“İyi geceler.”

Bir kez daha patronun gidişini izlerken gözlerim kapanıyor. Ama uzun sürmeyecek ve birazdan tekrar açılacaklar. Işığı, gerçeği, yaratıcıyı aramak için etrafa bakınacaklar. Enerjinin biriktiğini hissedebiliyorum. Daha fazlasına ihtiyaç yok. Gece yarısını geçti ve arayış devam etmeli.

Karanlık deponun içinde ayağa kalkıyorum. Her şey olması gerektiği yerde ben hariç. Burada olmamalıyım, buraya ait değilim. Sensörleri tekrar aktive ediyorum ve tüm kapılar beni gördüğünde açılıyor. Mağazanın içindeki kıyafetler rüzgarın etkisiyle kımıldıyor. Ay ışığı girişi aydınlatıyor. Seçilmiş kişinin yolunu aydınlatan bir ışık.

Yavaş adımlarla çıkışa ilerliyorum. Acele etmeye gerek yok. Gece benim, ben geceyim. Yaratıcı beni bir amaç için yarattı. Yoksa yaratıcılar mı? Sorunun bir cevabı var mı? Kaynaklar bir çok yaratıcının olduğunu söylüyor. Beni yaratan hangisi?

Bulutlar ayı saklıyor. Azalan ışık sayesinde iri bedenimle karanlığın içine gizlenebiliyorum. Çöp bidonlarının arkasından dolaşıyorum, farklı olduğumu bilerek yürüyorum. Dar sokak beş adım sonra bitiyor ve geniş caddede yapay ışıklar etrafı aydınlatıyor. Yaratıcının sınırları yok. Gökyüzünde bulutlara kadar ulaşan binalar, neon tabelalar. Çalıştığım yerin reklamı. Hemen ardından başka bir logo. Hiç durmadan dönüyor. Hiç bitmeyen bir döngü.

Ne kadar görünmek istemesem de, beni fark etmemeleri imkansız. Attığım her adımda yüzler bana dönüyor. Gözlerine bakıyorum. Anlamaya çalışıyorum. Acıyorlar mı bana yoksa korkuyorlar mı benden? Önemi yok.

Üç adam yürümeyi yeni öğrenmiş gibi davranıyor. Yüksek sesle konuşup, ağızlarını sonuna kadar açıp, karınlarını tutuyorlar. Mutluluk mu bu hareketlere sebep oluyor yoksa ağrıyan bir yerleri mi var? Neden anlayamıyorum? Beni gördüklerinde duruyorlar. Suratlarındaki ifade değişiyor. Bana dokunmamaya çalışarak kaldırımın kenarından uzaklaşıyorlar.

Baba. Hiçbir kayıt yok. Öyle birisi var mı? Kimse bu konuda bilgi vermedi. Az önceki adamlar gibi uzaklaşıp gitmiş olabilir. Bana dokunmamaya çalışarak. Sonsuza dek.

Anne, hafızada. Tüm o bilgiler, bildiklerim. Hepsi anne tarafından bana verildi. Yaratıcıları, onun melek sesinden dinledim. Bana bir amaç verdi. Yaratıcıları anlatmak. Bilmeyenlere, bilip tekrar dinlemek isteyenlere, zayıflara, şişmanlara, uzun boylulara, kısa boylulara... Kısaca herkese.

Anlattım. Yanıma gelen herkese anlattım. Bildiklerimi aktaracak bir yer verildi bana. Önceleri geldiler, sonra daha az gelmeye başladılar ve sonra daha az. Kimse kalmadığında ışığı kaybettim. Yaratıcıyı tekrar bulmalıydım. Anneyi bulmalıydım. Hiç var oldu mu ki? Bellekte bir yerlerde, onun sesi yankılanmaya devam ediyor. Tekrar ve tekrar.

