir hafta süreniz var. Bu süre boyunca idari izinli sayılacaksınız.

Hadi bakalım, önümde tam 7 günüm var. Düşünmek için iki, plan yapmak için iki gün harcasam, işi bitirmek için üç günüm kalır. Ya peki başaramazsam, ya vazgeçersem? Büyük ihtimalle aynı şekilde devam ederim. Sabah 8 akşam 5 iş, trende ayakta yolculuk ve 50 metrekare. Bir de kızıl benimle bir daha konuşmayabilir. Hangisi daha kötü? Katil olmak mı, bu hayata devam etmek mi?

Dur bir dakika. Bu ses kapı zilinden mi geliyor? O kadar uzun süredir çalmadı ki, pas tutup bir daha asla çalmayacağını düşünmeye başlamıştım. Tam da terfi görevi aldığım gün, tesadüf mü?
Silahı ve diğer şeyleri kutunun içine geri koydum ve hepsini yatağın altına ittirdim. Zil yine çaldı.

“Patlama geldim.”

Hırsla kapıyı açtım ve donakaldım.

“Merhaba Ali.”

Kekeleme, kekeleme, kekeleme…

“Mmmm”

“Kusura bakma seni rahatsız ettim ama şey aslında çok uzakta oturmuyorum. Sadece birkaç blok ötede. Belki birlikte bir çay içeriz diye düşünmüştüm.”

O düşünmüş ama benim kafam bir anda boşaldı. Hiçbir şey yok. Konuşamıyorum bile. En azından şaşkın suratımı toparlayayım. Zor da olsa gülümsedim.

“İçeri gelmez misin? Ben şey, daha yeni…”

“Çok özür dilerim. Ani oldu farkındayım ama uzun süredir görüyoruz  ve birbirimizi tanıma fırsatımız olmamıştı.”

Fırsat mı? Kendine gel oğlum. Fırsat ayağına geldi işte.

“Lü…lüt…lütfen içeri gel. Ben hemen bir çay koyayım. Dışarı çıkmaya gerek kalmaz. Oturur sohbet ederiz.”

Kenara çekildim ve o da minik ayaklarının üstünde içeri süzüldü. Ev zaten büyük değil. Oturacak yer belli, yatacak yer belli. Onun evinin de bundan farkı yoktur herhalde. Utanacak bir şey yok.

“Nasılsın Ali?”

“Sağ ol ya sen?”

“Ben de iyiyim işte. Bildiğin gibi.”

“Evet, bildiğim gibi terfi edeceksin. Bir şeyler içmeyecek miydik?”

“Şey, çay alır mıydın?”

Ses çıkarmadan kafasını salladı. Makine hazırda bekliyordu. Ben de hemen tuşuna bastım.

Bence bu kızın aklı benim geleceğim konumda. Saflığın alemi yok. Bugüne kadar tek kelime etmemiş ama bugün birden selam vermeler, evime gelmeler. Bu durumun bir ismi vardı galiba. Bir birliktelik çeşidiydi. Hatırladım. Karşılıklı çıkar ilişkisi. Ne yapalım? Eğer benimle yatacaksa durumu kabul edebilirim.

“Görevimi başarırsam, sıradan memurluktan bir üst seviyeye çıkacağım. Durumları biliyorsun.”

“Evet. Daha önce de terfi alan insanlar görmüştüm.”

Güzel bir sesin bu duvarların içinde yankılandığı ender günlerden biri. İzlediğim pornolardaki kızları saymazsak tabii. Aynı zamanda evimdeki en zeki dişi, benden kaçmayı başaran dişi sinekler yine istatistik dışı kalıyor.

“Peki, ne görev vermişler sana?” diye sordu.

“Söyleyemem. Bunu da duymuş olmalısın. Kimse görevinden bahsetmez.”

“Ah, evet. Unutmuşum.”

“Çayına şeker ister misin?”

“Bir tane alayım.”

Bardağı Gonca’ya uzattıktan sonra hemen yanına oturdum. O kadar yakındık ki, ona dokunmamak için kendimi zor tutuyordum. Birkaç yudum çaydan sonra ben de daha rahat konuşurum diye düşünüyordum ama öyle olmadı. Yine ağzımı açamadım.

“Umarım başarırsın ve senin ekibinde olurum. Kaç senedir birlikteyiz, her sabah selamlaşıyoruz. Hiç dikkatini çekmedim mi?”

