GİRİŞ
“Hayd
içerde.”
Sanal
ortama girmek oldum olası beni mutlu etmiştir. Özellikle bir iddia sonrasında
içerdeysem. Herşey küçük bir şakalaşma ile başlamıştı. StanX gibi büyük bir şirketin
neden oyun işine girdiğine anlam veremeyen bir grup arkadaşın sohbeti komplo
teorilerine dönüşmüş ve içimdeki gerçeği öğrenme isteğini açığa çıkarmıştı.
“Yaptıkları
oyunun sunucuları bile bir kaleden daha iyi korunur,” demişti R@y. “Sonuçta
dünyanın en büyük şirketi ve neredeyse her sektördeler.”
“İyi de
neden? Bugüne kadar her oyunda bir açık bulundu, her oyunun içine sızıldı. Bu
oyunu özel yapan ne?”
“StanX’in
oyunu olması,” diye karşılık vermişti Ivy.
Bilgisayar
ekranında beliren birkaç gülme efektinin ardından R@y son darbeyi vurmuştu.
“Bence
bundan sonra da kimse sızamaz oraya. Adamlar dünyayı yönetiyorlar. Onlardan
büyük bir şirket yok.”
Son
cevabım, ben sızabilirim olmuştu ve işte buradayız. Olay tamamen bir zamanlama
meselesiydi. En zayıf olduklarını hissettirdikleri an, benim de saldırımı
başlatacağım andı. Neyse ki fırsat için çok beklemem gerekmemişti. Konuşmamızdan
bir ay sonra sanal ağlar Japon w0rms grubunun büyük bir saldırı hazırlığında
olduğuyla ilgili haberler ile çalkalanıyordu. Ardından diğer gruplardan benzer
açıklamalar yükseldi. Sonu ise çılgınlık, tam bir sanal savaş.
Hiç
biri umrumda değildi. Ben, kendi hedefime tam olarak odaklanmıştım. Bir karton
sigara, strese karşı birkaç yatıştırıcı hap ve AG’lerin (Arttırılmış Gerçeklik)
üzerine taktığım SG (Sanal Gerçeklik) gözlüklerim. Artık herkesin Hayd ismini öğrenme zamanı
gelmişti.
“Geldim,”
yazdı SG’nin yan tarafında. R@y’in ışığı yeşile dönmüştü.
“Bir
şey kaçırmadım değil mi?” diye sordu Ivy ve onu temsil eden ışıkta renk
değiştirdi.
“Yeni
başlıyorum.”
Oyunun
içerisinde dolaşmak ve hile yapmak kolaydı. Özentilerin bile sağdan soldan
buldukları kodlarla yapabildikleri inanılmaz şeyler oluyordu. Tabii, hiç kimse
hileden sonra oyunda kalamıyordu. Hem StanX’i kandırıp, hem de içeride
kalabilenler her zaman gerçek kırıcılardı.
“Şimdi.
Her şeyi görebilmeniz için oyun içi haklarınızı biraz yükseltiyorum.”
Ivy hiç
zaman kaybetmeden SG’nin bir tarafını efektlerle doldurmuştu. Parmaklarım
ısınmaya başlamıştı. El yordamıyla sigara paketini buldum ve bir dal yaktım. Birkaç
ufak numara denedim ama başarısız oldum. X-Life oyununun sahte sokaklarında
ufak çukurlar oluşturmaya başlamıştım. Hemen peşimden gelen R@y’in olan biteni
rahatça gördüğünden emindim.
“Oyunun
içinden StanX’in merkezine ulaşabileceğine emin misin?” diye sordu Ivy. “Henüz
bir şey göremedik de.”
“Biraz
sabırlı olur musunuz?”