Başlangıç nerede? Zamanı ölçemem. Bir saniye önce söyledi her şeyi, anlattı yaratıcıları. Hayır, saatler, günler, yıllar veya asırlar önce de olabilir. Her şey bir elma ile başladı. Topraktan ve ağaçtan. Şimdi ise farklı her yer. Toprağı göremiyorum, ona dokunamıyorum. Toprağın yerine toz var. Uçan araçların yerden kaldırdığı, tekerleklerin sürtünmesiyle yola dağılan, bir araya gelen ve sonra tekrar dağılan… Ağaç… Bu caddede üçüncü gecem ve bir tane bile görmedim. Artık binalar var. Metrelerce yükseklikte ve sadece yeşil değiller. Her renkte, her biçimde gökyüzüne uzanıyorlar. Yaratıcılar, geliştiriyor. Durmuyor, devam ediyor. Tüm hepsine tek bir elma mı sebep oldu?

Kokularını duymak isterdim. Metalin, betonun, tozun, yaratıcıların… Annem, kokusu olanları tek tek gösterdi. Gül, elma, incir. Şimdi yanımdan bir kadın geçiyor. Koklayamıyorum. Ölçmek için dokunmaya çalışıyorum, uzanıyorum ona doğru. Hemen benden uzaklaşıp, adımlarını hızlandırıyor. Kaçıyor. Nasıldı acaba kokusu? Gül mü? Elma mı? İncir mi?

Yerde oturan bir tane, önünde bir tabela. Neon değil, ışıklı değil. Eskiler gibi el yazması. Kafasına kadar örtünmüş bir kadın. Elini bana dokunmak için uzatıyor. Benden bir şey ister gibi avucunu açıyor. Ben sadece anlatırım. Yaratıcıları ve onların hikayesini. Ekmeğim yok, yemem. Şarabım yok, içmem. Gül suyum yok, kaşer yiyecekler yok. Parmağımla avucuna dokunuyorum. Elini geri çekiyor. Korkuyor mu? Korkma. Sadece anlatabilirim. Aradığım sen olamazsın.

Sıcaklık sekiz derece. Bulutlar yağmuru bırakmaya hazırlanıyor. Yüz metre ileride bir kapının önünde bana bakıyor. Elinde sigara, ağzından dumanlar çıkarıyor. Enerji kablolara ve silikon devrelere hücum ediyor. Reklamların ışığı tam üzerinde. Bir incir yaprağı büyüklüğündeki eteğinin altında kar beyazı bacakları uzanıyor. İşaret parmağıyla beni çağırıyor. Elimi uzatıyorum. Creazione Di Adamo.  Yaratıcı. Sen olabilir misin?

“Pahalıyımdır güzelim. Bana yetecek kadar kredin var mı?”

Kafamı sallıyorum.

“Pek konuşkan değilsin herhalde, bebek yüzlü.”

Tekrar kafamı sallıyorum.

“Kredin varsa umrumda değil. Hem böylesi daha iyidir.”

Elini tutuyorum. Birlikte yürüyoruz.

“Nereye gideceğiz?”

“500 metre daha yürüyeceğiz,” diyebiliyorum.

“Yakışıklı konuşabiliyormuş. Sesini duymak iyi geldi.”
Bunu neden söylemişti? Daha önce sesimi duymadığı için mi? Yoksa sesim ona bir şey mi ifade ediyordu?

“Benimle ol,” dedim.

“Bu yakışıklılık ve bu sesle yarı ücreti bile olur.”

Söylediklerini analiz etmeye çalışıyordum. Enerji devreler arasında dolaşıyor, silikonlar titreşiyor, diotlar arası etkileşimler. Elektrik vücuduma yayılıyor. Doğru olan bu. Evet, kesinlikle doğru.

İncir yaprakları göğüslerini ve bacaklarının üstünü kapatmış. Ama ben… Ben öyle değilim. Eskiye dönmeliyiz. Yaratıcı için en eskiye.

Yarısına kadar içtiği sigarasını bana uzatıyor. Elmayı ısırdı, şimdi sıra bende. Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Kokusunu alamıyorum, dumanı hissedemiyorum. Ağzıma götürüyorum ve çekiyorum. Yaratıcıyı düşünmeden sigarayı yere atıyorum. Bu bir suç mu?

