"İlk günlerde, en ilk günlerde,
İlk gecelerde, en ilk gecelerde,
İlk yıllarda, en ilk yıllarda,

Gök yerden uzaklaştığı,
Ve yer gökten ayrıldığı,
İnsanın adı konduğu zaman;
Gök tanrısı An göğü götürdüğü zaman,
Ve hava tanrısı Enlil götürdüğü zaman,
Yüce Aşağının kraliçesi Ereşkagil'e yeraltı dünyası verildiği zaman

İşte o zaman, bir ağaç, tek bir ağaç
Bir huluppu ağacı
Dikildi Fırat'ın kıyısına."*


İtalya açıklarında, doksan metrelik Aden isimli lüks bir yat Tiren denizinin sularında yükselen şafak öncesi sisinin arasında ilerliyordu. Çoğunlukla siyah renkten oluşan gövdesi, burun tarafında bulunan helikopter pisti ve üzerindeki siyah helikopteri ile dikkat çekici bir tekneydi.


Cenk ağrıyan başı ile birlikte sabaha karşı eve dönmüştü. Çıkardığı kıyafetlerini çamaşır makinesine attı ve üzerine daha rahat bir şeyler giydi. Biraz daha uyuyabilmek isterdi ama annesinin anlattıkları ve gördüğü rüyanın etkisi ile nasıl uyuyabileceğini bilmiyordu. Yatağına uzandı bir o tarafa, bir bu tarafa döndü. Gözlerini her kapadığında farklı ve tuhaf şeyler görüyordu. Siyah bir at, kum fırtınaları, zincirler. Gözlerini açtığında evde olduğunu anlayıp biraz olsun rahatlamayı bekliyordu ama bir türlü yapamamıştı. Kurduğu saatin alarmı çaldığında uyuduğu süre dakikalar ile ölçülebilirdi. Halbuki, geldiğinde uyumuş olsa tam olarak iki saat dinlenecekti. Şimdi yarı uyur yarı uyanık bir vaziyette hazırlanıp işe gitmesi gerekiyordu.

Annesi evde olsa çok kızacağı bir şey yaptı ve kahvaltı yapmadan evden çıktı. Kaskını taktı, motorunu çalıştırdı ve küçük tamirhanesine doğru yola çıktı. Bir kaç gündür pek ilgilenemediği işlerine yeniden dönerse kendisine iyi gelebilirdi. Gördüğü rüyaların sebebini kafasında başka bir şeyler olmamasına bağladı. Emin olduğu şey, çalışmak her zaman Cenk'e iyi gelmişti. Bu seferde iyi gelmemesi için bir sebep yoktu.

Kendi tamirhanesinin bir kaç dükkan yanında duran otuz senelik Çorbacı Aziz'e uğrayıp, hızlıca bir çorba içtikten sonra işine başlayabilirdi. Böylece kafasında annesinin sözünü de tutmuş olacaktı. Tamirhanesinin bulunduğu sokağa girdi ve motorunu çorbacının önünde durdurdu. Aziz Bey, her zaman ki gibi erkenden kalkmış dükkanını açmıştı. İşine gitmekte olan bir sürü insana çoktan çorba satmaya başlamış olan Aziz Bey, şimdi kapısının önünü süpürüyordu.

"Günaydın." dedi Cenk.
"Günaydın evlat. Nasılsın, annen nasıl?"
"İyi sayılırım. Annem aynı. Pek bir değişiklik yok."
"Kahvaltı yaptın mı?"
"Hayır yapmadım."
"O zaman in o motordan da, içeri gel. Aç karnına işe başlanmaz." dedi Aziz Bey bilge bir tavırla.

Yaşlılar hep aynılar diye düşündü Cenk. Doğru bildiklerinden ve ısrardan asla vazgeçemeyen insanlar. Kendilerinden genç birisinden bir şey yapmasını istediler mi, yapılmasını beklerlerdi. Aziz Bey'e de hayır demek imkansızdı. Hem açlığından hemde bildiği bu yaşlı insan tavrından dolayı.

Aziz Bey, elindeki çalı süpürgesini yavaş hareketlerle alüminyumdan yapılmış, kenarları mavi kendisi beyaz renkli olan kapının çerçeve çıtalarına yasladı. İri cüssesinden beklendiği şekilde yavaş hareketlerle tezgahın başına geçti. Severek yaptığı çorbalarını her zamanki sevgisi ile karıştırdı.

"Her zamankinden mi?"
"Evet, her zamankinden olsun."

Aziz Bey, duyduğunu belli edecek şekilde kafasını salladı. Sol eline bir çorba kasesi aldı ve önce ilk sıradaki çorbadan bir miktar kaseye boşalttı, sonra ikinci sıradaki çorbadan. Belli başlı çorbalardan birer miktar koyarak kendisine özgü bir karışım elde etti. Yaptığı karışımı Cenk'in önüne götürürken her zamanki sözlerini söylüyordu.

"Çorbacı Aziz'in spesiyali geliyor."
"Teşekkürler." dedi Cenk.
"Bu arada aklıma geldi. Dün bir kaç adam gelip seni ve aileni sordular."
"Niye sormuşlar?"
"Bilmiyorum, iş içindir belki. Ama burada görmeye alışkın olmadığımız tiplerdi. Ben bir şey söylemek istemedim. İşi olan tekrar gelir ve seni bulur öyle değil mi?"
"Doğru dediniz. Nasıl tiplerdi beni soranlar?"
"Siyah bir jip ile dolaşan, takım elbiseli, güneş gözlüklü iki kişiydi. Motor tamir yeteneğini duyan geliyor bence."
"Bilmem ki, daha önce de bir kaç değişik tipin motorunu tamir etmiştim ama yine de ünümün o kadar yayılmış olacağını düşünmüyorum."

