Küçük odanın içerisinde yanıp sönen ışıkları, neon mavisi çakan elektrik akımlarını, kendilerini içeride olanlardan koruyan bir camın arkasından izlediler. Yaşlı profesör kollarını göğsünde kavuşturmuş hiç kıpırdamadan içeri bakıyor, genç yardımcısı ise kontrol panosunda bir o düğmeye bir bu düğmeye basıyordu. Deney odasında ışıklar azaldıkça genç adamın yüzündeki telaş belirginleşmeye başladı. Profesör, boş deney odasına bir süre daha baktı.

"Bir sorun mu var Ahmet?"

Ahmet, daha da telaşlanmıştı. Profesör ona dahi bakmadan bir sorun olduğunu görebiliyordu.

"Efendim." dedi ve bir an duraksadı.
"Geveleme de ne olduğunu söyle artık?"
"Bir önceki deneye göre yirmi saniye kısa sürdü, efendim."
"Ortalama sürenin altında kalıyor o zaman."
"Evet efendim."
"Tamam, gidip Z deney odasına bakalım."

Genç asistan, deney odalarının isimlendirme mantığını bir türlü çözememişti. Deneye başladıkları oda X, deneyin sonlandığı oda Z olarak kodlanmıştı ancak ortada hiç bir zaman bir Y odası olmamıştı. Bu konuyu profesöre sorma cesaretini de kendinde bulamıyordu. Profesör ile karşılıklı olarak birbirlerine sevgi ve saygı duysalar da, Ahmet onu kızdıracak bir şey yapmaktan ve söylemekten her zaman imtina ederdi. İş ile alakasız olarak deney odalarının isimlerini sormasının onu kızdıracağından emindi.

Z deney odasının kontrol bölümüne geldiklerinde Ahmet loş bir ışıkla camın diğer tarafını aydınlattı.
"Denek 182, hareket ediyor."
"Efendim, hayati fonksiyonları normal seviyesinin altında."
"Bu tahmin edebileceğimiz bir sonuç Ahmet. Ortalamanın altında süren her ışınlanmada denekler hayati tehlike yaşadılar. Fareyi gözlemlemeye devam et. Sonuçları odama getirirsin."

Bir saat sonra Ahmet, profesörün odasına girdi.

"Profesör, denek öldü efendim."
"Testleri uygulayabildin mi?"
"Bir kaç tanesini efendim. X odasındaki ile birebir aynı fiziksel özelliklere sahipti. Labirent deneyinde biraz yavaştı ama başarılı oldu. Bunu hayati fonksiyonlarındaki yavaşlamaya bağlayabiliriz."
"Daha zeki bir tür üzerinde deney yapmamıza izin vermedikleri sürece zihinsel olarak aynı olup olmadıklarını asla anlayamayacağız."
"Fareler üzerinde yüzde yüz başarıya ulaşsak bile izin çıkmayabilir, profesör."
"Farkındayım. Bu iş bu şekilde olmayacak. Bazen bilimde ilerlemek için birilerinin fedakarlık yapması gerekir."
"Başka bir hayvan mı deneyeceğiz profesör?"
"Eğer sen bir şey söylemezsen, gizlice deneyebiliriz."

Ahmet, yutkundu. Bir an hiç bir şey söyleyemedi.

"Anlıyorum. İşini kaybetmekten korkuyorsun. Önemli değil, öyle bir şey yapacak olursam tüm sorumluluğu üstüme alırım."
"Sizin de işinizi kaybetmenizi istemem profesör."
"Tamam tamam. Bugünlük bu kadar yeter, istediğin zaman çıkabilirsin."
"Teşekkürler efendim."