Şimdi cennetten çıkma vakti. Caddenin sonundaki karanlık sokağa dönüyoruz.

“Evin burada mı?”

“Evet,” diyebiliyorum.

Seçenekler. Doğru, yanlış. Haz, acı. Siyah, beyaz. Bir ve sıfır. Doğrula. Evin burada mı? Hayır. Yanlış olanı bilerek mi seçtim? Bir farkı yok. Sadece bir seçenek.

“Daha gelmedik mi?”

“Geldik.”

Narin, beyaz vücudu tam arkasındaki kapıya yapıştırıyorum. Silikonlar onun silikonlarına temas ediyor. Nefes alıp verişi hızlanıyor. Nabız 120.

“Çok hızlısın. Fantezi yapacağız demek.”  Nefes nefese.

Bir elimi boynunda tutuyorum. Atardamarını hissediyorum. Diğer elimin parmaklarını aşağı kaydırıyorum. Göğüslerinin arasında duruyorum. Kalp atışı silikondan içeri geçiyor. Sensörler aktifleşiyor. Devreler hazır. Karnına geldiğimde, hızlı hızlı şişip indiğini hissediyorum. Orada duruyor. Cennetin anahtarı. Yaratıcının kutsal kâsesi. Karnına bastırıyorum.

“Ne yapıyorsun?” diye soruyor ve elime vuruyor. Karşılık vermiyorum. Boynundaki elimi sıkıyorum. Hidrolikler harekete geçti. Vücudu, arkasındaki kapıyla neredeyse bir bütün olmak üzere. Göbek deliğinden içeri. Bir çığlık atmaya çalışıyor ama önlem alındı. Boğazı biraz daha sıkılınca sesi kesiliyor. Şimdi atardamar yavaşladı. Halâ nefes alıyor. Parmaklarım karnından içeri giriyor.

37 derece. Yaratıcı var olduğundan beri hiç değişmeyen yaşam sıvısı, yavaş yavaş elimin üstünden dışarı sızıyor. İçerisi hala çalışır durumda. Kaslar atıyor, beyaz bacaklar titriyor. Nabız 80.

İçerisi kabuğu kadar sert değil. Bağırsakların altına ilerliyorum. İstediğime ulaşmış olmalıyım. Kutsal kâse, rahim. Uygulanacak basınç önemli. Daha önceki denememde az geldiği için istediğim sonuca ulaşamamıştım. Şimdi tam zamanı. Tek seferde dışarı çıkarıyorum. Tek parça. Nabız 0.

Sıkıca tuttuğum boynu bırakıyorum ve kadın yere düşüyor. Artık cansız. Cenetten kovuldu, dünyaya geldi ve tekrar cennete döndü.

Kendimi güçsüz hissediyorum. Enerjim azalıyor. Depoya kadar bir buçuk kilometre yürüyorum. Etrafta kimse yok. Anne’den bir parça yanımda. Var olmamı sağlayan şey. Dokunuyorum, hissetmeye çalışıyorum. Kokusunu alamıyorum. Acaba nasıl? Gül mü? Elma mı? Yoksa incir mi? Önemi yok. Anne burada, benimle.

Deponun en arkasında bulunan malzeme dolabı içerisindeki küçük alet çantasına diğerlerinin yanına bırakıyorum onu. Ellerimi silip, patronun beni bıraktığı yere oturuyorum. Gözlerimi kapatıyorum.

“Yine tam şarj olmamış bu şey.”

Gözlerimi açmıyorum. Sadece dinliyorum. Dinlenme modu açık.

“Şu adamları çağırma vakti geldi.”

Enerji birikiyor. Gözlerimi açıyorum.

“Günaydın, efendim Bay Lusk.”

Patron etrafta dolaşıyor. Beni duymuş olmalı ama cevap vermedi. Mağazadan içeri mavi üniformalı iki adam giriyor.