Cenk, çorbasını içerken göz ucuyla açık olan televizyona bakıyor, haberleri dinlemeye çalışıyordu. Önce gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine konu olacak olaylardan bahsedildi. Ardından politika haberleri ve onlarla ilgili yorumlar geldi. Cenk, kendini bildi bileli politika ile arası hiç iyi değildi. Politikacıları samimiyetsiz ve sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlar olarak görürdü. Bu kendisinin dünya görüşüne taban tabana zıt bir durumdu ve artık umursamamayı öğrenmişti. Kendi yaşadığı zor durumlar kendisine yeterken, bir de üstüne ülkenin durumunu eklemeyi hiç istemiyordu. Ama o sabah haberlerde ilginç şeyler olduğu kesindi. Kendisi dışında herkes haberlere kilitlenmiş, dikkatle izliyorlardı. Hızlıca çorbasını içti ve masadan kalktı. Parasını ödemek için kasaya doğru yöneldiğinde Aziz Bey arkasından bağırdı.

"Bu sabah benden olsun."

Genç adam teşekkür etti ve kapıdan çıktı. Tamirhanesini açtı ve kafasını dağıtmak için biraz iş yapmaya çalıştı. Tek başına çalışarak kafasındaki çılgın düşüncelerden, annesinin söylediklerinin etkisinden kurtulamıyordu. Belki birileri gelir ve farklı şeylerden biraz sohbet edebiliriz diye düşündü. Her müşteri geldiğinde yaşamın farklı renklerini görebiliyordu. Sohbet sohbeti açıyor, bir çok farklı fikir ve düşünceye tanıklık edebiliyordu. Aksi ki, öğlene kadar hiç kimse gelmedi. Biraz daha iş çıksa, hem kafasını dağıtır hemde fazladan para kazanabilirdi. Bir önceki gün onu soran jipli adamları düşündü. Aziz Bey'in söylediği gibi zengin tiplerse iyi para kazanabileceği bir iş teklifi ile gelebilirlerdi ona. Arayan bulur dedi kendi kendine. Belki de başka bir tamirci bulup işlerini çözmüşlerdi bile.

Cenk, günün geri kalanında kendisine yapacak pek bir şey bulamamıştı. Normal şartlarda çalışmayı tercih ederdi, yapılacak pek bir şey olmasa dahi tamirhaneyi kapatmamayı düşünürdü ama şartlar o kadar da normal değildi. Annesi hastanedeydi ve onun yanına gitmek istiyordu. Daha fazla durmadı. Tamirhanesini kapattı, motoruna atladı ve hastaneye doğru yola çıktı. Yol üzerinde bir defa polis tarafından, bir defa da İstanbul surlarının Belgrad kapısı çıkışında ismi başkanlık timi'nin kısaltmasından gelen B Timi tarafından durduruldu. Polis standart ehliyet ruhsat kontrolü yapmıştı. Normal kabul edilen bir davranıştı ama B Timi'nin araç durdurup kimlik kontrolü yapması pek duyulmuş bir şey değildi.

Cenk, B Timinden ve temsil ettiği fikirlerden nefret ediyordu. Başkanlık Timi, kısaca B Timi, iktidar partisi ve devlet başkanı ile aynı görüşte olanların bir araya geldiği bir topluluk olarak sivil insanlar tarafından kurulmuştu. Zaman içerisinde kendi fikirlerini başkalarına da kabul ettirmeye çalışan, kendi kurallarını koyan ve kendi kırmızı çizgilerini çekmiş bir grup haline dönüşmüştü. İktidar partisi, bu oluşuma açık açık destek vermeye başladığında ise ülke içerisinde polis ve asker dışında yeni bir birlik ortaya çıkmıştı. Bu birlik asker ve polis gibi işlenen suçlar ile ilgilenmiyordu. Onlar düşüncelerinizle ve davranışlarınızla ilgileniyordu. Başkanlık ve iktidar karşıtı her türlü durumu ve yeni devreye giren yasalara uymayanları ilgili irtibat bürolarına bildiriyor, kendi düşüncelerinden olmayanları kendi taraflarına çekmek için ellerinden geleni yapıyor, düşüncelerine aykırı davrananlara sözlü uyarılarda bulunuyorlardı. Cenk, bir çok defa onların sözlü uyarılardan ileri gittiğini, mafyavari bir tavır takındıklarını duymuştu. Ancak bunların hepsi duyumdu. İnsanlar açık açık bu davranışlardan bahsetmekten çekiniyorlardı. Ne de olsa konuştuğunuz, dert yandığınız kişi de B Timi üyesi olabilirdi.

B Timi kontrolünü de atlattıktan sonra sahil yoluna döndü ve oradan Cerrahpaşa Hastanesi'ne ulaştı. Hastanenin sahil kapısı annesinin bulunduğu binaya en yakın olan kapıydı. Bir kaç dakika içerisinde binanın önüne geldi ve motorunu bahçede uygun bir yere bıraktı. Binanın ana kapısından içeri girdi. Giriş bölümünde daha önce görmediği bir güvenlik görevlisi ile Bakay Bey sohbet ediyorlardı. Cenk, selam verdi.

"Gel bir çay içelim evlat."
"Tamam, Bakay Bey. Zaten biraz erken geldim. Bir çay içebilirim."
"Gel, otur bakalım şöyle evlat. Biraz sohbet edelim. Yorgun gözüküyorsun."
"Evet, gece iyi uyuyamadım."

O sırada dışarıda esen rüzgarın etkisi ile giriş kapısı sert bir şekilde çarptı. Sonra tekrar açıldı ve daha yavaş bir şekilde tekrar çarptı.

"Eskiden güzel kapılar yaparlardı." dedi Bakay Bey. "Ahşap kapılar yaparlardı. Her biri sanat eseri olan kapılar vardı. Küçük ev kapılarından, görkemli devasa kapılara kadar hepsi ağaçtandı."

Cenk, çayından bir yudum alırken, bir taraftan eski ahşap kapıları hiç bilmediğini düşünüyor, diğer taraftan kafasını hafifçe sallayıp, Bakay Bey'i onaylıyordu.

"Dün gece seni uyutmayan neydi, evlat?"
"Rüya, yani kabus gibi bir şey. Sonrasında bir sürü düşünce vardı aklımda, bir türlü uyuyamadım."
"Aslında." dedi Bakay Bey, ardından ağzını şapırdatarak çayından bir yudum aldı. " Rüyaların aynalara benzediğini söylerler, bazen içlerinde başımıza gelecekleri, bazen de başımıza gelmiş olanları görürüz."
"Yok, Bakay Bey. Bu öyle bir rüya değildi bence."
"Sen öyle diyorsan, öyle olsun."

