“Ne demek yetersiz saklama alanı,” diye bağırdı Yıldırım Bey. Telefonu tutan eli uyguladığı kuvvetten kırmızıya dönmüştü.

“Anlamıyorum. Daha geçen gün yeni hafıza kartlarını sisteme bağladık. Kaç eksabit aldığımızı hatırlamıyorum bile. Bana bunların birkaç yıl yeteceğini söylemiştiniz.”

İri adam sağ yumruğunu sertçe masaya vurdu.

“Bana Yıldırım Bey deme. O kadar müşterimiz olmadı ki, üç günde hafızaları dolduralım. Bir an önce detaylı bir rapor istiyorum. Bütün ekibi topla.”

Telefonu kırarcasına kapattı. Henüz bir saat önce ülkenin en zenginlerinden bir tanesi ile özel bir toplantı yapmış. En güvenilir sistemlerin kendilerinde olduğunu, sonsuza dek bilgileri saklayabileceklerini söylemişti. Adam ile anlaştığı rakam, bir sene boyunca şirketin tüm masraflarını karşılayabilecek boyuttaydı. Eğer az önce olanların önüne geçemez ve basın bunu duyarsa tüm anlaşma çöpe gidebilirdi.

Odasında tur atmaya başladı. Sinirden dudaklarını ısırıyor, sorunu nasıl atlatacaklarını düşünmeye çalışıyordu. Çelimsiz sekreter odanın kapısını çalmadan içeri daldı.

“Efendim, tüm ekip hazır. Sizi bekliyorlar.”
“Birazdan geliyorum.”

Odasında bulunan büyük kütüphanenin yanındaki kapıdan kendisine özel olarak yapılmış bölüme girdi. Elini yüzünü yıkadı. Derin bir nefes aldı. Bunu da atlatabiliriz dedi kendi kendine.
Yıldırım Bey, toplantı salonuna girdiğinde teknisyenlerden bir tanesi makineleri dev ekrana bağlıyordu. Güvenlik uzmanları, donanım sorumlusu ve yazılım sorumlusu masanın etrafında hararetli bir tartışmaya girmişlerdi. Patronun gelişi ile gürültü kesildi. Hepsi birer sandalye bulup oturdular.

“Anlatın bakalım sorunumuz tam olarak nedir?”

Söze önce donanım sorumlusu başladı.

“Yıldırım Bey, son taktığımız kartlar dolmaya başladı.”

“Az önce satış departmanından gelen raporlara bakıyordum. Üç günde toplam altı yüz müşterimiz olmuş. Bunların yarısından fazlası orta veya düşük gelirli kişiler. Sizlerin yaptığı hesaplamaya göre son üç günde eklediğimiz kartların bize en az yüz bin kişilik yer sağlaması gerekiyordu. Bu da en kötü ihtimalle bir sene yetecekti.”

“Haklısınız efendim. Hesaplamalar doğru. Ama beklenmedik bir şeyler oluyor. Ekrana bakmanızı istiyorum.”

Genç adam bilgisayarından ekrana karelerle dolu bir görüntü yansıttı.

“Burada görmüş olduğunuz her bir beyaz kare boş alanları, kırmızı kareler dolu alanları ve yeşil kareler işlem yapılanları gösteriyor.”

İri adam ekrana baktı. Bir sürü kırmızı kare ve çok az miktarda beyaz vardı. Birkaç saniye içerisinde bir tanesi yeşile döndü.

“Şu anda bir işlem yapıyor muyuz?”
“İşin garibi bu efendim. Şu an tüm işlemleri beklemeye aldık. Hiçbir şey yapmıyoruz.”
“Bir virüs olabilir mi?”

Güvenlik uzmanlarından zayıf olan ayağa kalktı.

“Bu imkansız efendim. Dünden beri tüm alanları taradık. Sorunun başladığı günden bugüne kadar geçen süre içerisinde çevrimiçi tüm hareketleri inceledik ancak virüs veya benzeri bir şeye rastlamadık.”

Yıldırım Bey, gözlerini yazılım sorumlusuna çevirdi. Genç kadın önce bir etrafına bakındı, ardından boğazına takılan bir şeyi temizlercesine sesler çıkardı.