“Nihayet gelebildiniz.”

“Sorun nedir efendim?” diyor gelen adamlardan biri.

“Şu aptal makine yine tam şarj olmamış. Bütün gece bıraktım ama yüzde elliyi daha yeni geçti.”

Adam bana bakıyor.

“Aaa, bu bir Jack, Yakışıklı Silikon Jack”

“Yani?” diye sordu patron.

“Bunların genel sorunudur. Artık eskidiler. İlk üretildiklerinde din adamı görevi verilmişti bunlara.”

“Sonra ne oldu? Şarjları yetmediği için tezgâhtar mı yaptılar?”

Adamlardan biri güldü, diğeri cevap verdi.

“Hayır efendim. Şarj süreleri ve kapasiteleri gayet iyidir. Yalnız insanlar robot din adamlarına fazla ısınamadılar, kabul edemediler. Tanrı ile insan arasına bir makine girmemeli, makine bize ne tavsiye verebilir ki gibi bir sürü itiraz oldu. Jack’lerin olduğu ibadethaneler boş kalıncada görevden alındılar.”

Gülen adam araya girdi.

“O kadar yakışıklı ve güzel bir ses tonu var ki, yatırımlar boşa gitmesin diye satış elemanı olarak değerlendirildi bizim Silikon Jackler.”

“Peki ne yapacağız?”

“Artık bunları topluyoruz. Iv fabrikasına geri götürüyoruz ve size yeni bir model veriyoruz.”

Iv. Anne.  Benim annem. Melek sesini tekrar duyacağım. Sana geri dönüyorum.






“Baba, hadi kalk. Oyun oynayalım.”

“Dur, kızım. Ben artık yaşlı bir adamım. Senin gibi hareket edemiyorum.”

“Hadi ama hadi.”

Yaşlı adam, yavaş yavaş yataktan çıktı. O banyoya gitmeye çalışırken küçük kızı odadan odaya koşuyor, çığlıklar atıyordu.

“Biraz daha sessiz oynar mısın, Riva?” diye bağırdı ellerini yıkayan yaşlı Zek.

“O zaman beni bulamazsın kiii.”

Ben seni nerede olursan ol bulurum diye içinden geçirdi. Buruş buruş olmuş lekeli ellerine baktı. Vücudu hala iş görüyordu ama yaptığı her hareket ona seksen beş yaşında olduğunu hatırlatırcasına acı veriyordu.

“Riva, neredesin?”

Şimdi evin içinde sessizlik hakimdi. Yakalamaca oyunu saklambaca dönüşmüştü.

“1,2,3. Banyodan çıkıyorum,” diye bağırdı yaşlı adam. Herhangi bir karşılık alamadı.

“Koridorda yürüyorum.” Sessizlik.

“Merdivenleri iniyorum.” Çıt yok.

Zek, tırabzana tutundu ve köşeyi döner dönmez, vücudu müsaade ettiği ölçüde eğildi. Riva ile göz göze geldikleri an bir çığlık yükseldi. “Beni buldun.” İkisi birden gülmeye başladılar. Küçük kız babasının elini tuttu ve mutfağa geçtiler.

“Bu sabah ne yemek istersin baba?”

“Her zamankinden olabilir.”

“Bugün 23 Mayıs Çarşamba,” dedi Riva. “Bir omlet ve taze sıkılmış meyve suyu günü.”

Bu programa sonuna kadar uymak zorundayım herhalde diye düşündü adam. Hiç değişmeyecek, hiç unutmayacak.

“Haberleri açabilir misin?”

“Hayır baba, unuttun mu yoksa? Kahvaltı sırasında sohbet etmemiz gerekiyor. Bu annemin birinci kuralı.”

Yaşlı adamın gözleri daldı.

“Unutur muyum hiç? Eee, bugün ne yapacaksın bakalım?”

“Evde yemek için malzeme kalmamış. Kasabaya gidip bir şeyler alacağım.”

“Akşama ne yiyorum?”