Ahmet, elindeki raporları ve sonuçları sisteme girdi. Deneklerin yarısı yaşamayı başarmıştı ancak diğer yarısı yaklaşık bir saat içinde ölmüştü. Başarıdan çok uzak bir istatistik olduğunu düşündü. Yüzde doksan başarı oranı bile bu tarz bir deney için riskli bir seviyeydi. Bu sonuçlar ile hiç bir yetkili başka bir hayvan türüne geçmelerine izin vermeyeceğinden emindi. Ama profesörün merak ettiğini kendisi de düşünüyordu. Zihin, bilinç ve en önemlisi ruh ışınlanabiliyor muydu? X odasında atomlarına ayırıp Z odasında tekrar birleştirdikleri fareler sadece fiziksel olarak mı transfer oluyordu? Diğer odada oluşturulan tamamen farklı bir fare miydi? Yoksa aynı fareyi o odaya göndermeyi başarmışlar mıydı? Eğer tüm denekleri hayatta kalsaydı belki başka bir hayvan ile daha net bilgilere ulaşabilirlerdi.

Ahmet, kafasındaki sorular ile montunu eline alarak odasından çıktı. Profesörün odasına uğradı ancak kendisini göremedi. Laboratuvarın koridorunda çıkışa döneceği sırada X odasının kapısının aralık olduğunu gördü. Profesörün çalışmaya devam ettiğini düşünerek kontrol bölümüne girdi. Sistemler açık ve çalışır vaziyetteydi ancak profesörü başında göremedi. Deney odasında ışıklar yanıp sönmeye başladı. Neon mavisi şimşekler çaktı ve Ahmet içeride bir siluet gördüğünü sandı. Işıklar tekrar yanıp söndüğünde, ağzı bir karış açık kaldı. Elindeki ceketi yere düşürdü. Hemen kontrol paneline uzandı.

"Profesör, siz ne yaptınız?" diye bağırdı önündeki mikrofona.
"Fedakarlık."
"Profesör, hayır. Yarı zamana ulaşmışsınız."
"Sakın durdurma Ahmet, sakın."

Bir kaç saniye içerisinde profesör ortadan kayboldu. Ahmet koşarak Z odasına geçti. Profesör yavaş yavaş Z odasında belirdi. Işıklar normale döndüğünde Ahmet, profesörü bulunduğu yerden çıkarmak için kapıları açtı. Profesör, ellerinin üzerine çökmüş, hareket etmekte zorlanıyordu.

"Profesör." diye bağırdı Ahmet.

Profesör, nefes almakta zorlanıyordu. Ahmet, hemen profesörü sırt üstü yatırdı. Göğsü yerinden çıkacak gibi bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyordu. Profesör gülümsedi.

"Ahmet." dedi neredeyse duyulmayacak bir ses ile ve güçlükle. Ardından son bir nefes verdi. Ahmet, yığılıp kalmıştı. Profesör kendisini feda etmişti ama artık biliyordu. Oradaki kesinlikle profesörün ta kendisiydi. Ona ismiyle hitap etmişti.

Ertesi gün, profesörün cenazesi için gerekli hazırlıklar başlatıldı. Ahmet, profesörün eşyalarını odasından topladı ve çekmecesinden evinin anahtarını aldı. Daha önce bir kaç defa profesörü evine bırakmıştı ama içeri hiç girmemişti. Bu sefer kişisel eşyalarını bırakmak için gidiyordu.

Profesörün evine vardığında kolileri kapının önünde yere indirdi ve derin bir nefes aldı. Anahtarı cebinden çıkardı, kapıyı açtı. Kolileri evin koridorunda bir kenara bıraktı. İçeride ışığı yanan bir oda gördü. Işığı kapatmak için odaya yöneldi. Kapının üzerinde büyük bir Y harfi gördü. Yavaşça kapıyı araladı. Şaşkınlıktan küçük dilini yutmak üzereydi. Odanın içinde cam ile ayrılmış bir bölüm daha vardı.Odanın içinde onlarca belki yüzlerce fare dolaşıyordu. Fareler odanın tam ortasında toplanıyor ve bir şeylerin üzerine çıkıyordu. Ahmet, cama biraz daha yaklaştı ve odanın ortasında yatmakta olan biri olduğunu fark etti. Cam odanın kapısını açtı. Farelerin bir kısmı dışarı fırladı.