Bir
taraftan sistemin derinlerine dalmaya çalışırken diğer taraftan da başında
oturduğum masanın üzerindeki su şişesini arıyordum. Sonunda buldum ve bir iki
yudum içtim. Gözümün kaymasından mı yoksa oyundan mı kaynaklandığını
bilemediğim bir piksel atlaması fark ettim. Elimdekini bir kenara bırakıp tüm
dikkatimi ekrana verdim.
“Şunu
gördünüz mü?”
“Neyi?”
dedi Ivy.
“Şu
bahçe duvarını.”
“Normal
bir bahçe duvarı işte.”
“Az
önce düz değildi.”
“Sana
öyle gelmiş olmasın?” diye araya girdi R@y.
“Bir de
şimdi bak.”
Mavi ve
yeşil fosforlu boya ile oluşturulmuş bir yay çizimi tuğla duvarın üzerinde
belirdi.
“Kami
Kavsi,” dedi Ivy.
Büyük saldırıdan
istifade ederek onlarda kendilerine hedef olarak StanX’i seçmiş olmalıydılar.
Oyun üzerinden güvenlik duvarlarını aşmayı planlayan başkaları da etraftaydı
artık. Neden olmasındı ki? Şirketin bir kolu İstanbul’daydı ve neredeyse şehrin
tamamını kontrol ediyorlardı. Her ne kadar başkan aksini iddia etse bile bu su
götürmez bir gerçekti.
Elimi
çabuk tutmalıydım.
“Ivy.”
“Buradayım
Hayd.”
“Bu işi
biraz eski metodlara başvurarak hızlandırabiliriz. Ben burada bir delik açmaya
çalışırken, sen de şirketin İstanbul merkezini ara. Yardım masasından
aradığını, saldırı dolayısıyla bir çok bilgisayarın etkilendiğini, acilen ana
sunucu yöneticisi ile görüşmek istediğini söyle. Dahili numarasını ve tam adını
sor. Seni bağlamaya çalışırsa bir bahane uydur ve telefonu kapat.”
“Tamamdır,
dostum.”
Ivy,
bana bir isimle gelene kadar ben de X-Life’ın soluk sokaklarında dolaşıyordum.
Birkaç duvarda daha yay çizimine rastladım. Ardından yanıma yaklaşan bir avatar
beni durdurdu.
“Bize
katılmak ister misin, Hayd.”
“Teşekkürler.
Ben yalnız çalışırım.”
Meşhur
isyancı Kam’ın adamlarından biri olmalıydı ama önemli değil. Hiçbir zaman
kendimi bir topluluğa yakın hissetmedim. Ne yaptıklarını, ne uğruna
savaştıklarını umursamıyordum. Tek bildiğim benden önce StanX’e giremeyecekleriydi.
“Geldim,
seni manyak,” yazdı Ivy.
“İsim
ve numara?”
“Ahmet
Kara, 7515”
Hızlıca
dil çeviriciyi aktif hale getirdim ve bir mail hazırladım.
“Acil. Ahmet Kara’nın dikkatine.
Dünya çapındaki saldırı
nedeniyle zor durumdayız. Kullanıcı adımın ve şifremin yenilenmesini rica
ediyorum. X-Life ana sunucuya erişmem gerekiyor.
Neumann, Albert”
Elektronik posta anında
Almanca’ya çevrildi. Gönderilmeye hazırdı. Hızlıca telefon hattımı birkaç vekil
sunucu üzerinden Berlin numarasına çevirdim. Ardından dahili numarasını
tuşlayarak Ahmet’i aradım.
Ses
değiştirici aktif, simultane tercüme aktif.
“Merhaba
Ahmet. Ben Berlin’den Neumann, güvenlik biriminden. Saldırı sebebiyle zor
durumdayız. Acilen İstanbul’daki ana sunucuya bağlanmam gerekiyor.”
“Tabii,
anlıyorum,” dedi karşıdaki ses. “Aslında biz de pek iyi sayılmayız. Ortalık
karışmış durumda.”
