"İlk günlerde, en ilk günlerde,
İlk gecelerde, en ilk gecelerde,
İlk yıllarda, en ilk yıllarda,

Gök yerden uzaklaştığı,
Ve yer gökten ayrıldığı,
İnsanın adı konduğu zaman;
Gök tanrısı An göğü götürdüğü zaman,
Ve hava tanrısı Enlil götürdüğü zaman,
Yüce Aşağının kraliçesi Ereşkagil'e yeraltı dünyası verildiği zaman

İşte o zaman, bir ağaç, tek bir ağaç
Bir huluppu ağacı
Dikildi Fırat'ın kıyısına."*


İtalya açıklarında, doksan metrelik Aden isimli lüks bir yat Tiren denizinin sularında yükselen şafak öncesi sisinin arasında ilerliyordu. Çoğunlukla siyah renkten oluşan gövdesi, burun tarafında bulunan helikopter pisti ve üzerindeki siyah helikopteri ile dikkat çekici bir tekneydi.


Cenk ağrıyan başı ile birlikte sabaha karşı eve dönmüştü. Çıkardığı kıyafetlerini çamaşır makinesine attı ve üzerine daha rahat bir şeyler giydi. Biraz daha uyuyabilmek isterdi ama annesinin anlattıkları ve gördüğü rüyanın etkisi ile nasıl uyuyabileceğini bilmiyordu. Yatağına uzandı bir o tarafa, bir bu tarafa döndü. Gözlerini her kapadığında farklı ve tuhaf şeyler görüyordu. Siyah bir at, kum fırtınaları, zincirler. Gözlerini açtığında evde olduğunu anlayıp biraz olsun rahatlamayı bekliyordu ama bir türlü yapamamıştı. Kurduğu saatin alarmı çaldığında uyuduğu süre dakikalar ile ölçülebilirdi. Halbuki, geldiğinde uyumuş olsa tam olarak iki saat dinlenecekti. Şimdi yarı uyur yarı uyanık bir vaziyette hazırlanıp işe gitmesi gerekiyordu.

Annesi evde olsa çok kızacağı bir şey yaptı ve kahvaltı yapmadan evden çıktı. Kaskını taktı, motorunu çalıştırdı ve küçük tamirhanesine doğru yola çıktı. Bir kaç gündür pek ilgilenemediği işlerine yeniden dönerse kendisine iyi gelebilirdi. Gördüğü rüyaların sebebini kafasında başka bir şeyler olmamasına bağladı. Emin olduğu şey, çalışmak her zaman Cenk'e iyi gelmişti. Bu seferde iyi gelmemesi için bir sebep yoktu.

Kendi tamirhanesinin bir kaç dükkan yanında duran otuz senelik Çorbacı Aziz'e uğrayıp, hızlıca bir çorba içtikten sonra işine başlayabilirdi. Böylece kafasında annesinin sözünü de tutmuş olacaktı. Tamirhanesinin bulunduğu sokağa girdi ve motorunu çorbacının önünde durdurdu. Aziz Bey, her zaman ki gibi erkenden kalkmış dükkanını açmıştı. İşine gitmekte olan bir sürü insana çoktan çorba satmaya başlamış olan Aziz Bey, şimdi kapısının önünü süpürüyordu.

"Günaydın." dedi Cenk.
"Günaydın evlat. Nasılsın, annen nasıl?"
"İyi sayılırım. Annem aynı. Pek bir değişiklik yok."
"Kahvaltı yaptın mı?"
"Hayır yapmadım."
"O zaman in o motordan da, içeri gel. Aç karnına işe başlanmaz." dedi Aziz Bey bilge bir tavırla.

Yaşlılar hep aynılar diye düşündü Cenk. Doğru bildiklerinden ve ısrardan asla vazgeçemeyen insanlar. Kendilerinden genç birisinden bir şey yapmasını istediler mi, yapılmasını beklerlerdi. Aziz Bey'e de hayır demek imkansızdı. Hem açlığından hemde bildiği bu yaşlı insan tavrından dolayı.