"Profesör." diye bağırdı. Koşarak yerde yatan adamın yanına gitti ve nabzını kontrol etti.
"Yaşıyor. Yaşıyorsunuz."

Profesör gözlerini açtı. Anlamsız bir şekilde karşısındaki adama baktı. Bir kaç anlamsız ses çıkardı ve ardından ağlamaya başladı.

"Benim profesör. Ben Ahmet."

Profesör, bir kaç ses daha çıkardı. Tek bir anlamlı kelime çıkmadı ağzından. Yerde cenin pozisyonuna geçti ve ağladı,ağladı,ağladı...




Doğru kararı verdiğinden ve doğru çipi seçtiğinden emindi. Merkezin kapısından içeri adımını attığı andan itibaren biliyordu. Kesinlikle yanlış karar değildi. Zaten milyonda bir kişinin başına gelebilecek bir farklılık ile dünyaya gelmişti. Şimdi o farklılığın bedelini ödüyordu. Karar vermek diğerlerine göre çok zor olmuştu. Herkes genetik ailesinin izinden giderdi ama o hangisinin izinden gidecekti ki?

Sanatçı anne baba ile bilim insanı anne babanın bir araya gelip genetik bir aile kurma istekleri milyonda bir olurdu ve o milyonda bir şans veya şanssızlık, daha dünyaya gelmeden bulmuştu onu. Duygu çipi yerleştirilmiş sanatçı anne babası ile mantık çipi yerleştirilmiş bilim insanı anne babası bir araya gelmeyi başarmış, genetik olarak kendilerine benzeyen bir çocuk istemişlerdi. 

"Niye?" diye sordu kendine. "Niye ben? Niye diğer herkes gibi dört bilim insanı veya dört sanatçı bir araya gelip beni oluşturmadı? Daha genetik çaprazlama tüpünden çıkmadan her şey belliydi."

Aslında tüpten çıkarılıp, olgunlaşmasına izin bile verilmemeliydi. Ama o dönemlerde, hibrit çaprazlamayı engelleyecek yasal bir düzenleme yoktu bile. Sinirlendi ve tekrar doğru kararı verdiğine emin oldu.

Artık sinirlenmeyeceğim, artık üzülmeyeceğim diye düşündü. Gereksiz duygularımın hepsinden kurtulacağım. Bir an duraksadı.

"Belki. Belki sevinci, mutluluğu özleyebilirim."

Çocukluğunu düşündü. Duygu çipine sahip sanatçı anne ve babasıyla geçirdiği yaz tatillerini hatırladı. Beş boyutlu kampta yaşadıkları yaşadıkları güzel günleri, dağlara ve ağaçlara bakarak yaptıkları resimleri, geceleri ay ve yıldızlara bakarak okudukları şiirleri, anlamsız sözlerle söyledikleri şarkıları aklına getirdi. Gülümsedi. Ardından gülümsemesi yavaş yavaş kayboldu yüzünden. Ne önemi vardı ki, o mutlu günlerin? Hepsi geçip gitmişti. Duygu çipi ile mutlu olan, ona mutluluğu öğreten sanatçı ailesi verdikleri mantıksız kararlar yüzünden ölmüşlerdi. En çok bu duygudan nefret ediyordu. Üzüntüden, kederden nefret ediyordu. Artık duygularından kurtulmanın vakti gelmişti.

Kendisini, tıp merkezinin kapısında karşılayan robotu takip etti. Evrakları onaylamak için parmak izini verdi. Ona özel olarak ayrılmış kapsüle girdi ve mekanik kolların çıkıp mantık çipini yerleştirmesini son bir mutluluk duygusu ile izledi.






"Kaptan, peşimizde bir gemi belirdi."

"Mesafe?"

"Hız sabit, mesafeyi koruyorlar."

"Şimdilik endişelenecek bir şey yok. Mürettebata söyle tedbirli olsunlar."

"Emredersiniz kaptan."