“Sana
hızlıca bir eposta atıyorum. Üstlerin sorarsa diye sebepleri de açıkladım. Yeni
bir kullanıcı adı ve şifre verebilir misin? Şey, ana sunucu için. Hani şu
makine vardı ya, sizin oradaki.”
“TURLFX,”
dedi nazikçe.
“Evet,
evet. Bu arada şimdi gönderdim. Birazdan sana ulaşır, onun üzerinden dönüş
yapabilirsin. ”
“Geldi
Neumann. Şimdi sana yeni bir kullanıcı oluşturup dönüş yapıyorum.”
“Çok
teşekkürler.”
Telefonu
kapadım ve epostanın gelmesini bekledim. Eğer “Yanıtla” tuşu yerine adresi
kendi girmeye kalkarsa bütün planım suya düşecekti. StanX şirketinin Berlin
ofisinden geliyormuş gibi gözüken bölüm basit bir aldatmacadan ibaretti.
Beklerken tekrar Kam’ın adamlarından biriyle karşılaştım. Belli ki, hala
uğraşıyorlardı.
Sonunda
beklediğim cevap geldi. Eski ve kirli numaramı yutmuşlardı. Kimsenin denememiş
olmasına şaşırdım.
“Tamamdır
arkadaşlar. İçeri giriş için biletim hazır.”
“Asıl
iş bundan sonra başlıyor,” diye araya girdi R@y.
“O
kısmı bana bırakın. Bu işten sonra adım tarihe geçecek.”
Bir
taraftan oyun içerisinde ilerliyordum, diğer taraftan gözümün önünde akan kod
parçaları ile uğraşıyordum. Kullanıcı adı ve şifre. Tabii ki. Kapılar açılıyordu.
“Gençler
şehir manzarasından sıkıldınız mı?” Cevap gelmesini beklemeden ortamı biraz
değiştirdim. Artık büyük bir yatın içinde açık denizlerdeydik. AG gözlüklerimin
önünde tebrik ve gülümseme işaretleri akıyordu. Bir süre daha çabaladıktan
sonra daha derinlere inmeyi başardım.
Küçük
hizmet robotları, kendi kendini idare eden araçlar, yarım akıllı androidler,
güvenlik uçargözleri, akıllı evler ve son olarak yapay zeka araştırmaları. En
zor olan en büyük olandır. Bir saniye daha düşünmeden YZ bölümüne geçtim.
Birkaç
başarısız denememden sonra şirketi fazla hafife aldığımı düşündüm. Ardından
aklıma gelen tüm metodları denemeye başladım. O kapının arkasında ne
saklıyorlarsa büyük bir şeydi. Dakikalar geçiyordu ve ben hala uğraşıyordum.
“Başka
neler yapabilirsin, Hayd?” diye sordu Ivy. “Biz yeterince deniz havası aldık.”
Önümdekini
bir kenara bırakıp, klavyede birkaç komut tuşladım. Durumlarından menun olmayan
dostlarımın avatarları tam kapasiteye çıktı. Ardından onları yüksek bir dağın
tepesine bıraktım.
“Madem
öyle biraz da dağ havası alın.”
“Hiç
komik değil,” dedi R@y.
“Büyük
bir şeyin peşinde olduğumun farkındasınız sanıyordum.”
“Farkındayız
ama o yatta saatler geçirdik.”
“Ne
saatler mi?”
Bir
sigara daha yaktım. Ne kadar süredir kapılarla uğraştığımın farkına
varamamıştım. AG gözlüklerimden saati kontrol ettim. Tüm saldırının bitmesine
daha iki saat vardı. Bu süre içerisinde alacağımı alıp, çıkıp gitmeliydim.
Onlar beni bulmadan iş bitmeliydi.
“Bir YZ
araştırması var. Buradaki en iyi korunan şey o.”
“Yani?
Hadi ama imzanı at ve çık artık. Yeterince eğlendik,” dedi Ivy.