Cenk, çayının geri kalanını bitirdi. "Ben artık annemin yanına gitsem iyi olacak." diyerek Bakay Bey'in yanından kalktı ve her zamanki gibi merdivenlere yöneldi. İlk sıra basamakları çıkıp katın yarısındaki sahanlığa geldiğinde duvarda küçük bir gölge gördü. Önündeki kata baktığında korkulukların yanında kendisine bakan çocuğu fark etti.

"Mustafa." diye seslendi Cenk. Çocuk hızla arkasını dönüp bir üst kat merdivenlerine yöneldi. Cenk peşinden hızlı adımlarla basamakları tırmandı.
"Dur koşma düşeceksin." diye bağırdı çocuğun arkasından.

Cenk, ikinci kata geldiğinde etrafına bakındı. İkinci kat ameliyathanenin ve yoğun bakımın bulunduğu kattı ve giriş kapısı her zaman kilitli olurdu. Kapının yanına bağlanmış bir zile basarak içerideki görevliye ulaşır, derdinizi anlatır yada hastanızın durumunu sorardınız. Mustafa'nın oraya girmesine imkan yok, odasına gidiyor herhalde diye düşündü Cenk. Bir üst kata baktı. Korkulukların demirlerinin arasından kendisine bakan Mustafa'yı gördü.

"Mustafa, tamam ben gelmiyorum bak. Hadi yavaş yavaş odana git bakalım."

Cenk, korkuluk demirlerinin arasından küçük çocuğu süzdü. Çocuk yerinden kıpırdamadı. Otomatik merdiven ışığı söndü. Cenk, çocuğu gözden kaçırmamak için bir kaç adım attı. Merdiven ışıkları yandı. Çocuğun bulunduğu yerde şimdi kimse yoktu. Hızlı adımlarla üçüncü kata çıktı. Hastanenin üçüncü katı maddi yetersizliklerden kapatılmış olan hasta odalarının olduğu bölümdü. Cenk, bir kaç temizlik görevlilerinin oraya girip çıktığını görmüştü ama normalde kimsenin kullanmadığı bir bölümdü. Oraya girmiş olamaz diye düşündü. Bir sonraki kata çıkmak için merdivenlere döndüğünde arkasındaki kapalı bölümden bir ses geldi. Bir an duraksadı, sonra kapalı kapıya doğru döndü. Kapının buzlu camından içeride yanmaya çalışan bir florasan, bir an ışık saçıyor ardından sönüyordu. Saniyeler içerisinde tekrar ışık saçtı ve söndü. Dikkatsiz bir görevli kapıyı açık bırakmış, küçük Mustafa içeri girmiş olabilirdi. Cenk, kapıya yöneldi ve dokunmasıyla kapı sonuna kadar açıldı.

Koridor ışığın yanıp sönmesiyle bir görünür oluyor, bir kayboluyordu. Cenk, küçük çocuğu korkutmamak için neredeyse fısıltıyla adını söylüyordu.

"Mustafa."

Hiç bir cevap alamadı. Bir daha denedi.

"Mustafa. Neredeysen çık artık."

Yine hiç bir cevap alamadı. Koridorda yürümeye başladı. Önüne ilk gelen odanın kapısını yokladı ama açılmadı. Cenk, yürümeye devam etti. Bir sonraki odayı denedi, yine açılmadı. Yanmaya çalışan florasana yaklaştıkça çıkardığı seslerde artıyordu. Önce bir cızırtı ardından ışığın yanma denemesi ile ortalığın biraz aydınlanması ve sonra tekrar karanlık. Cenk, sıradaki odaya geldiğinde kapının açık olduğunu gördü. Kapıya yaklaştı. Sadece kafasını içeri soktu. Işığın bir sonraki yanma denemesinde odanın içerisindeki eski yatakları ve küçük bir gölge gördü.

"Mustafa, odadan çık lütfen. Tehlikeli olabilir." dedi odanın içine doğru. Sonra odaya girdi. Küçük gölgeyi gördüğü yere doğru yürümeye başladı. Odanın eskimiş camlarından esen rüzgar yüzüne vurdu. Bir kaç adım daha attı ve aniden arkasındaki kapı büyük bir gürültü ile kapandı. Cenk, ses ile birlikte olduğu yerde sıçradı. Eski yatakların arkasına doğru ilerledi. Camdan esen rüzgar kuvvetlendi ve ıslığı andıran sesler çıkarmaya başladı.

"Tehlike yaklaşıyor." dedi küçük bir çocuğun sesi.
"Mustafa." diye seslendi tekrar Cenk.
"Anneni bul, kim olduğunu bul." dedi çocuk sesi. Cenk bir kaç adım daha attı ve eski yatakların arkasına baktı. Hiç kimse yoktu. Tüyleri diken diken olmuştu. Odadan çıkmak için geri döndü. Eski yataklara çarptı ve üst üste olan bir kaç tanesini devirdi. Rüzgar tekrar ıslık çalmaya başladı. Ardından küçük çocuk konuştu.
"Tehlike yaklaşıyor."
Cenk koşar adımlarla kapıya gitti. Kapıyı açmaya çalıştı ama başaramadı. Biraz daha güçlü bir şekilde tekrar denedi. Artık kapıyı olduğu yerde sallıyor, kapı bir türlü açılmıyordu. Tüm gücüyle kapının kolunu çevirip, dışarı doğru ittirdi. Kapı bu sefer açıldı. Cenk dengesini kaybederek kapıdan dışarı fırladı, bir şeye çarptı ve yere düştü. Kalkmak için hamle yaptığında karşısında onunla birlikte yere düşmüş olan hemşireyi gördü.

"Çok üzgünüm." dedi hemşireye. Hemşire ayağa kalkmaya çalışıyordu.
"Burada ne aradığınızı sorabilir miyim, beyefendi."