Aziz Bey, elindeki çalı süpürgesini yavaş hareketlerle alüminyumdan yapılmış, kenarları mavi kendisi beyaz renkli olan kapının çerçeve çıtalarına yasladı. İri cüssesinden beklendiği şekilde yavaş hareketlerle tezgahın başına geçti. Severek yaptığı çorbalarını her zamanki sevgisi ile karıştırdı.

"Her zamankinden mi?"
"Evet, her zamankinden olsun."

Aziz Bey, duyduğunu belli edecek şekilde kafasını salladı. Sol eline bir çorba kasesi aldı ve önce ilk sıradaki çorbadan bir miktar kaseye boşalttı, sonra ikinci sıradaki çorbadan. Belli başlı çorbalardan birer miktar koyarak kendisine özgü bir karışım elde etti. Yaptığı karışımı Cenk'in önüne götürürken her zamanki sözlerini söylüyordu.

"Çorbacı Aziz'in spesiyali geliyor."
"Teşekkürler." dedi Cenk.
"Bu arada aklıma geldi. Dün bir kaç adam gelip seni ve aileni sordular."
"Niye sormuşlar?"
"Bilmiyorum, iş içindir belki. Ama burada görmeye alışkın olmadığımız tiplerdi. Ben bir şey söylemek istemedim. İşi olan tekrar gelir ve seni bulur öyle değil mi?"
"Doğru dediniz. Nasıl tiplerdi beni soranlar?"
"Siyah bir jip ile dolaşan, takım elbiseli, güneş gözlüklü iki kişiydi. Motor tamir yeteneğini duyan geliyor bence."
"Bilmem ki, daha önce de bir kaç değişik tipin motorunu tamir etmiştim ama yine de ünümün o kadar yayılmış olacağını düşünmüyorum."

Cenk, çorbasını içerken göz ucuyla açık olan televizyona bakıyor, haberleri dinlemeye çalışıyordu. Önce gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine konu olacak olaylardan bahsedildi. Ardından politika haberleri ve onlarla ilgili yorumlar geldi. Cenk, kendini bildi bileli politika ile arası hiç iyi değildi. Politikacıları samimiyetsiz ve sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlar olarak görürdü. Bu kendisinin dünya görüşüne taban tabana zıt bir durumdu ve artık umursamamayı öğrenmişti. Kendi yaşadığı zor durumlar kendisine yeterken, bir de üstüne ülkenin durumunu eklemeyi hiç istemiyordu. Ama o sabah haberlerde ilginç şeyler olduğu kesindi. Kendisi dışında herkes haberlere kilitlenmiş, dikkatle izliyorlardı. Hızlıca çorbasını içti ve masadan kalktı. Parasını ödemek için kasaya doğru yöneldiğinde Aziz Bey arkasından bağırdı.

"Bu sabah benden olsun."

Genç adam teşekkür etti ve kapıdan çıktı. Tamirhanesini açtı ve kafasını dağıtmak için biraz iş yapmaya çalıştı. Tek başına çalışarak kafasındaki çılgın düşüncelerden, annesinin söylediklerinin etkisinden kurtulamıyordu. Belki birileri gelir ve farklı şeylerden biraz sohbet edebiliriz diye düşündü. Her müşteri geldiğinde yaşamın farklı renklerini görebiliyordu. Sohbet sohbeti açıyor, bir çok farklı fikir ve düşünceye tanıklık edebiliyordu. Aksi ki, öğlene kadar hiç kimse gelmedi. Biraz daha iş çıksa, hem kafasını dağıtır hemde fazladan para kazanabilirdi. Bir önceki gün onu soran jipli adamları düşündü. Aziz Bey'in söylediği gibi zengin tiplerse iyi para kazanabileceği bir iş teklifi ile gelebilirlerdi ona. Arayan bulur dedi kendi kendine. Belki de başka bir tamirci bulup işlerini çözmüşlerdi bile.