Genç adam hızlı adımlarla kaptan köşkünden çıktı. Kaptan düşünceli bir şekilde masasının başına geçti. Yakında bulunabilecek yerleşim yerlerini ve limanları incelemeye koyuldu. Yardım çağrısına cevap verebilecek bir yer aradı. Rotası, kendi rotalarına yakın kayıtlı başka gemi var mı diye kontrol etti. Kıç tarafında ortaya çıkan gemi hiç bir listede gözükmüyordu. Yasa dışı seyahat ettiği belli olan bir gemi ile girilecek bir çatışmadan kesinlikle zararlı çıkacaklardı. Yelkenleri indirip biraz hız arttırmaları halinde tam arkalarındaki geminin niyetini anlayabilir, ayrıca arayı açmak için bir fırsatları olabilirdi.

"Yelkenleri indiriyoruz. Biraz hızlanacağız." diye bağırdı kaptan. Kural kitabına göre tayfanın gerekli konuma geçmesi için beş dakika beklemesi gerekiyordu. Saatler sürmüş gibi gelen üç dakikanın ardından ikinci kaptan köşke girdi.

"Peşimizdeki gemi hızlandı kaptan."

"Yerine geç evlat. Yelkenleri indirip, hızlanıyoruz."

"Efendim, savunmamız?"

"Kıç tarafında hazırlansınlar. Duruma göre hareket edeceğiz."

"Emredersiniz efendim."

Kaptan koltuğuna oturdu. Gemi yavaş yavaş hız kazanmaya başladı. Bir önceki limanda yükledikleri cevherler ile ağzına kadar dolu olan hangar yüzünden bir kargo gemisinin çıkabileceği maksimum hıza ulaşmışlardı. Kaptan hem taşıdıkları yük, hemde kendi gemisi için endişeleniyordu. Şirket zor zamanlardan geçiyor, merkeze ulaşan her yük büyük önem taşıyordu. Hak ettiklerini verdiği sürece kaptan şirket ile çalışmaya devam edebilirdi. İyimser tarafı yaklaşmakta olan geminin kendilerine dokunmadan geçip gideceğini söylerken, kötümser tarafı kargoyu kaybedebileceklerini söylüyordu. Eğer kargo kaybedilirse sefer tamamen boşa gitmiş olacaktı, ki bu bile kötünün iyisiydi. Yabancı gemi bir saldırı düzenlerse geçim kaynakları ve hayatları tehlikede demekti.

Gemi son sürat yol alırken kaptan köşkünde zaman durmuştu. Her saniye içine hava dolan bir balon gibi, oda tedirginlik ile doluyor ve patlama anının bilinmezliğine yol alıyordu. Kaptan, bir kez daha elindeki seçenekleri kontrol etti. Hala sağlıklı düşünebiliyor iken bir yardım mesajı hazırladı.

"Kaptan."

Kaptan cevap vermedi.

"Efendim, görsel temas sağlandı."

Kaptan ellerini masaya koydu, arkasına yaslandı ve nefes aldı.

"Efendim yaklaşan bir viking gemisi."

Kaptan nefesini verdi ve ellerini yüzüne götürdü.

"Rotaları nedir?"

"Hesaplamalara göre sancak tarafından aborda edecekler."

"Üç kişi kıç tarafında savunmaya hazır olsunlar, iki kişi sancak tarafına. Birazdan bende geliyorum."

"Emredersiniz kaptan."

Dakikalar içinde gemi sarsılmaya başladı. Sessizlik yerini gürültüye bıraktı.

"Kaptan. Sancak tarafında pozisyon alıyorlar. Güverteden sesler geliyor."

"Nasıl sesler?"

"Güverteye çıkmış olabilirler."

"Nasıl çıkmış olabilirler? Yaklaşmaya başladıklarından beri GatlingX topları ile ateş etmiyor musunuz? Ne yapıyorsunuz orada? Geliyorum."

Kaptan, köşkten çıkarken geminin kontrol panelinde kırmızı ışıklar yanıp sönüyor, kısık bir siren kulakları sağır edercesine çalıyordu. Son bir kez arkaya baktı. Geminin üç boyutlu modeli üzerinde hasar gören yerler işaretlenmişti. Sancak tarafındaki solar yelken tamamen yok olmuş, güvertede delikler açılmıştı. Vakit kaybetmeden cebindeki terminali çıkardı.