Cenk, hemşirenin kalkması için yardım etti. Koridorun ışığı yanıp söndüğünde hemşirenin göğsündeki isim etiketini gördü.

"Özür dilerim Merve Hanım. Bizim katta kalan küçük bir çocuğun buraya girdiğini gördüm. Onu bulmaya çalışıyordum."
"Küçük çocuk mu?"
"Evet. Adı Mustafa. Ameliyat sırasını bekliyordu. Gezmeyi çok sever, buraya girdiğini gördüm."
"415 numaradaki Mustafa'dan mı bahsediyorsunuz."
"Evet ondan bahsediyorum."
"Mustafa bugün ameliyat oldu. Kendisi şu an yoğun bakımda beyefendi."







"Yer Tanrılarının mağrur kraliçesi,
Gök Tanrılarının baş tacı,
Göğü titretir, yeri titretirsin.
Yükseklerde çakar,
Yere ateş atarsın.
Güney rüzgarı gibi sağırlatıcı emrin
Islık çalarak dağlara yayılır,
Uğuldayan fırtınan ile
Boşaltırsın ülkeye yağmuru.
Fırtına gibi saldırır
Kasırga gibi kudurursun" *



2 yıl önce...

Cerrahpaşa Hastanesinin üzerindeki güneş çekilip yerini karanlığa bırakmaya hazırlandığında sokak lambaları yanar. Soluk renkli binalar çok eski bir siteyi andırır. Gün içerisinde bahçede bulunan insan ve araba yığınları yerini geceyi hastanede geçirmeye hazırlanan refakatçi yaşlı kadın ve adamlara bırakır. Refakatçi kadınların bir kısmı, yanlarında getirdikleri piknik tüplerinin üzerinde hazırladıkları çayı yudumlar. Kimisi bahçeye az miktarda konmuş banklarda oturur, kimisi uzun ve yaşlı bir ağacın altında. Diğer bir ağacın altında yaşlı adamlar toplanmıştır. Sohbet koyulaşmış, sigaralar yakılmıştır. Hasta yakınlarına, belki de hastane bahçesinde doğup büyümüş kediler eşlik eder. Bazı kediler sırnaşırken bazıları da kendi hallerinde dolaşırlar. Gündüz gürültüden fark edilmeyen kuşlar kendilerini belli eder gökyüzünde. Önce martı sesleri duyulur bahçede, ardından karga sesleri bastırır her şeyi, sonra tekrar martılar duyulur. Birbirlerine üstünlük kurmak istercesine devam ederler sesler çıkarmaya. Ardından uçar giderler.

Hastanenin Nöroşirürji bölümünün içinde ise tam bir sessizlik hakimdir. Hastalar dışında bir kaç nöbetçi doktor ve hemşire kalmıştır. Hemşireler belli aralıklarla odaları ziyaret eder, hastaları kontrol ederler. Gecenin sessizliğinde bir kaç kişinin kendi arasında fısıldaşması duyulur. Ardından yine sessizlik.

Cenk, yaklaşık bir aydır annesi ile birlikte hastanedeydi. Gündüzleri işine gider, akşam olup işi bittiğinde tekrar annesinin yanına gelir, geceyi onunla birlikte geçirirdi. İlk yirmi gün ameliyat için sıra beklemişlerdi. Akşamları annesinin yanına dönmek eğlenceliydi. Birlikte sohbet eder, televizyon izlerken kahve içerlerdi. Ancak ameliyattan sonraki on gün çok zorlayıcı olmuştu. Artık annesi çok az konuşuyor, genellikle uyuyordu. Konuştuğu zamanlarda söylediği şeylerin bir çoğu anlamsız oluyordu. Artık annesinin yanına dönmek üzüyordu Cenk'i.

O akşam çok az uyanık kalmıştı annesi. Gecenin ve hastane odasının sessizliğinin ortasında annesinin beyninin içinde kopan fırtınalar, çakan şimşekler vardı kesinlikle. Onun beyninin içinde olabilmeyi istedi. Annesinin uyanık olduğun bir anda sordu.

"Ben kimim?"
"Bilmem, sen kimsin?" diye cevapladı annesi.

Annesinin şaka yaptığını düşündü. Daha bir saat önce uyandığında gülüp, dil çıkarmıştı. Şimdi oğlunu tanımamış olabilir miydi? Cenk, moralini bozmak istemiyor, annesine gülümseyen yüzünü gösteriyordu. Bir süre sonra annesi tekrar uykuya dalınca yüzündeki gülümseme gitti. Hastanede olmak, ameliyat sırası bekleyenleri ve ameliyat olduktan sonra kendine gelemeyenleri görmek onu dibe çekiyordu. Her şeye rağmen Cenk daha çocukken güçlü olmaya karar vermişti ve bu kararından bugün dönecek değildi. Her ne olursa olsun duygularını belli etmemeye çalışırdı. Bu seferde farklı olmayacaktı. Bozulan moralini annesine göstermeyecek ve suratını asmayacaktı.

Biraz nefes alabilmek için odadan koridora çıktı. Yan odada yatan küçük Mustafa'nın annesi ile karşılaştılar. Mustafa altı yaşındaydı ve beyin ameliyatı olmak için sırasını bekliyordu. Cenk'in annesi ameliyat olmadan önce Mustafa onun odasına gelir, oyunlar oynayıp giderdi. Artık rahatsızlık vermesin diye ailesi küçük Mustafa'yı odaya getirmiyordu. Zaten Mustafa'nın da ağrıları artmıştı, pek fazla etrafta dolaşmıyor, günün çoğunu odasında geçiriyordu. Ailesi dört gözle ameliyat olacağı, iyileşeceği günleri bekliyordu.

Cenk, Mustafa'nın annesine selam verdi. Genç kadın hüzünlü gözler ile selamına karşılık verdi.