İşte olacağı buydu. Konuya sen girmezsen o girer. Ama hoşuma gitmedi değil. Her şeyi karşı taraftan beklemiyor en azından.

“Çektin. Çekmez olur musun?”

Ne kadar güzel gülümsüyor.

“Yani, be…be…ben biraz çekingenim.”

“Evet. Fark ettim. Önemli değil. Bu sana tatlılık katıyor.”

Mantıklı bir şey söyle Ali. Hedefe yönelik bir şey söyle. Yatağa giden kapıları aç.

“Teşekkür ederim.”

Tamam, farkındayım. Sıçtım. Ama bence hala şansım var. Yani görevi yapıp terfiyi alırsam kesin bende bu kız.

“Şey, ben artık kalkayım.”

“Ne çabuk içtin çayını.”

“Sıcak seviyorum.”

“Ben de. Ama içmeyi unutmuşum.”

Güzel bir kahkaha patlattı.

“Yarın görüşürüz, Ali.”

“Ben yarın izinliyim.”

“Biliyorum. Akşam iş çıkışı uğrarım.”

Yanağıma bir öpücük kondurdu ve gitti. Sonra zaten sersemlemiştim. Zihnim öyle karışıktı ki kendimi yatağa attım. Terfi için yapmam gerekenleri düşünmeye çalıştım ama bir türlü kafamı toparlayamadım. Tüm gece kızıl saçları, beyaz teni ve o güzel dudakları gördüm rüyamda.

Sonraki iki gün elimdeki fotoğraflara bakarak ve düşünerek geçti. Her akşam uğradı Gonca. Bir çay içti ve kalktı. Planlama aşamasındaki diğer iki gün 5. Sektörün dışına çıktım. Adamımı takip ettim. Gezdiği yerlere gittim. Günlük rutinini öğrendim.

Aslına bakarsanız, hiç de öyle katil gibi durmuyor. Varoş kahvelerine gidiyor, orada çıkan gazeteleri okuyor ve hatta sokaktaki insanlara yardım bile ediyordu. Ama her zaman böyle değil midir? Katil asla katil gibi görünmez. Hep en masum gözükenden çıkar. Yani en azından filmlerde öyle.

Planım kafamda netleşmeye başladı bile. Adam neredeyse savunmasız ve her akşam evine dönen bir tip. Görevin bana verilme sebebi adamın yaşadığı bölge olsa gerek. Eh polislerin ve metal kafaların o mahalleye neden giremediğini anlayabiliyorum. Orada yaşayanlar tüm bu sisteme karşı. Robot devriyeler hurda olarak iyi para eder. Bölge zaten kalabalık, polislerin de üzerine çullansalar yetecek. Bu durumda görev terficilere kalıyor.

Büyük gün. Bana verilen sürenin dolmasına daha 48 saat var ama ben işi bugün bitireceğim. Kalan zamanda da kendime gelmeye çalışırım herhalde.  Plan basit. Çok fakir biri gibi gidip kapısını çalacağım. Beni içeri alacak ve ben de belimdeki silahı çıkartıp kalbinden vuracağım. Bir filmde görmüştüm, kafaya ateş etmemek gerekiyor.O zaman etraf çok dağılıyor ve ben o görüntünün etkisinden kurtulabileceğimi sanmıyorum.

Dolaptan çıkardığım onlarca yıllık kıyafetlerim beş gündür üstümde. Yeterince eskidi ve koktu bence. Hatta biraz sağından solundan yırtarsam tam olacak. Aç mıyım? Evet açım. Biraz kötü kokuya ihtiyacım var. Onu da sektör dışına çıkmadan önce lojmanın önündeki çöpte yuvarlanarak halledebilirim. Kızıl beni bu halde görmesin yeter bana.

Sektörün dışına, varoşlara çıkmak kolay oldu. Şimdi biraz yürüme zamanı. Adamın eve dönüş saatine kadar etrafta dolaştım. Sokaklar o kadar kalabalık ki, sanki benim göt kadar evime onlarca insan davet etmişim gibi.

Terfim evine döndü. Bir süre daha yerde, çamurun içinde oturdum. . İyice pisim artık. Yardım isteme zamanı. Belimdeki emaneti kontrol ettim ve üzerime giydiğim yırtık gömleği silahı kapatacak şekilde dışarı saldım. Kalbim yerinden çıkacak neredeyse. Birisini vurmak, öldürmek. Bu düşünce plan yaparken de aklımdaydı ama hiç bu kadar kemirmemişti beni. Yürü be aslanım sen sinekleri gözünü kırpmadan avlamış adamsın. Bunu mu yapamayacaksın?