"Üç, dört ve beş numaraları hava kilitlerini kapatıyorum. Gövdede delikler var. Herkes uzay kıyafetlerini giysin. Tekrar ediyorum, herkes uzay kıyafetlerini giysin."

Kaptan, köşkün hemen arkasında bulunan odaya girdi ve kendi uzay kıyafetlerini giydi. Tüm gemiyi baştan başa birbirine bağlayan koridora çıkar çıkmaz bir düğmeye bastı. Koridorun metal duvarlarında yer alan karşılıklı iki kapak açıldı. Kaptan yanına alabildiği kadar silahı alıp kıç tarafına doğru koşmaya başladı. Gemi metalik bir gürültü ile sarsıldı. Kaptan dengesini kaybedip koridor duvarına çarptı. Uzay kıyafetinin kolunda bulunan bir kaç düğmeye basarak, tüm kanallardan iletişimi açtı.

"Çocuklar iyi misiniz? Cevap verin."

Sessizlik. Kaptan koşmaya devam etti. Karşısına çıkan ilk kapıdan sancak tarafına döndü.

"Orada mısınız? Cevap verin. Yanınıza geliyorum."

Sessizliği kaptanın derin nefes alış verişleri bozuyordu. Bir saniyeliğine durdu ve dinledi. Bir cızırtı duyduğunu düşündü. Şansını tekrar denedi.

"Biriniz cevap verin artık. Tüm kanallardan dinlemedeyim. Bir şey söyleyin."

Tekrar bir cızırtı.

"Efendim." dedi zor çıkan bir ses ile ikinci kaptan. "Efendim, içerideler. Vikingler gemideler."

"Yardıma geliyorum."

"Hayır kaptan. Yakınsanız kaçış kapsüllerine gidin."

"Olmaz öyle şey geliyorum."

Kaptan, ciğerleri patlayana kadar koştu. Bacaklarını hissetmiyor, kasları yırtılıyormuşçasına acıyordu. Bir sonraki köşeyi döndüğünde yerde yatan ikinci kaptanı gördü. İkinci kaptan kafasını onun geldiği yöne çevirdi. Göz göze geldiler.

"Kaç, kaptan kaç."

İkinci kaptan son sözünü söyler söylemez, geminin tavanından genç adamın kafasına doğru kırmızı bir ışık hüzmesi belirdi. Zaman donmuşçasına ışık çizgisi havada asılı kaldı. Işık, partiküllerine ayrılırken genç adamın parçalanan kaskından dışarı çıkan kan parçacıkları havada süzülmeye başladı. Kaptan hızlı bir hareketle önündeki düğmeye bastı ve hava kilidini kapattı. Açılan delikler yüzünden gemi, hem oksijen hemde yapay yer çekimini kaybediyordu. Kaptan yapabileceği fazla bir şey kalmadığını biliyordu. Arkasını döndü ve iskele tarafına doğru koşmaya başladı. Son bir kez mürettebatı ile temas kurmak için çaba sarf etti.

"Çocuklar. Beni duyan var mı? Duyan varsa iskele tarafına gidiyorum. O tarafa gelin."

İletişim kanallarında hiç ses yoktu. Kaptan tüm gücüyle koştu. Gemiden, metalin yırtılma ve parçalanma sesleri geliyordu. Artık son şansı kaçış kapsülleriydi. Eğer iskele tarafına ulaşabilirse, en azından canını kurtarabilirdi. Önünde açılan son kapı ile kargo bölümüne ulaştı. Taşıdıkları tonlarca cevherin üzerinde bulunan köprüyü geçtikten sonra iskele tarafına varacaktı. Vikinglerin, kargo bölümün girmeyi başarıp başaramadığını merak etti. Girmiş olabileceklerini varsayarak derin bir nefes aldı ve tüm gücüyle koşmaya başladı. Kapıdan çıkıp köprüye adımını attığı anda kırmızı bir ışık hüzmesi tam önünden geçti. Durmadan koşmaya devam etti. Önünden ve arkasından kırmızı ışıklar geçiyor, havada belirgin bir iz bırakıyordu. Köprünün sonuna geldiğinde bacağında bir acı hissetti. Kendisini tüm gücüyle, karşısında açık olan kapıdan iskele koridoruna attı. Ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Bacağındaki acı dayanılmaz bir hal almıştı. Elleri ile duvardan destek alarak kalktı. Bir kaç adım daha attı ve kaçış kapsüllerinin bulunduğu boşluğa girdi. Karşısına çıkan ilk kapsüle yerleşti. Kapsül otomatik fırlatma prosedürünü başlattı. Kapsülün içinde dijital bir ses duyuldu.