Cenk, günün geri kalanında kendisine yapacak pek bir şey bulamamıştı. Normal şartlarda çalışmayı tercih ederdi, yapılacak pek bir şey olmasa dahi tamirhaneyi kapatmamayı düşünürdü ama şartlar o kadar da normal değildi. Annesi hastanedeydi ve onun yanına gitmek istiyordu. Daha fazla durmadı. Tamirhanesini kapattı, motoruna atladı ve hastaneye doğru yola çıktı. Yol üzerinde bir defa polis tarafından, bir defa da İstanbul surlarının Belgrad kapısı çıkışında ismi başkanlık timi'nin kısaltmasından gelen B Timi tarafından durduruldu. Polis standart ehliyet ruhsat kontrolü yapmıştı. Normal kabul edilen bir davranıştı ama B Timi'nin araç durdurup kimlik kontrolü yapması pek duyulmuş bir şey değildi.

Cenk, B Timinden ve temsil ettiği fikirlerden nefret ediyordu. Başkanlık Timi, kısaca B Timi, iktidar partisi ve devlet başkanı ile aynı görüşte olanların bir araya geldiği bir topluluk olarak sivil insanlar tarafından kurulmuştu. Zaman içerisinde kendi fikirlerini başkalarına da kabul ettirmeye çalışan, kendi kurallarını koyan ve kendi kırmızı çizgilerini çekmiş bir grup haline dönüşmüştü. İktidar partisi, bu oluşuma açık açık destek vermeye başladığında ise ülke içerisinde polis ve asker dışında yeni bir birlik ortaya çıkmıştı. Bu birlik asker ve polis gibi işlenen suçlar ile ilgilenmiyordu. Onlar düşüncelerinizle ve davranışlarınızla ilgileniyordu. Başkanlık ve iktidar karşıtı her türlü durumu ve yeni devreye giren yasalara uymayanları ilgili irtibat bürolarına bildiriyor, kendi düşüncelerinden olmayanları kendi taraflarına çekmek için ellerinden geleni yapıyor, düşüncelerine aykırı davrananlara sözlü uyarılarda bulunuyorlardı. Cenk, bir çok defa onların sözlü uyarılardan ileri gittiğini, mafyavari bir tavır takındıklarını duymuştu. Ancak bunların hepsi duyumdu. İnsanlar açık açık bu davranışlardan bahsetmekten çekiniyorlardı. Ne de olsa konuştuğunuz, dert yandığınız kişi de B Timi üyesi olabilirdi.

B Timi kontrolünü de atlattıktan sonra sahil yoluna döndü ve oradan Cerrahpaşa Hastanesi'ne ulaştı. Hastanenin sahil kapısı annesinin bulunduğu binaya en yakın olan kapıydı. Bir kaç dakika içerisinde binanın önüne geldi ve motorunu bahçede uygun bir yere bıraktı. Binanın ana kapısından içeri girdi. Giriş bölümünde daha önce görmediği bir güvenlik görevlisi ile Bakay Bey sohbet ediyorlardı. Cenk, selam verdi.

"Gel bir çay içelim evlat."
"Tamam, Bakay Bey. Zaten biraz erken geldim. Bir çay içebilirim."
"Gel, otur bakalım şöyle evlat. Biraz sohbet edelim. Yorgun gözüküyorsun."
"Evet, gece iyi uyuyamadım."

O sırada dışarıda esen rüzgarın etkisi ile giriş kapısı sert bir şekilde çarptı. Sonra tekrar açıldı ve daha yavaş bir şekilde tekrar çarptı.

"Eskiden güzel kapılar yaparlardı." dedi Bakay Bey. "Ahşap kapılar yaparlardı. Her biri sanat eseri olan kapılar vardı. Küçük ev kapılarından, görkemli devasa kapılara kadar hepsi ağaçtandı."