"İyi misiniz?" diye sordu Cenk. Soruyu bitirir bitirmez ne kadar anlamsız ve gereksiz bir şey yaptığını fark etti. Geç kadın gözlerini yere doğru çevirdi. "İyiyim" diyebildi zor da olsa.
"Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?"
"Çok sağ ol."
"Mustafa nasıl?"
"Ağrıları var. Yarın sabah ameliyata girecek. Ağrı kesicileri vermeyi bıraktılar."
"İyi olacaklar. Hepsi buradan iyi olarak çıkacaklar. Eminim buna." dedi Cenk. Söylediklerinin boş umutlar olmamasını diledi. Gerçek olmasını, zamanın geçmesini ve herkesin iyileşmiş olmasını istiyordu. "Bir isteğiniz var mı?"
"Şey" dedi genç kadın utana sıkıla. "Mustafa, sabahtan beri oyuncak araba istiyor ama onu bırakıp çıkamadım."
"Tamam, ben dışarı çıkarım şimdi. Annem şu an uyuyor, bir sürede uyanmaz herhalde. Siz buradaysanız ben bir oyuncak araba bulup getiririm."

"Teşekkürler" diyebildi yine gözlerini Cenk'ten kaçırarak. Cenk, kadının sesindeki umudu, mutluluğu algılamakta hiç zorlanmadı. Ama saf bir mutluluk, saf bir umut değildi bu. Başka bir şeyler de vardı içinde. İçerideki o duyguları tam olarak tarif edemiyordu kendisine. Oğlunun riskli bir ameliyata girecek olmasından kaynaklanan bir korku, ameliyattan çıksa bile sonrasında olacakları bilememenin verdiği belirsizliğin getirdiği, korku ile iç içe geçen endişe. Sadece bir kaç ay önce koşup oynayan, etrafa gülücükler saçan bir çocuğun bunları tekrar yapamama ihtimali ile ortaya çıkan hüzün. Tarif edilemeyen, sadece anladığını, hissettiğini düşündüğü bir duygular bütünü vardı o ses tonunda.
"Ben daha fazla oyalanmayayım." dedi Cenk. "Annem uyanana kadar gider gelirim."

Hızlı adımlarla koridorda yürüdü. Koridorun tam ortasına denk gelen bölümdeki açıklıkta asansörler, onların bulunduğu bölümün ilerisinde bahçeye bakan büyük bir pencere ve merdivenler vardı. Cenk, hastaneye geldiklerinden bugüne asansörleri bir defa kullanmıştı. Çok eski olduklarını ve yavaş çalıştıklarını görmüştü. Bir de hastanenin kalabalık bir saatinde bindiğinden, kapı kapanmak bilmemişti. Bir kişi biniyor, istediği kata basıyor, kapılar tam kapanmak üzereyken başka biri beliriyor, kapılar tekrar açılıyordu. On kişilik asansör tıka basa doluncaya kadar bu durum tekrarlanıyordu. Hatta dolduktan sonra bile son anda asansöre yetişenler, kapıların tekrar açılmasını sağlıyordu. Cenk, o asansöre bindiği tek seferde de pişman olmuştu. Bu sebeple artık hep merdivenleri tercih ediyordu. Yine merdivenlere yöneldi ve birer ikişer merdivenlerden indi. Hastanenin giriş katından çıkarken güvenlik bölümünde oturan ve hastanede gece görevlisi olarak çalışan Mehmet Bey'i gördü. Gülümseyerek selam verdi.

"Nereye böyle yine Cenk, hızlı hızlı. Taze çay demledim, içer misin?"
"Sağ olun Mehmet Bey. Dükkanlar kapanmadan almam gereken bir kaç şey var."
"Tamam Cenk. Gece uzun, beklerim."

Cenk, kapıdan çıkarken Mehmet Bey'e el salladı. Hastane kapısının biraz ilerisine bıraktığı motoruna bindi. Kaskını takıp, motorunu çalıştırdı. Hastane otoparkından çıkarak İstanbul'un Fatih ilçesinin caddelerinde ve sokaklarında turlamaya başladı. İlk olarak hastanenin hemen önünden geçen bir caddedeki dükkanlara baktı. Gözleri ile oyuncak satabilecek ve açık olan bir yer aradı ama bulamadı. Bir kaç dar sokaktan geçtikten sonra köşesinde bir tabelada Kızılelma Caddesi yazan yere çıktı. Cadde üzerindeki ilk turunu tamamlamadan bir dükkan gördü. Motorunu sağa çekti ve dükkana girdi. Etrafına hızlıca baktıktan sonra bir kaç çeşit oyuncak araba olduğunu gördü. İlk önce kararsız kaldı sonra ses çıkaran bir tanesini almaya karar verdi. Dükkanın tezgahının arkasında oturan adama döndü.

"Bu ne kadar?" diye sordu.

Adam ayağa kalktı. Kafasını hafifçe yukarı kaldırarak Cenk'in yüzüne baktı. Ardından bir saniyeliğine oyuncağa baktıktan sonra tekrar Cenk'in yüzüne baktı. Cenk, insanların onu ilk gördüğü an ki bakışlarına alışkındı. Kafasının ön tarafında bulunan simsiyah saçların bir tutamı beyazdı. Aslında doktorlara bakılırsa renk pigmentleri olmayan bir bölgeye sahipti saçları. Bu duruma poliosis diyordu doktorlar ve genetik olabileceğini söylüyordu. Çocukluğunda, diğer çocukların dalga geçmeleri ile saçlarının görüntüsünü kafasına takar, ağlayarak eve dönerdi. Sayısız kereler saçlarını kazıtmış, her gece uykuya dalmadan önce sabah saçlarının düzelmesi için yalvarmıştı. Ama her sabah aynı siyah saçların arasındaki bir parça beyaz ile uyanmıştı. Büyüdükçe bu durumu fazla önemsememeyi öğrendi. Artık insanlar doğal mı yoksa boyuyor musun diye soruyordu ve bu Cenk'i üzmek yerine güldürüyordu.

Dikkatini tekrar oyuncağa çeviren adam "20 lira" dedi.
"Tamam alıyorum."