“Yazılımsal bir sorun olduğunu düşünmüyoruz. Test ortamında benzer bir sorun ile karşılaşmadık. Yükleme yapılmadığı sürece Siber Cennet uygulaması sabit kalıyor. Yeni bir müşteri bağlandığında hareket oluyor o kadar.”

“Baylar ve hanımefendi, bildiğiniz üzere ölen birini en fazla üç gün morglarımızda tutabiliriz. O üç gün içerisinde güzel bir anı bulamazsak ve sisteme yükleyemezsek hem kişiyi hem de parasını iade etmek zorunda kalırız. Bu ne kadar zarar demek haberiniz var mı? Bir an önce bu sorunun çözülmesini istiyorum. Yoksa bir aya kalmaz hepimiz işsiz kalırız.”

Tüm çalışanlarına baktı. Elinin tersiyle alnındaki teri sildi ve derin bir nefes aldı.

“Şimdi sizden bir çözüm, bir öneri bekliyorum.”

“Aslında benim bir fikrim var, efendim,” dedi genç kadın.

“Seni dinliyorum Mira.”

“Bildiğiniz üzere Ar-Ge ekibimizle birlikte deneysel bir şey üzerinde çalışıyoruz. Yaşayan kişilerin istedikleri zaman sisteme entegre olup, kayıplarını izleyebilmeleri ile ilgili.”

“Evet. Henüz tam verim alamadığımız bir çalışma. Ama başarılı olursak çok iyi bir getirisi olacak. İnsanlar kurduğumuz merkezlere gidip yakınlarını ziyaret edebilecekler. Onları yanlarındaymış gibi izleyebilecekler.”

Genç kadın oturduğu yerde kıpırdandı.

“Eğer bu teknolojiyi kullanarak hiç işlem yapmadığımız halde yeşile dönen bölgelerden birinin yakınlarına gitmeyi başarabilirsek sorunu da anlayabiliriz.”

“Sorunu anlarsak çözümü de buluruz,” diye tamamladı Yıldırım Bey. “Daha ne bekliyorsunuz bir an önce uygulamaya başlayalım.”

Masanın etrafında oturan herkes birbirine baktı. Şişman ve daha tecrübeli olan güvenlik uzmanı elini kaldırdı ve söze girdi.

“Efendim, bu deneysel bir çalışma sadece test ortamında denedik ve orası gerçeğinin milyonda biri kadar bir yer.”

“Sadece küçük ölçekli bir modelde çalıştınız ama bağlantı başarılı olmuştu hatırladığım kadarıyla. Ayrıca kullanıcı açısından bir sorun yaşanmamıştı.”

“Orası öyle ama…”

“Aması yok.” Yıldırım Bey’in sesi yükselmişti. “Ya batacağız ya çıkacağız.”

Toplantı salonu sessizliğe gömüldü.

“Efendim, bu işi kim yapacak?”

“Testlerde kimler yer aldı?”

Zayıf güvenlik uzmanı ile Mira ellerini kaldırdı.

“O zaman ikinizden birisi girecek içeri. Gönüllü olan var mı?”

Güvenlik uzmanı ile genç kadın göz göze geldiler.

“Ben,” dedi Mira. “Ben yaparım.”

Birkaç saat sonra test odası insanlarla dolmuştu. Herkes bir şeyler ile uğraşıyor, etrafta koşturuyordu. Kimse bir kenarda sessizce oturan sarı saçlı güzel kadın ile ilgilenmiyor gibi gözüküyordu. Mira’nın gözleri dalmış, sabit bir şekilde ekrana bakıyordu.

“Hazır mısın?” diye sordu beyaz önlüklü bir adam. Bir süre sessizlik oldu.
“Hazırım.”

Genç ve zayıf olan güvenlik uzmanı yanlarına geldi.

“Söylediklerimi unutma. Anılara müdahale etmek yok. Onlar seni bir anlığına görecekler ama anılarının bir parçası olmadığın için umursamayacaklar. O noktalarda seni görebiliriz ama duyamayız. Bir sorunun olursa görsel olarak anlatmaya çalış.”