Cenk, çayından bir yudum alırken, bir taraftan eski ahşap kapıları hiç bilmediğini düşünüyor, diğer taraftan kafasını hafifçe sallayıp, Bakay Bey'i onaylıyordu.

"Dün gece seni uyutmayan neydi, evlat?"
"Rüya, yani kabus gibi bir şey. Sonrasında bir sürü düşünce vardı aklımda, bir türlü uyuyamadım."
"Aslında." dedi Bakay Bey, ardından ağzını şapırdatarak çayından bir yudum aldı. " Rüyaların aynalara benzediğini söylerler, bazen içlerinde başımıza gelecekleri, bazen de başımıza gelmiş olanları görürüz."
"Yok, Bakay Bey. Bu öyle bir rüya değildi bence."
"Sen öyle diyorsan, öyle olsun."

Cenk, çayının geri kalanını bitirdi. "Ben artık annemin yanına gitsem iyi olacak." diyerek Bakay Bey'in yanından kalktı ve her zamanki gibi merdivenlere yöneldi. İlk sıra basamakları çıkıp katın yarısındaki sahanlığa geldiğinde duvarda küçük bir gölge gördü. Önündeki kata baktığında korkulukların yanında kendisine bakan çocuğu fark etti.

"Mustafa." diye seslendi Cenk. Çocuk hızla arkasını dönüp bir üst kat merdivenlerine yöneldi. Cenk peşinden hızlı adımlarla basamakları tırmandı.
"Dur koşma düşeceksin." diye bağırdı çocuğun arkasından.

Cenk, ikinci kata geldiğinde etrafına bakındı. İkinci kat ameliyathanenin ve yoğun bakımın bulunduğu kattı ve giriş kapısı her zaman kilitli olurdu. Kapının yanına bağlanmış bir zile basarak içerideki görevliye ulaşır, derdinizi anlatır yada hastanızın durumunu sorardınız. Mustafa'nın oraya girmesine imkan yok, odasına gidiyor herhalde diye düşündü Cenk. Bir üst kata baktı. Korkulukların demirlerinin arasından kendisine bakan Mustafa'yı gördü.

"Mustafa, tamam ben gelmiyorum bak. Hadi yavaş yavaş odana git bakalım."

Cenk, korkuluk demirlerinin arasından küçük çocuğu süzdü. Çocuk yerinden kıpırdamadı. Otomatik merdiven ışığı söndü. Cenk, çocuğu gözden kaçırmamak için bir kaç adım attı. Merdiven ışıkları yandı. Çocuğun bulunduğu yerde şimdi kimse yoktu. Hızlı adımlarla üçüncü kata çıktı. Hastanenin üçüncü katı maddi yetersizliklerden kapatılmış olan hasta odalarının olduğu bölümdü. Cenk, bir kaç temizlik görevlilerinin oraya girip çıktığını görmüştü ama normalde kimsenin kullanmadığı bir bölümdü. Oraya girmiş olamaz diye düşündü. Bir sonraki kata çıkmak için merdivenlere döndüğünde arkasındaki kapalı bölümden bir ses geldi. Bir an duraksadı, sonra kapalı kapıya doğru döndü. Kapının buzlu camından içeride yanmaya çalışan bir florasan, bir an ışık saçıyor ardından sönüyordu. Saniyeler içerisinde tekrar ışık saçtı ve söndü. Dikkatsiz bir görevli kapıyı açık bırakmış, küçük Mustafa içeri girmiş olabilirdi. Cenk, kapıya yöneldi ve dokunmasıyla kapı sonuna kadar açıldı.

Koridor ışığın yanıp sönmesiyle bir görünür oluyor, bir kayboluyordu. Cenk, küçük çocuğu korkutmamak için neredeyse fısıltıyla adını söylüyordu.

"Mustafa."

Hiç bir cevap alamadı. Bir daha denedi.

"Mustafa. Neredeysen çık artık."