Oyuncağı sırt çantasına koydu, parasını verdi ve iyi akşamlar dileyerek dükkandan çıktı. Gelirken geçtiği yolları izleyerek tekrar hastanenin bahçesine girdi. Acil laboratuvarlarının olduğu binaları geçip, yokuş aşağı indi. Tam bir sola dönüş ile Nöroşirürji binasının olduğu yola girdi. Akşam üstü bölümün bahçesinde tanıdık manzaralar vardı ama bu akşam bekleyen insan sayısı bir önceki güne göre azalmıştı. Motorunu, bölümün bahçesinde bulunan büyük ağacın altına bıraktıktan sonra hızlı adımlarla binaya giriş kapısından geçti. Hemen giriş bölümünün oradaki çay kahve makinesinin başında yaşlı bir adam gördü. Makineyi dikkatlice inceliyor, tuşlarına basıyor ama herhangi bir içecek alamıyordu. Cenk, bir kaç saniye duraksadı, ardından yaşlı adamın yanına gitti.

"Ne içmek istiyorsun amca?" diye sordu. Yaşlı adam kafasını yukarı kaldırdı ve Cenk'in suratına baktı.
"Bu makineleri hala çözemedim genç adam. Bir çay almak istiyorum sadece."
"Tamam." dedi Cenk. "Yeterince para atmışsın, önce şu tuşa sonra şu tuşa basıyorsun ve işte oldu."

Makineden gelen sesler çayın hazırlandığına işaret ediyordu.

"Makine sinyal verince çayınızı alırsınız, amca."
"Çok yaşa evladım." dedi adam. Cenk el sallayarak yanından uzaklaştı. Merdivenleri birer ikişer atlayarak çıktı. Mustafa'nın odasına doğru yürüdü. Kapısı aralıktı. Kapıyı tıkladı. İçeriden gelen gelin sesi ile kafasını aralık kapıdan içeri uzattı. Mustafa, Cenk'i ilk gördüğünde korkmuştu. Uzun boyu ve iri vücudu ile çocukların ona alışması biraz zaman alıyordu. Bu Cenk'in çocukluğunda da böyleydi. Diğer çocuklara göre her zaman uzun boylu ve iriydi. Bu durum onu kimi zaman dalga geçilen bir çocuk, kimi zaman korkulan bir çocuk yapıyordu. İnsanların acımasızlığıyla daha küçük yaşta tanışmış ve bunu içselleştirmişti. Büyüdükçe karşısındakilerin ona bakışını anlamak kolaylaşmıştı. Yaklaşık bir metre boyundaki bir çocuğun ondan korkması da gayet normaldi.

Mustafa, Cenk'i gördüğünde korku veya sevinç yoktu bu sefer yüzünde. Üzgün ve acı çeker bir hali vardı. Cenk çantasından oyuncak arabayı çıkarıp uzattı. Mustafa'nın gözleri parladı. Zor da olsa ufak bir gülümseme görülebiliyordu yüzünde. Hemen arabayla oynamaya başladı. Mustafa'nın annesi teşekkür etti. Cenk, odadan çıkarak annesinin yanına geçti. Annesi hala uyuyordu ve annesinin kız kardeşi gelmişti.

"Hoş geldin." dedi Cenk.
"Hoş bulduk. Sen git biraz dinlen ben buradayım."
"Tamam. Aşağıda biraz oturup gelirim."

Teyzesi kafasını tamam anlamında salladı. Cenk, yine merdivenlerden aşağı indi. Az önce çay aldığı yaşlı adam elinde makineden aldığı plastik bardak yerine cam bir bardak ile köşede bir tabureye oturmuş çayını yudumluyordu. Kafasını çevirdiğinde Mehmet Bey'i gördü.

"Cenk, taze çayım var, sende içer misin?"
"Evet, iyi olur."

Mehmet Bey, gece nöbeti sırasında mutfak olarak kullandığı bölüme geçti. Cenk, yaşlı adamın yanına oturdu.

"İyi akşamlar."
"İyi akşamlar evlat. Senin şu makinenin yaptığı çayı beğenmedim. Sağ olsun Mehmet kardeş yetişti de, kendi demlediği çaylardan bir tane verdi. Eskiden çay ocakları olurdu buralarda. Onlar daha iyi yapardı çayları."

Cenk, gülümsedi. "Ben pek hatırlamıyorum o zamanları."

"Zaman bazı şeyleri unuttururken, bazı şeyleri de hatırlatır. Sen hiç odun ateşinde demlenmiş bir çay içtin mi? İşte o hepsinden lezzetli olur."
"İçtiğimi zannetmiyorum." diye cevapladı.
"Belki de içmişsindir ama hatırlamıyorsundur."
"Belki de."

Yaşlı adam, tepeden tırnağa Cenk'i süzdü. O sırada Mehmet Bey'de çay getirmişti. Cenk, bakışlardan rahatsız olmuş, yüzü kızarmış vaziyette çayından bir yudum aldı.

"Bu hayatta senin gibi bir şeyi bir daha göreceğimi hiç düşünmemiştim" dedi yaşlı adam. Cenk, ağzındaki çayı dışarı çıkarmamak için zor tuttu kendisini. Yudumu yutmaya çalıştı ama bu seferde boğazına takıldı. Bir kaç öksürükten sonra tekrar normal nefes almaya başlamıştı. Daha önce bir sürü kelime kullanılmıştı kendisini tanımlamak için. Bir çoğuna alışmıştı ve umursamıyordu ama ilk defa kendisine "şey" dendiğini duyuyordu. Yaşlı adamın bunu uzun boyu ve iri cüssesi yüzünden mi yoksa saçları yüzünden mi, yoksa hepsi için mi söylediğini anlayamamıştı. Cenk, ne diyeceğini bilemiyor, Mehmet Bey tam yanında sırıtıyordu.

"Tanıştınız mı?" diye sordu Mehmet Bey.
"Sanki çok eskilerden tanıyor gibiyim." dedi yaşlı adam. Mehmet Bey, yine gülümsedi.
"Cenk, bu ay yeni geldi. Annesi burada." Sonra Cenk'e döndü. "Bakay Amca dördüncü ameliyatını olacak. İşte arada sırada buraya uğruyor diyebiliriz."
"Memnun oldum." dedi Cenk.
"Asıl ben memnun oldum. İnsan her zaman senin gibi biriyle karşılaşmıyor."