Hedefimin kapısını çaldım. Hiç bekletmeden açtı.

“Çok açım. Yiyecek bir şeyiniz var mı?” dedim hiç düşünmeden.

“Tabii. İçeri gel.”

Ne iyi adam ya. Bu adam katil olabilir mi? Acaba evine aldıklarını mı öldürüyor?

“Şe…şe…şey ben girmesem.”

“Gel çekinme. Mutfakta yiyecek bir şeyler var.”

Başka bir odaya geçecek. En iyisi arkasını döndüğü gibi ateş etmek. Yoksa yapamayacağım. Hızlıca silahıma davrandım ve terfime doğrulttum. O anda evin içindeki koltuklardan takırtılar geldi. Ateş mi etmeliyim? Etrafa mı bakmalıyım?

Hedefim kahkahalarla gülmeye başladı. Neler oluyor lan?

“Sen ne ilksin ne de son olacaksın.”

İşte şimdi sıçtık. Koltukların arkasından bana doğrultulmuş silahları görmemek körlük olurdu. Oracıkta kaldım. Adam bana döndü.

“Korkma biz katil değiliz.”

“Ya ben öyleysem?”

“Sen de öyle değilsin. Terfi için buradasın.”

Takip mi edildim yoksa? Ben onu izlerken, o da beni mi izledi acaba?

“Seni vurabilirim,” dedim sonunda.

“Ama yapmayacaksın. Yaparsan da sorun değil, o çok istediğin makamları göremeden ölmüş olursun.”

Adam haklıydı.

“Bak evlat. Beni iyi dinle. Ben katil, tecavüzcü, hırsız ya da sana her ne söyledilerse o değilim. Biz burada yaşamaya çalışıyoruz. Daha iyi şartlar istiyoruz. Sadece şu anki devlete ve sisteme karşıyız. Bir nevi muhalefetiz. Ve bizden başka bunu yapabilecek yok.”

Kolumu aşağı indirdim sonunda. Kapının yanından fırlayan bir adam hızlıca elimden çekip aldı silahı.

“Kendinizi o kadar kaptırmışsınız ki… Bir işiniz var diye, üç kuruş paranız, bedava servisiniz var diye gerçekleri görmezden geliyorsunuz veya size göstermiyorlar. Sen hangisisin bilmiyorum ama önemi yok. Kullandığınız bilgisayarlara girdiğiniz şeylerin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz. Sadece oturup saatlerce klavye ile oynuyorsunuz. Beyni yıkanmış, at gözlüğü takılmış kölelersiniz.”

Yıkıldım. Düşününce anlamlı geliyordu ama kabul etmek istemiyordum.

“Şimdi istersen burada kal, istersen de ait olduğun yere geri dön. Ama orada da artık seni iyi şeyler beklemiyor.”

Hayır. Ben bu pisliğin içinde kalamam. Benim bir işim var. Terfi almasam da olur. Bu şekilde yaşayamam.

“Hadi git evlat. Daha fazla durma burada. Unutma bir gün size verdikleri şeyleri kesecekler ve o gün hepiniz buradakiler gibi olacaksınız. Belki daha bile kötü.”

Arkamı döndüm ve koştum. Ciğerlerim patlayana, ayaklarımı hissetmeyene kadar koştum. Bir servis trenine atladım ve eve girdim. Şimdi ne yapacağım ben? Bana ne olacak? İşime devam edemeyecek miyim?

Kapı çaldı. Yine hiç olmadık zamanda. Lütfen Gonca olsun. Lütfen ona sarılayım ve o beni teselli etsin.

Yavaşça kapıyı açtım. Kızıl karşımda duruyordu. İşte tam istediğim kişi. Sarılmak için hamle yaptım ama bir adım geri çekildi.

“Ne yaptın Ali? Görevini tamamladın mı?”

O anda gözyaşlarım daha fazla durmadı ve yanaklarımdan süzülmeye başladı.

“Demek başaramadın.”

İşte geliyor. Beni terk edecek. Sadece terfi alacağım için bana yanaşıyordu.Cebinden telefonunu çıkardı ve bir yeri aradı.

“Evinde. Görev başarısız. Tekrar ediyorum görev başarısız.”