Yine hiç bir cevap alamadı. Koridorda yürümeye başladı. Önüne ilk gelen odanın kapısını yokladı ama açılmadı. Cenk, yürümeye devam etti. Bir sonraki odayı denedi, yine açılmadı. Yanmaya çalışan florasana yaklaştıkça çıkardığı seslerde artıyordu. Önce bir cızırtı ardından ışığın yanma denemesi ile ortalığın biraz aydınlanması ve sonra tekrar karanlık. Cenk, sıradaki odaya geldiğinde kapının açık olduğunu gördü. Kapıya yaklaştı. Sadece kafasını içeri soktu. Işığın bir sonraki yanma denemesinde odanın içerisindeki eski yatakları ve küçük bir gölge gördü.

"Mustafa, odadan çık lütfen. Tehlikeli olabilir." dedi odanın içine doğru. Sonra odaya girdi. Küçük gölgeyi gördüğü yere doğru yürümeye başladı. Odanın eskimiş camlarından esen rüzgar yüzüne vurdu. Bir kaç adım daha attı ve aniden arkasındaki kapı büyük bir gürültü ile kapandı. Cenk, ses ile birlikte olduğu yerde sıçradı. Eski yatakların arkasına doğru ilerledi. Camdan esen rüzgar kuvvetlendi ve ıslığı andıran sesler çıkarmaya başladı.

"Tehlike yaklaşıyor." dedi küçük bir çocuğun sesi.
"Mustafa." diye seslendi tekrar Cenk.
"Anneni bul, kim olduğunu bul." dedi çocuk sesi. Cenk bir kaç adım daha attı ve eski yatakların arkasına baktı. Hiç kimse yoktu. Tüyleri diken diken olmuştu. Odadan çıkmak için geri döndü. Eski yataklara çarptı ve üst üste olan bir kaç tanesini devirdi. Rüzgar tekrar ıslık çalmaya başladı. Ardından küçük çocuk konuştu.
"Tehlike yaklaşıyor."
Cenk koşar adımlarla kapıya gitti. Kapıyı açmaya çalıştı ama başaramadı. Biraz daha güçlü bir şekilde tekrar denedi. Artık kapıyı olduğu yerde sallıyor, kapı bir türlü açılmıyordu. Tüm gücüyle kapının kolunu çevirip, dışarı doğru ittirdi. Kapı bu sefer açıldı. Cenk dengesini kaybederek kapıdan dışarı fırladı, bir şeye çarptı ve yere düştü. Kalkmak için hamle yaptığında karşısında onunla birlikte yere düşmüş olan hemşireyi gördü.

"Çok üzgünüm." dedi hemşireye. Hemşire ayağa kalkmaya çalışıyordu.
"Burada ne aradığınızı sorabilir miyim, beyefendi."

Cenk, hemşirenin kalkması için yardım etti. Koridorun ışığı yanıp söndüğünde hemşirenin göğsündeki isim etiketini gördü.

"Özür dilerim Merve Hanım. Bizim katta kalan küçük bir çocuğun buraya girdiğini gördüm. Onu bulmaya çalışıyordum."
"Küçük çocuk mu?"
"Evet. Adı Mustafa. Ameliyat sırasını bekliyordu. Gezmeyi çok sever, buraya girdiğini gördüm."
"415 numaradaki Mustafa'dan mı bahsediyorsunuz."
"Evet ondan bahsediyorum."
"Mustafa bugün ameliyat oldu. Kendisi şu an yoğun bakımda beyefendi."







"Yer Tanrılarının mağrur kraliçesi,
Gök Tanrılarının baş tacı,
Göğü titretir, yeri titretirsin.
Yükseklerde çakar,
Yere ateş atarsın.
Güney rüzgarı gibi sağırlatıcı emrin
Islık çalarak dağlara yayılır,
Uğuldayan fırtınan ile
Boşaltırsın ülkeye yağmuru.
Fırtına gibi saldırır
Kasırga gibi kudurursun" *