Cenk, anlamsız bir ifadeyle baktı suratlarına. Mehmet Bey, umursama der gibi elini salladı. Cenk'in hastanenin bu bölümünde öğrendiği bir şey varsa o da beyne bir defa dokunulduktan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmuyordu. Biraz düşündüğünde Bakay Amca'nın beynine üç defa dokunulmuş demekti. Söylediği anlamsız şeyleri rahatlıkla görmezlikten gelebilirdi.

"Çok eskiden." diye söze girdi Bakay amca. "Taş işçiliği bir sanattı. Bu binalarda ise ne ruh var, ne başka bir şey. Çok soğuk, çok sıradan."
"Eee, artık hazır beton ile yapıyorlar, eskisi gibi değil." dedi Mehmet Bey.

Cenk, çayını bitirdi ve yanlarından ayrılmak için ayağa kalktı. Başka bir zaman olsa belki bu yaşlı adam ile sohbet etmek eğlenceli olabilirdi ama bu akşam pek havasında değildi.

"İyi akşamlar, size."
"İyi akşamlar, Cenk."
"İyi akşamlar, evlat."

Bardağını, güvenlik bölümüne koydu ve merdivenlere doğru yürümeye başladı. Arkasından yaşlı adamın sesi geliyordu.

"Hatırlamıyor. Beni hatırlamadı. Belki de hiç bir şey hatırlamıyor."

Cenk, merdivenleri yavaş yavaş çıktı bu sefer. Üst katlara çıktıkça bina daha da sessizleşti. Dördüncü kat tabelasından koridora döndü. Annesinin odasına girdi. Annesi hala uyuyor, teyzesi de koltuğun üzerinde uyukluyordu.

"Sen git bir kahve iç istersen." dedi teyzesine.
"Tamam. Sen buradaysan, ben gidip biraz hava alayım."

Teyzesi gittiğinde, Cenk koltuğa oturdu. Annesi gözlerini araladı, oğluna baktı.

"İyi ki, seni bize vermişler." dedi.
"Vermişler mi?" diye sordu Cenk. Annesi gözlerini tekrar kapadı.
"Ulu bir ağacın altında bulmuşlar seni." Cenk şaşkınlık içinde dinliyordu. Annesi, rüya mı görüyordu yoksa daha önce ona hiç söylemediği şeyleri mi söylüyordu emin olamıyordu. Ameliyatın etkisi olarak hayali şeyler görebilir, söyleyebilirdi. Doktorlar endişelenmemeleri gerektiğini bunların normal olduğunu söylemişti. Hayal ürünü şeyler olabilir bütün söyledikleri diye düşündü. Çok fazla kafasına takmaması gerekirdi. Yine de içine dert olmuştu işte.
"Anne" diye seslendi ama bir cevap alamadı. Sonra tekrar seslendi, yine cevap alamadı. Hazır annesi uyumuşken, kendisi de koltukta biraz kestirmeye karar verdi. Gözleri yavaş yavaş kapandı.

Alçak bir tepeden dümdüz ovaya baktı. Çoğu yeri çorak olan arazide yer yer yeşillikler görülebiliyordu.Uzaklarda belli belirsiz seçilebilen nehir ve etrafında kısa ağaçlar. Her şey bir düzen içerisinde, uyumlu ve sakin duruyordu. Aniden bir uğultu duyuldu. Sessizliği ve düzeni bozan bir uğultu. Duyduğu ses Cenk'e tanıdık geliyordu. Daha önce duyduğuna emin olduğu, tüylerini ürperten bir uğultu. Hiç hatırlamak istemediği bir gece, 17 Ağustos 1999 gecesi, yine buna benzer bir ses ile uyanmıştı uykusundan.

Her geçen saniye uğultu giderek artmaya ve yer sarsılmaya başladı. Yine deprem oluyor diye düşündüğü sırada ayağının altındaki toprak hareketlendi. Cenk, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ayağının altındaki toprak kayarken, Cenk olduğu yerde hiç kıpırdamadan durabiliyordu. Güneş tam tepede tüm ovayı aydınlatıyor, sadece onun bulunduğu yer karanlıkta kalıyordu. Lanetli insanlara özel kara bir bulutun üstünde durması gibi. Olabilecek kötü şeylerin üstüne yenilerinin eklenmesi gibi. Sonunda kendisinde kafasını yukarı kaldıracak cesareti bulabildi. Kalın gövdesi bir süre gökyüzüne yükselen, ardından binlerce dal ile etrafa yayılan dev bir ağacın gölgesindeydi. Dev ağaç en başından beri orada mıydı, yoksa yerin hareketlenmesi ile mi orada bitmişti fark edememişti. Hareket etmeye, o uğursuz yerden kurtulmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Ayakları olduğu yere saplanmış, vücudunun geri kalanı orada, o anda donup kalmıştı.

Oradan kurtulmak için çırpındığını, bütün vücudunu hareket ettirdiğini düşünüyordu ama bir tek kılı bile kıpırdamamıştı. Sonra ansızın tüm gördükleri dönmeye başladı. Kendisi kıpırdamıyor, ova onun etrafında dönüyordu. Az önce karşısında belli belirsiz seçilen nehir, artık solunda ve daha yakındı. Cenk, başının dönmeye başladığını düşündü. Tüm dünyası kendi ekseninde ve yavaş yavaş dönüyordu. Sonunda baş dönmesi yada yaşadığı her ne ise geçti. Kendine gelebilmek için gözlerini kapattı. Huzurlu ve mutlak bir sessizlik içerisindeydi. İlk rüzgarı hissetti yüzünde, ardından kulaklarına bir flütten çıktığını düşündüğü kadim notalar dokundu. Sesler Cenk'i rahatlatıyor, rahatladıkça hafiflediğini hissediyor, yapışıp kaldığı kıpırdayamadığı yerden kendisini kurtarıyordu. Bir süre sonra flüt sesine vurmalı bir enstrümanın sesi eklendi. Bir kaç saniyede bir vuran, ritmi hiç değişmeyen tok bir ses. Kulağına gelen müzik artık bir çağrı halini almıştı. Cenk'in hiç bilmediği müzik aletleri ile yapılan, onu hiç bilmediği yerlere götürebilecek bir çağrı. Gözlerini açmak istemiyor, kendisini yapay olmayan, doğanın kendisinden gelen bu çağrıya bırakmak istiyordu.