"Acil durum prosedürü devrede. En yakın yaşanabilir gezegen hesaplanıyor."

"Hadi ama hadi. Çıkar beni buradan."

"Yaşam destek üniteleri devreye alınıyor."

Kaptan, boynunda, omuriliğinde ve bileklerinde bir acı hissetti. Yaşam destek için gerekli iğneler vücuduna girmişti. Kapsülden çıkan boruların içerisinde beyaz bir sıvı akmaya başladı. Beyaz sıvı yavaş yavaş kaptana yaklaşıyordu. Sıvı damarlarına ve omuriliğine akmaya başladığında, bir rahatlama hissetti. Tüm vücudunu bir sıcaklık kapladı ve kaptanın gözleri yavaşça kapandı.

Kaptan kendine gelmeye başladığında çok rahatsız bir yerde uzandığını fark etti. Gözlerini yavaşça açtı. Kapsülün içinde değildi. Kırmızı ışık rahatsızlık veriyordu. Gözlerini kapatıp, tekrar açtı. Kırmızı ışığın arasından gökyüzünü seçebiliyordu. Bir gezegene iniş yapmayı başarmıştı ama hangi gezegendeydi?

Görüşü netleştikçe gökyüzünün detaylarını fark etmeye başladı. Silüet halinde bir uydu, hemen altında sadece çeyrek dairesi gözüken bir uydu ve ikisinin çaprazında başka bir uydu. Gözlerine inanamıyordu. Kaçış kapsülü bu kadar mesafeyi hesaplayıp onu başka bir sisteme getirmiş olamazdı.

Kafasını oynatmak istedi ama başarılı olamadı. Parmaklarını ve ellerini hissetmeye başladı. Sağ elini hareket ettirip, sol kolunda bir düğmeye dokundu. Artık uzay elbisesinin dışından gelen sesleri de duyabiliyordu. Bir kaç farklı tonda tıkırtı duydu. Sanki tıkırtılar birbiri ile konuşuyormuş gibi. Sağ eli ile tekrar sol kolundaki düğmelere bastı. Kaskının ekranında dil eşleştirme işlemi belirdi. Gelen sesler galakside konuşulan bir dil ise kask o dili çözebilirdi.

Bir kaç dakika sonra kask çözümü ekrana getirdi. Triaudialıların konuştuğu dil olduğu yazıyordu.

"Hayır. Buraya gelmiş olamam. Bir yanlışlık olmalı."

Kask, konum hesaplamaya başladı ve ekranda Triaudia gezegeninde olduğu ve bulunduğu koordinatlar belirdi. Trappist-1 sisteminde olduğu artık kesinleşmişti.

Kafasını kaldırmayı tekrar denedi, bu sırada çevresinden gelen tıkırtı seslerinden bir tanesi bağırırmışçasına yükseldi. Gökyüzünün kırmızılığı yerini karşısında dikilen ve ona bakan Triaudialının gölgesine bıraktı. Göz göze geldiler. Triaudialı tıkırtı şeklinde bir şeyler söyledi. Yerde yatan adam anlık çeviri düğmesine bastı. Triaudialıdan iki ses çıktı.

"Viği kik"

Triaudia'lı silahını doğrulttu. Cihazdan gelen çeviri gözünün önünde belirdi.


"Ölüm."