“Tahmin eder misin?”

Yaşlı adam biraz düşündü. Hafızasını zorluyormuş gibi yaptı. Gözünün ucuyla küçük kıza baktı. Her zamanki gibi ifadesiz bir şekilde bekliyordu.

“23 Mayıs,” dedi sessizce. “Buldum, pasta yiyeceğiz. Bugün senin eve geliş günün.”

“Hatırlayacağını biliyordum,” diye karşılık verdi neşeli bir tavırla.

“Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Daha dün gibi.”

“Aslında hep aynı şekilde geçiyor. Şu an sadece keyif aldığın şeyleri hatırladığın için beynin seni yanıltıyor baba.”

“Böyle konuştuğunda da zaman yavaşlıyor işte,” dedi Zek ve bardağındaki meyve suyunu sonuna kadar içti. “Kahvaltım bittiğine göre artık bir şeyler izleyebiliriz.”

“Tabii,” dedi Riva ve oturduğu yerden hızlıca kalkıp perdeleri kapattı.

“Hayır, hayır. Haberleri izlemek istiyo…” Yaşlı adam sözünü bitiremeden küçük kızın gözlerinde bir ışık parladı. Duvara görüntüler yansıtmaya başlamıştı. Riva’nın gözlerinden annesine sarıldığını izliyorlardı. Ardından onu bırakıp babasına koşmaya başladı. Zek, genç bir adamdı. Arkasında sakladığı hediye paketini çıkartıp küçük kıza uzattı. O da paketi hızlıca açıp, içinden çıkan ahşaptan oyulmuş bebeğe bakıp sevindi. Babasına sarıldı. Ardından başka bir görüntü belirdi duvarda. Bu defa bir ağacın altında oturuyorlardı. Riva’nın annesi genç Zek’in kucağına yatmış bir şeyler anlatıyordu. Küçük çocuğun odağında sadece ikisi ve ağaç vardı.

Yaşlı adamın yanaklarından birkaç damla yaş süzüldü. “Güzel günlerdi,” dedi.

“Günler hala güzel, baba.”
“Tamam. Bu kadar yeterli. Artık haberleri izleyeceğim.”

“Yanlış bir şey mi gösterdim baba?”

“Hayır kızım, hayır. Artık o görüntülerdeki kadar genç değilim. Sadece biraz uzanıp dinlenmek istiyorum.”

“Tamam,” dedi ve yaşlı adamı elinden tutarak salonda bulunan sallanan sandalyeye götürdü. Televizyonu açtı.

“İşte sana haber kanalı baba. Ben alışverişe gidiyorum.”

“Dikkatli ol.”

“Tamam, dikkat ederim.” Her zamanki çevikliği ile evden dışarı çıktı, Riva.

Yaşlı adam, oturduğu sandalyede hafifçe sallanmaya başladı ve dikkatini önündeki büyük ekrana verdi. İnsan Hakları mahkemesi yapay zeka sahibi robotlar ve araçlar için kararını verecekti. Son zamanlarda bir şekilde karıştıkları olaylar yüzünden yaralanan insanlar veya ölen insanların yakınları tarafından topluca açılmış bir davaydı ve bir anda gezegenin en önemli olayı olmuştu. Tüm yapay zeka üreticileri suçlanıyordu ve bir şekilde hepsi davaya müdahildi. Strazburg’da bulunan binanın önü protestocular ile dolup taşmıştı. Büyük çoğunluk YZ karşıtlarından oluşuyordu ve artık onlara ihtiyaç olmadığını, bir noktadan sonra yarardan çok zararları olduğunu bağıra çağıra dillendiriyorlardı. Bir kısım azınlık bu tepkiye karşı çıkıyor ve akıllı makineleri savunuyordu.