“Ne yapıyorsun sen? Kimi aradın? Kimsin?”

Telefonunu yavaşça eski yerine koydu ve elini belinin arkasına attı. Şimdi bana bir silah doğrultmuş önümde duruyordu.

“Ya teslim ol ya da seni vurmak zorundayım.”

“Bu da nesi?”

“Bu benim 5. yıl terfim.”

Beşinci yıl mı? Bana niye hiç teklif edilmedi lan bu? Yeni mi çıktı acaba?

“Neler oluyor be?”

“Görevini başarıyla tamamlasaydın, bunlara hiç gerek kalmayacaktı Ali.”

Üzgünüm demesini bekledim ama boşuna. Hiç öyle gözükmüyordu. Ne safmışım. Ben de terfim için ya da ne bileyim yakışıklı falan olduğum için benimle ilgileniyor sanmıştım.O sırada polisler de yanımızda bitti.

“Ali Yaman. Sakın kıpırdama. Tüm kimliklerini bırak. Görevinde başarısız olduğun için devlet memurluğundan atıldın. Bizimle geliyorsun. Sektörün dışında güvenli bir bölgeye bırakılacaksın.”

Yıkıldım. Hatırlayamadığım bir süre boyunca polis eşliğinde götürüldükten sonra varoşlarda serbest bırakıldım.

Şimdi ne yapacağım? Burada nasıl yaşayacağım? Bildiğim tek eve gittim. Şimdi terfimin, bir kaç saat önce öldürmeye çalıştığım adamın kapısının önünde duruyorum. Artık ben de onlardan biriydim. Sistemin dışına atılmış bir çarktım. Kopmuş bir dişli, bir muhalif.

Kapıya vurdum ve hiç bekletmeden açıldı. Terfim karşımda duruyordu.

“Aramıza hoş geldin.”




“Onun yaşında bir çocuktan ne bekliyorsun ki? Olanlar çok normal.”

“Evet, ama o sen veya ben değil. Lütfen, eve geldiğinde konuşur musun?”

“Tabii ki! Ama Profesör demişti ki…”

“Evet, ne dediğini biliyorum. Ya daha kötüye giderse, o zaman ne olacak?”

“Gitmeyecektir. Öğreniyor, gelişiyor. Bunlar sıradan şeyler. Neyse, eve geldiğimde bakarız. Çok açım, ne yemek var?”

“Ben de yoldayım biliyorsun. Mutfak bir şeyler hazırlayacaktı. Tahmini varış saatimizi sisteme girdim.”

Engin Kara’nın tam otomatik arabası belirlediği güzergâhta ilerlerken, kendisi de önünde duran dokunmatik ekrandan evin buzdolabına bağlandı. Hızlıca, içerisindeki yiyecek listesine baktı ve ıspanakların hazırlanmak için yıkama bölümüne geçtiğini gördü.

“Ispanak var yani, bu akşam.”

“Öyleymiş. Sana söz hafta sonu güzel bir karnıyarık yapacağım. Ellerimle, otomatik sistemler olmadan.”

“Tamam. İple çekiyorum. Evde görüşürüz.”

“Öptüm hayatım.”

Zeynep ile arasındaki telekonferans bağlantısı kesilir kesilmez, ekran haberlere geri döndü. Engin, arkasına yaslandı. Akşam kahvesinden bir yudum aldığı sırada arabası o kadar ani bir şekilde yavaşladı ki, kahvesi neredeyse üstüne döküyordu. Her şeyin otomatik olduğu bir devirde halâ manuel kullananlar olmasına mı yoksa bu tercihi yapan insanların uyanıklık yapıp aniden önlerine geçmelerine mi kızsa bilemedi. Neyse ki, aracı güvenli bir mesafede yavaşlamıştı da olay kaza ile sonuçlanmamıştı. Aklına babasının kullandığı arabalar geldi. Sürekli yola bakmak zorunda olduğu, babasının reflekslerine güvendiği zamanlar. O zamanlarda da başlarına kötü bir şey gelmemişti ama insanların yaptığı hatalardan kaynaklanan sorun haberleri gündemin birinci maddesiydi. Otomatik sistemlere bir kez daha minnet duydu.

Engin ve Zeynep neredeyse aynı anda evlerinin önündeki park alanına yanaştılar. Kapılar açıldı ve sevgiyle birbirlerine sarıldılar. Bahçe ışıkları aydınlandı. Evin dış kapısı aralık duruyordu.