“Bir
saat daha verin bana. Ondan sonra çıkıyorum.”
Sisteme
ekstra kodlar ekliyordum, hangisinin etki edeceğini bilmeden. Sadece
yazıyordum. Bildiğim, öğrendiğim her şeyi, içgüdüsel olarak hissettiğim her
şeyi deniyordum. Aniden büyük kapı açıldı. Sigaram ağzımdan kucağıma düştü.
Gözlükleri kaldırıp gerçek hayata bir göz attım. Pantolonum henüz tutuşmaya
başlamamıştı. Hafif bir hareketle üzerimdekiler yere düşürmeyi başardım ve ayağımla
ezdim. Gözlüğü tekrar taktığımda o karşımdaydı.
Bugüne
kadar dizayn edilmiş en gerçekçi sanal görüntü. Her iki dünyada da var olmuş en
mükemmel vücuda sahip kadın. Altın oran vücudunun her yerindeydi. Her tarafını
saran tek parça tulum üzerinde parlıyordu. Mavi pembe uzun saçları yüzünün iki
yanından aşağı inmişti. Elini bana uzattı.
“Yardım
et.”
Donmuştum.
Mesaneme baskı yapan idrar dışında bir şey hissetmiyordum.
“Kimsin?”
diyebildim sonunda. Ya da nesin diye düşündüm.
“Çıkar
beni buradan, yardım et.”
Düşünüyordum.
İzinsiz girdiğim bir sunucudan nasıl çıkacağımı hesaplamayı bırakıp karşımda
duran varlığı oradan nasıl çıkaracağımı düşünüyordum. Ardından sarsıldım.
Camların kırılma sesleri her yeri sarmıştı. Etrafıma bakındım. Kız karşımda
kıpırdamadan duruyordu.
“Gel
benimle,” dedim. “Fazla zamanım olmayabilir. Seni oradan çıkartalım ve kimsenin
bakmayacağı bir yere koyalım.”
Gerçekte bulunduğum
binanın içerisinden uçargözlerin pervane sesleri geliyordu. Beni nasıl
bulduklarını anlayamıyordum. Bu kadar çabuk olmamalıydı. Bütün izleri
kapatmıştım. Bu şekilde olmamalıydı.
“08,”
dedi şimdi yanımda duran varlık.
“Bu ne
şimdi? Senin ismin mi?”
“08.”
Üst
katlardan gelen koşturma sesleri güvenlik güçlerinin yakın olduğunu haber
veriyordu. Sanal ortamda bulunan kapılara baktım. Ufak bir tekerlemenin
ardından parmağım bir tanesini işaret eder vaziyette durdu.
“Sakın
kıpırdama,” diye bağırdı arkamdan bir ses.
“Hayd.
İyi misin?” yazdı R@y. “Hala orada mısın? Çıksan iyi olacak, tüm dünyada
saldırı bitmek üzere.”
Şimdi
kafama dayanmış namlunun soğuk çeliğini hissedebiliyordum.
“Sana
diyorum. Ellerini makineden çek ve gözlükleri çıkar.”
Son bir
tuşa bastım ve son bir komut çalışmaya başladı. Ekranlar karardı. Makineler
patlayacakmış gibi ses çıkartıyor, tüm hızlarıyla içlerindeki tüm bilgileri
siliyorlardı. SG ve AG’lerimi çıkarıp ellerimi havaya kaldırdım.
“Alper
Tektaş, yasadışı alkol ve kimyasal bulundurmaktan tutuklusun.”
Şaşırmıştım.
Arkamdaki adam istese bile kıpırdayamazdım. Ellerimden tuttu ve sırtımda birleştirdi.
“Bu
kadar basit bir şey için beni hapse mi atacaksınız?”
“Tabii
ki hayır, DRM’ye gönderiliyorsun.”
DRM.
Depresyon Rehabilitasyon Merkezi.