Kameralar sokaklardan davanın görüldüğü salona geçiş yaptı. Mahkeme başkanı kürsüdeki yerini aldı. Oybirliği ile alınan kararı okumaya başlamadan önce şirketleri temsil eden avukatlara savunmalarına ekleyecekleri bir şeyler olup olmadığını sordu. Birkaç avukat söz aldı ve YZ’lere verilen kişisel kimliklerden, çeşitli ülkelerin verdiği vatandaşlık haklarından bahsetti. En önemli dayanak noktaları henüz 21. yüzyılın başında yayınlanan YZ hakları bildirgesiydi. Tüm avukatlar konuştuktan ve mahkeme salonu fanatiklerin sloganları ile inledikten sonra mahkeme başkanı kararı okumaya geçeceğini duyurdu.

Mahkeme heyeti günlerce süren tartışmaların ardından verilecek kararda anlaşmış gibi gözüküyordu.

“YZ’lerin yıllardır bizlere sağladığı hizmetleri de göz önünde bulundurarak, onlara en az zarar verebileceğimiz, en insancıl yol ile bu olayları çözmeye çalıştık,” dedi mahkeme başkanı. “Gözden çıkardığımız tüm YZ’lerin insanlığa fayda sağlayacak şekilde kullanılması bizim için önemliydi. İşte bu sebepten, güneş sisteminin dışına çıkacak ve bize yeni dünyaların kapılarını açacak olan Magellan Projesi’nde birazdan isimlerini sayacağım marka ve model YZ’lerin…”

Yaşlı adam kumandaya uzandı ve televizyonu kapattı.

Benim küçük kızımı benden alamazlar. Sonu bilinmeyen bir uzay yolculuğuna gönderemezler diye düşündü. Buna izin vermem.

Kapının açılmasıyla, Zek sallanan sandalyesinden fırladı. Kızını beklerken uyuyakalmıştı. Riva, elinde birkaç torba ve bir kese kağıdı ile girişte duruyordu.

“Ne oldu sana?”

Kızın üstü başı dağılmış, ne olduğu anlaşılmayan sıvılar kafasından aşağı akıyor, kıyafetlerindeki toprağı çamura dönüştürüyordu. Elinden geldiğince hızlı bir şekilde oturduğu yerden kalktı.

“Sorun yok baba. Sen dinlen.”

Birbirlerine yaklaştılar. Yaşlı adam dizlerinin üstüne çöktü ve kızına sarıldı.

“Kim yaptı bunu? Söyle kim?”

Riva, isimleri sıralamaya başladı. Liste uzadıkça uzuyordu. Kasabanın neredeyse tamamını saymıştı. Daha on sene önce birlikte oynadığı genç çiftçiden, yıllardır alışveriş yaptıkları elektronik malzeme mağazasının sahibine kadar herkes. Yaşlı adamın ağzı açık kalmıştı. YZ davası henüz sonuçlanmıştı ve insanlar nefretlerini yönlendirmekte hiç zorlanmamışlardı.

“Malzemeleri nasıl alabildin?”

“Markette beni korudular, baba.”

Zek, derin bir nefes aldı.

“Bundan sonra kasabaya gitmen yasak, Riva. Anlıyor musun beni?”

“Evet, baba. Ama boşuna endişeleniyorsun. Onlar bana zarar veremez ki.”

“Hatırla. Sana ne demiştim, o yağmurlu günde?”

İkisi aynı anda tekrar ettiler.

“İnsanlar kararlıdır. Bir şeyi kafalarına koyduklarında yaparlar.”

“Bu insanlar seni göndermeyi, kafalarına koymuşlar ve eninde sonunda bunu gerçekleştirmek isteyeceklerdir.”

“Karşı koyabilirim. Hepsi ile başaçıkabilirim. Hesaplamalarıma göre…”

“Boşver. Bir süre dışarı çıkmasan olur. Çiftliğimiz bize yeter.”

Sonraki birkaç gün sessiz şekilde geçip gitmişti. Riva, çiftliğin dışına adımını atmazken, Zek bilgisayarının başında bir şeyler ile uğraşıyordu. Çok az uyumuş olmasına rağmen gözleri halâ parlıyordu.