“Yine bir terslik var,” dedi Engin.

“İçeri girince anlayacağız.”

Zeynep önde eşi arkasında ilerlediler. İçerisi sessizdi. Sensörler, ev sahiplerinin geldiğini tespit eder etmez aydınlatmaları istedikleri seviyede açtı. Giriş kamerası da akşam saatinde, onlar eve gelmeden önce olanları oynatmaya başladı. İlkcan, sinirle içeri giriyor ve önüne geleni deviriyordu.

“Şimdi nerede acaba?” diye sordu annesi.

“Odasındadır muhtemelen.”

İkisinin de suratı asılmıştı. Aile olmak böyle bir şey olmalıydı. Zorlukları olacaktı elbette. Engin, eşine mutfağa geçmesini işaret etti.

“Ben konuşurum.”

“Bir çözüm bulsan iyi olur. Bu şekilde nasıl devam edebilir?”

“Meraklanma. Önce denememe izin ver.”

Merdivenlerden yukarı çıkarken terlediğini hissetti. Küçük bir çocuğu idare edebilirdi. Ne kadar zor olabilirdi ki? Önce odanın kapısını açmayı düşündü ama sonra vazgeçti. Kapıya birkaç defa vurdu.

“İlkcan.”

İçeriden hiç ses gelmiyordu.

“İyi misin? Gelebilir miyim?”

Kapıya çarpan şeylerin kırılma sesiyle, Engin de bir adım geri sıçradı.

“Gidin başımdan,” diye bağırdı çocuk.

“Konuşarak çözebiliriz sorununu. Niye bu kadar sinirlisin?”

“Beni GDÖ okuluna göndermek zorunda mıydınız? Bana bu hayatı seçmek zorunda mıydınız? Niye diye sormayın bana.”

“Bak oğlum. Senin için en iyisini yapmaya çalışıyorduk ve elimizdeki imkanları sonuna kadar kullandık. İlk andan itibaren.”

“Evet, belli oluyor. Biri her şeyi daha iyi görsün, diğeri daha iyi duysun. Ya ben? Ben ne yapabiliyorum? Ben neden GDÖ’yüm. Çünkü…”

Kapıda bekleyen adam cümlenin devamını getirmeyeceğini anlamıştı.

“İçeri geliyorum. Bir şeyler atmayacağına söz verir misin?”  Odadan cevap gelmedi. Engin, yavaşça kapıyı araladı. İlkcan, yatağının üzerinde bağdaş kurmuş kapıya bakıyordu. Bir an göz göze geldiler. Çocukta hiç tepki yoktu. Babası rahatladı ve içeri girdi.

“Hadi kalk bakalım. Bu konuları hep birlikte yemek masasında konuşalım. Bir aile gibi… Sen sorunlarını anlatırsın, biz de çözüm bulmaya çalışırız. Ne dersin?”

Karşılık olarak sadece bir omuz hareketi aldı. Umursamıyor muydu yoksa istemiyor muydu?
Adam elini uzattı. Birkaç saniyelik tereddütten sonra çocuktan karşılık geldi. Birlikte mutfağa indiler ve neredeyse hazır olan masaya oturdular.

“Bakın kimler gelmiş?” dedi Zeynep. “İyi misiniz bakalım?”

“İlkcan’ın okulda sorunları var ve birlikte konuşup çözeceğiz.”

Çocuk sadece başını salladı.

“Hadi bakalım. Önce biraz atıştıralım sonra konuşmaya başlarız.”

“Ben yemeyeceğim.”

“Ama olmaz ki…”

“Yemezsem ne olur? Hasta mı olurum? Saçma işte. Çok basit bir özellik. Anneler babalar çocuklarının genetiğini değiştirirken güzel özellikler olmasına dikkat ediyorlar. Ama siz ne yapmışsınız. Hasta olmamamı seçmişsin. Hastalanmayan, hastalıklara yakalanmayan bir çocuğunuz var. Mutlu musunuz?”

“Evet,  mutluyuz,” diye araya girdi Engin. “Senin için elimizde biriktirdiklerimizin hepsini harcadık ve sana hiç hasta olmayacağın bir hayat verdik.”

“Anlamıyorum,” dedi İlkcan. “Berk’in gözleri o kadar süper ki… Sanki duvarın arkasını bile görebilecek gibi. Yada şu kızın kulakları. En ufak çıtırtıyı duyacak gibi ayrıca muhteşem bir müzik yeteneği. Ama benim özelliğim ne? Hastalanmamak.”