Gözleri kapalı olsa da çevresindeki değişimi hissedebiliyordu. Bir müddet ışık süzüldü göz kapaklarından, ardından karanlık girdi içeri, tekrar ışık ve son olarak yine karanlık. Karanlıkta durduğunu biliyordu. O karanlıkta onu çağıran bir şeyler vardı. Artık başı dönmüyordu. Cesaretini toplayıp gözlerini açtı. Başlangıçta altında durduğu dev ağaç şimdi karşısındaydı. Ağaç ile arasında iki kaya parçası duruyordu. Gökyüzünde bulutlar hareket halindeydi. Kara olanları ağaca ve Cenk'e doğru geliyordu. Ova arkasında kalmıştı ve hala güneşliydi. Tekrar ağaca baktı. Müzik sesi kesilmişti. Şimdi bir fısıltı, Cenk'i dev ağaca çağırıyordu. Bir adım attı ağaca doğru, ardından bir adım daha. Korkuyordu ama kendisine engel olamıyordu. Aniden ağaç çatırdamaya başladı. Sanki dev gövdesini hareket ettirmeye çalışıyordu ama başarılı olamıyordu. Sonunda ağacın gövdesinde iki nokta patladı. Kalın gövdenin içinden iki dev zincir önünde bulunan iki kayaya doğru fırladı. Kulakları sağır eden bir gürültü ile zincirler kayalara çarptı. Cenk, kendisini korumak için kolunu yüzüne götürdü. Her taraf toz duman olmuştu. Duman dağılmaya başladığında kolunu altından önüne baktı. Ağacın gövdesinden fırlayan zincirlerin uçları önündeki kayaların içine geçmiş vaziyette, gergin bir şekilde duruyordu.

Ortalık tekrar sakinleştiğinde, bu sefer tam arkasından, ovadan bir ses yükselmeye başladı. Hızla yaklaşan, şiddeti giderek artan bir ses. Kulaklarını kapattı ve arkasını döndü. Ovanın ortasında bir toz bulutu giderek bulunduğu tepeye yaklaşıyordu. Toz bulutu yaklaştıkça gürültü artıyor, yer sallanıyordu. Aynı anda çalışan bir sürü motorun çıkarabileceği bir ses artık kulaklarını tırmalıyordu. Toz bulutunun tam üstüne geldiğini anlaması fazla zamanını almadı. Kaçmak istedi ama tekrardan bulunduğu yere saplandı. Paniklemeye başladı. Yaklaşan her ne ise, kendisini, ağacı ve kayaları dümdüz edebilirdi. Bağırmak istedi. Bütün gücünü toplayıp bağırmak için ağzını açtı. Ciğerleri acıyana kadar içindeki nefesi boşalttı. Bağırdığını düşünüyordu. Sonunda tüm nefesini verdiğinde, tek bir sesin dahi çıkmadığını anladı dudaklarının arasından.

Kahverengi toz bulutu artık çok yakınındaydı. Tozların arasında bir karartı belirdi. Simsiyah bir şey yaklaşıyordu. Gerçek olamayacak kadar siyah bir şey, renksizliğin ta kendisi. Toz bulutunun içerisinde bir gölge. Ovanın üzerindeki güneşin ışınları doğrudan gölgeyi hedef alıyor, gölgenin üzerine vurdukça gözleri kör edebilecek parlaklıkta bir ışık yansıyordu. Cenk, artık bu gölgeden kaçamayacağını anlamıştı. Hiç bir yere kıpırdayamıyordu. Toz bulutunun içindeki gölge giderek belirginleşti. Hayatında gördüğü bütün siyahlardan daha siyah bir at toz bulutunun içinde koşuyordu.

Bir süre sonra atın etrafındaki toz bulutu dağılmaya, koşan at yavaşlamaya başladı. Tepenin hemen başında, dev ağacın, kayaların ve Cenk'in etrafında bir kaç tur döndü. Sonra tam karşısında şaha kalktı. O kadar heybetli görünüyordu ki, böyle bir manzara karşısında kim olsa ağzı açık kalırdı. At, ilki kadar heybetli olmasa da bir kaç defa daha şaha kalktı. Ardından ovaya döndü ve geldiği yönde koşmaya başladı. Dört nala gidişinin sesi duyulabiliyordu. Her taraf toz duman olmuştu yine. Esen rüzgar ile birlikte tozlar Cenk'in gözlerine girdi. Gözlerini sıkı sıkı kapadı.Sesler giderek azalırken gözlerini açtı tekrardan.Hastane odasında annesinin yanındaki koltukta oturuyordu.

Gördüğü rüyadan etkilenmişti. Daha önce hiç olmadığı kadar gerçekçi bir rüyaydı ve uykuya dalmadan hemen önce annesinin söyledikleri, içinde fırtınalar kopmasını sağlamıştı. Tüm hepsi birleştiğinde de üç beş dakikalık uykunun içerisine giren bir kabus ortaya çıkmıştı.

Etrafına bakındı. Annesi gözlerini açmış, Cenk'i inceliyordu. Cenk annesinin, yanında olduğunu bilmesi için ayağa kalktı. Annesi de ona göz kırptı.

"Ulu ağaç" dedi zar zor duyulabilen bir ses tonuyla. Cenk, bütün dikkatini annesinde topladı. "Ulu bir.." dedi. Sesi giderek azalıyordu. "Ulu bir kayın ağacı."








Zaman... İlkler ve sonlarla dolu, bazen geçmek bilmeyen bazen göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman. Saniye, saat, gün, ay, yıl. Ufak bir kum tanesinden kumsallara, uçsuz bucaksız çöllere dönüşmüş olan, asla durdurulamayan ve kısacık hayatımızdan akıp giden, sevinçleri, hüzünleri, pişmanlıkları geride bıraktıran.