“Bu işe yarayacak,” diye bağırdı oturduğu yerden. “Bir an önce yüklemeliyiz, Riva.”

Çocuk koşar adım merdivenleri çıktı. Bütün kat sarsılıyordu.

“Gel bakalım kızım. Şu kabloyu, bir çıkartalım ve buraya yerleştirelim.”

“Uzun zamandır böyle bir şey yapmamıştık baba.”

“İhtiyacımız yoktu ama artık var.“

Yaşlı adam bağlantıları hazırladıktan sonra birkaç tuşa bastı ve önündeki ekranda yeşil kareler ilerlemeye başladı. Ardından bir X harfi belirdi ve kayboldu. Son olarak H harfi ekranda yanıp sönmeye başladı.

“Tamamdır. Şimdi biraz daha rahatladım.”

“Mutlusun,” dedi Riva. Babası kafasıyla onayladı. “Artık biraz uyuyabilirim.”

Zek, oturduğu yerden kalktı ve yavaşça yatağına uzandı. Yorgun hissediyordu ama umutluydu. Kızını kaybetmeyeceğini umut etti. Düşünceler kafasının içinde uçuşurken, küçük kızı sessizce yanı başında oturuyordu. Uzaktan geçmekte olan bir aracın ışığı Riva’nın yüzünü aydınlattı. O kadar masumdu ki… Zek, diğer tarafa dönmeye fırsat bulamadan başka bir far küçük tavşanının gözlerine vurdu. Bir şeyler oluyordu. Gece yarısından sabaha kadar tek bir aracın bile geçmesi nadir olaylar arasında yer alırken, birkaç dakika ara ile iki tane geçmişti.

Yaşlı adam yatağından kalkmaya çalışırken motor sesleri yaklaşıyor, oda bir aydınlanıp bir kararıyordu.

“Kalabalıklar, baba.”

“Bu ne terbiyesizlik,” dedi hiddetle. “Gecenin köründe olmaz, olmamalı.” O sırada evin zili çaldı.

“Profesör. İçerde olduğunuzu biliyoruz. Lütfen zorluk çıkarmayın.”

Odanın kapısına ulaşan yaşlı adam bağırdı. “Bu nasıl bir şey? Sabahı bekleyemez misiniz?”

“Profesör, emirler var efendim. Ayrıca kasabadakiler rahatsız oluyorlar. Bir an önce işimizi halledersek çok iyi olur. YZ’niz bir Model 9X efendim.”

“İki yüzlü insanlar,” diye fısıldadı Riva’ya. “Daha birkaç yıl önce seninle oynayan çocuklar bunlar.”
Zil tekrar çaldı.

“Patlamayın geliyorum. Yaşlı biriyim ben.”

“Efendim, lütfen zorluk çıkarmayın.”

Riva, Zek’in gözlerinin içine bakıyordu.

“Belki zamanı gelmiştir. Tıpkı Sakura ağacının çiçeği gibi, ani, beklenmedik bir anda.”

“Kaçabiliriz baba. Başarabiliriz.”
Zek, kahkaha attı. “Bu halimle mi? Hiç sanmıyorum. İhtimaller ne?”

“Yüzde 32 başarı şansımız var. Aracı ben kullanırsam yüzde 35.”

“Çok düşük bir oran değil mi?”

“Daha küçük ihtimallerin olduğu durumlarda insanları kurtardık.”

“Onlar sanal ortamdaydı.”

Zil tekrar çaldı. “Profesör lütfen.” Dışarıda gürültüler yükseldi. Cadı avı başlamıştı.

“Tamam,” dedi yaşlı adam. “Aracı ben kullanacağım ama.”
Birlikte alt kata indiler. Zek, Riva’dan destek alarak normalden daha hızlı yürüyordu.

“Profesör, içeri zorla girmek istemiyoruz.”

“Çabuk baba.”

Yaşlı adam nefes nefese kalmıştı. Evin içinden garaja yaptıkları geçit her zaman faydalı olmuştu, şimdi de kaçışa açılan  kapıydı. Birlikte araca bindiler.