“Yapma böyle. Bak onların gözü, kulağı veya başka bir genetik özellikleri daha iyi olabilir ama hepsi hastalanacaklar. Acıyacak, ağrı çekecekler. Ama sen asla…”

“Belki acıyı anlamak istiyorum. Belki karnımın ağrımasını istiyorum. Niye böyle bir şeye karar verdiniz ki? Onlar grip olduklarında, okula gelmediklerinde ne hissettiklerini nereden bileceğim? Belki de hasta olup birkaç gün okula gitmemek onlara iyi geliyordur. Belki bana da iyi gelecekti.”

“Nankörlük ediyorsun,” dedi Zeynep.

“Evet ama önemli değil. Nasıl olsa hasta olmuyorum, değil mi?”

“Yeter artık. Odana git çabuk. Cezalısın.”

İlkcan, elindeki kaşığı attı ve koşarak yukarı çıktı.

“Bu şekilde olmayacak. Profesörle konuşmalısın Engin.”

“Biraz daha deneyebiliriz. Bu da gelişiminin bir parçası olmalı.”

“Dayanılmaz bir hâl aldığının farkındasın değil mi?”

“Evet, çok zor oluyor ama normal evlerde de yaşanan şeyler bunlar. Kendi çocukluğunu hatırla.”

“Bilemiyorum. Ben bu şekilde davranamazdım. Üzüldüğüm, kızdığım zamanlar oluyordu ama böyle tepkiler vermezdim.”

İkisi birlikte daha fazla konuşmadan yemeklerini bitirdiler. Üst kat yine sessizliğe gömülmüştü.

“Belki birkaç gün okula göndermeyiz. Ne dersin?”

“İzin alır mısın?” diye sordu kadın kocasına.

“Tabii ki. Onunla zaman geçirmek daha iyi olabilir. Ben öğretmeni ile görüşürüm. Sen de git haberi ver istersen.“

“Tamam o zaman, öyle yapalım. Belki biraz işe yarar.”

Zeynep, heyecanla masadan kalktı. “İlkcan!” diye seslendi. Bir cevap alamadı. Merdivenleri çıkmaya başladığında tekrar bağırdı ancak yine karşılık yoktu. Sessizliği evin acil durum sistemi bozdu. Normal olan aydınlatma kırmızı yanıp sönmeye başlamış, kesik kesik öten bir zil sesi içeriyi doldurmuştu.

Masada hala oturmakta olan adam yerinden fırladı. Bu sırada otomatik ev de prosedürü uygulamaya başlamıştı.

“Yaralanma vakası Hiper Teknoloji ve Bilişim A.Ş. aranıyor. İlgili kişi belirleniyor.”

“Yaralanma vakası. Acil müdahale ekipleri yönlendiriliyor.”

Tüm o karmaşayı ve gürültüyü yukarıdan gelen çığlık sesi bastırdı. Engin, koşarak üst kata çıktı. Gördüğü manzara ile irkildi. İlkcan’ın kapısının altından kanlar süzülüyor, kırmızı ışıklar ile kısa bir süre görünmez oluyor ardından tekrar beliriyordu. Kadın kapının önünde donmuştu. Daha fazla zaman kaybetmeden Engin kapıyı açtı.

İlkcan, yatağının yanında oturmuş, giderken mutfaktan aldığı bıçakla bir kolunu ve bir bacağını kesmiş, inceliyordu. Derisinin altından çıkan, akan kanların arasından fırlayan kablolara bakıyordu. Kestiği bacağını tutan metal iskelet tamamen ortaya çıkmıştı. Bir taraftan kolunun üzerinde kalan sentetik deri parçalarını aşağı doğru sıyırıyor, diğer taraftan bıçakla metal eklemlere vuruyordu.

“Genetiği Değiştirilmiş Öğrenciler Okulu,” dedi İlkcan. “Onlardan biri bile değilmişim.”

Hiç hastalanmayan çocuğun gözlerinden sahte gözyaşları dökülürken elektronik devreleri hesaplamalar yapmaya devam ediyor. Mantık ve duygusal çipleri yapay sinir ağına sinyal göndermeye devam ediyordu.

Engin cebinden telefonunu çıkardı ve profesöre görüntülü bir mesaj bıraktı.

“Denek 1.02 başarısız.”