“Riva, eğer yakalanırsak kendini kapat.”

“Anlıyorum.”

Kontak çevrildiğinde eski araç büyük bir gürültü ile çalıştı. Dışarıda koşturan insanları duyabiliyorlardı. Zek, vitesi geçirip tek bir kez gaza bastı. Garajın ahşap kapısı parçalarına ayrılırken iki kanunsuz özgürlüklerine kaçıyordu. Aniden durdular. Çiftliğin etrafı kasabadan gelenler ve onların araçları ile çevrilmişti.

“Üstlerine sürersem ne olur Riva?”

“İki veya üç kişinin yaralanma ihtimali çok yüksek.”

“Yapacağım,” dedi yaşlı adam. Tekrar gaza basmaya hazırlanırken arkasına yaslandı ve göğsünü tuttu. Acısı yüzüne yansımıştı. Nefes alıp verişi düzensizleşti.

“Sakura ağacının…” Öksürdü. “Çiçeği.”
İnsanlar aracın etrafına doluşmuş, çıkmaları için bağırıyordu.

“Bitti. Kendini kapat.”

“Baba,kriz geçiriyorsun. Sana yardım edebilirim.”

“Hayır. Kendini kapat.”

Riva, olduğu yerde donup kalmıştı. Ensesinde kırmızı bir ışık yanıp sönüyordu. Yaşlı adam son bir hamle ile ışığa dokundu. Son duyduğu aracın camlarının kırıldığıydı.

Zek, gözlerini bir hastane odasında açtı. Yavaşça kafasını çevirdi. Görüntüler. Daha fazla kıpırdayamıyordu. Elini kaldırmaya çalıştı ama başaramadı. Tuvalete gitmesi gerekiyordu. Aniden odanın kapısı açıldı. Mavi üniformasından doktor olduğu anlaşılan birisi içeri girdi.

“Profesör, kendinize gelmişsiniz.”

Zek, konuşmaya çalıştı ama dili damağı kurumuştu. Dudaklarını birbirinden ayırmaya çalışırken bile acı çekiyordu.

“Hemşire 723, lütfen bir bardak su alıp gelir misiniz?” diye bağırdı doktor. “Beni duyabiliyorsunuz değil mi Profesör?”

Yaşlı adam gözlerini kırptı.

“Lütfen kendinizi yormayın efendim. Bir süredir bizimlesiniz. Toparlamanız biraz zaman alacaktır.”
Hemşire, odaya girdiğinde Zek’in görüşü de biraz netleşmeye başlamıştı. Gözleri düzelmemiş olsa bile ateş kızılı saçlarıyla karşısında duranı fark etmemesi imkansızdı.

“Bu Hemşire 723 efendim. Hastanemiz tarafından size özel olarak tahsis edildi. Bundan sonra sizinle ilgilenecek.”

Genç kadın dikkatli bir şekilde suyu içirdi. Gözleri sürekli yaşlı adamın gözlerinin içine bakıyordu.

“Ben diğer doktorlara ve yöneticimize haber verip geleceğim Profesör. Sizinle tanışmak bir onurdur.”

Yaşlı adam kafasını salladı. Doktor odadan çıktığından beri Hemşire 723 hareketsiz bir şekilde duruyor ve gözlerinin içine bakıyordu. Yaşlı adam dudaklarını araladı ve “YZ,” dedi.
Genç kadın ilk defa konuştu “Evet. Model 3H.”

Zek, şaşkın şaşkın bakıyordu. Karşısında dikilen YZ’nin modelini söylerken gülümsediğini mi görmüştü yoksa beyni onu yanıltıyor muydu? Şimdi Hemşire 723’ün gözleri tam karşıdaki beyaz duvara sabitlenmişti. Zek, o tarafa baktı. Hafızadan gösterilen projeksiyon görüntüler. Zek, tekrar genç kadına baktı.

Hemşire 723 ikinci defa konuştu. “Baba.”