“Anladım.”

“Ayrıca her anı değiştirdiğinde beş ile on saniye arasında bağlantıyı kaybedeceğiz. Çok hızlı şekilde bir kişinin anısından diğerine geçmemeye çalış.”

“Çalışırım.”

“Merak etme. Sana bir şey olmayacak. Sorunu bul ve bize geri dön.”

“Her şey hazır,” diye bağırdı bir kişi.

Mira, yavaş adımlarla odanın ortasındaki yatağa yaklaştı.

“Yardım etmemi ister misin?”

“Teşekkür ederim. Kendim hallederim,” diye cevap verdi karşısında dikilen güvenlik uzmanına.
Tam olarak 23 tane küçük elektrot, bir tür jel yardımı ile Mira’nın kafasına bağlandı. Beyninin elektriksel aktivitelerini yanda bulunan ekranda görebiliyordu. Beyaz önlüklü bir doktor yanına yaklaştı.

“Şimdi senden beş defa gözlerini kapatıp açmanı istiyorum.”

Mira, söyleneni yaptı.

“Derin nefes al.”

“Beni ilk olarak nereye göndereceksiniz?” diye sordu genç kadın.

“Geçen ay ölen ünlü iş adamı Erol Aslan’ın anısına. Yeşile dönen bölgelere en yakın yer orası.”

“Tamam, anladım.”

Önüne geçen doktor elinde tuttuğu küçük feneri Mira’nın gözlerine tuttu.

“Hazırsan başlayalım.”

“Hazırım,” dedi genç kadın ve gözlerini kapadı.

Mira, lüks bir restoranda oturuyordu. Cam kenarındaki masada Erol Aslan keyifle yemeğini yiyordu. Mutluluğu tüm yüzüne yansımıştı. Bir garson, adamın önündeki boş tabağı alıp yerine  dolu bir tane bırakıyordu. O kadar zengin ama en mutlu olduğu anısı yemek yemek diye düşündü.

Oturduğu yerden kalktı ve adamın yanına gitti. Hiçbir şey söylemeden sadece gözlerine baktı. Ekiptekilerin onu görmüş olmasını umuyordu. İş adamı bir an yemeği bırakıp kafasını Mira’ya çevirdi. Genç kadın daha fazla durmadan yanından ayrıldı. Restoranın kapısını açtı.

Şimdi bir saunanın içerisindeydi. Sıcaklığı hissedebiliyordu. Dumanların arasında Erol Bey belli belirsiz görülebiliyordu. Kahkahalar ile gülüyordu. Mira, daha önce görmüştü. Ölmeden önce katıldığı bir televizyon programında bu ünlü adam aynı o şekilde kahkaha atmıştı.

Hızlı adımlarla yürüyerek adamın önünden geçti. Umarım takip edebiliyorlardır diye düşündü. Saunanın diğer ucundaki kapıyı açtı ve kendisini bir ofis odasında buldu. Zengin adam bu sefer masasında oturmuş bir şeyler imzalıyordu. Erol Aslan’ın ne kadar çok saklama alanı satın almış olduğunu yeni anlıyordu. Bu tarz insanlar satın aldıkları miktarı her zaman gizli tutarlardı. O da istisna değildi.

Masanın yanına gitti. Adam kafasını kağıtlardan kaldırıp Mira’ya baktı. Hiç duraksamadan diğer kapıdan dışarı çıktı genç kadın. Şimdi bir sokaktaydı. Yürümeye ve etrafı incelemeye başladı. Tanıdığı bir yere benziyordu ama çıkartamıyordu. Az ileride bir otobüs durağı gördü. Bol paça pantolon giymiş bir kız bekliyordu. Hemen karşısında ona doğru yürüyen bir genç adam. Belki ilk kız arkadaşını gördüğü o mutlu hatıra veya kızın ileride eşi olacak bir adamla tanışma anı. Onların mutlu zamanları. Belki de satın alabildikleri tek hafıza alanını bu olay kaplıyordu.

Mira, çocuğun önünden geçti. Dışarıdakilerin yerini tespit etmiş olmalarını umuyordu. Hemen ileride bir adam tekerlekli sandalyesinden ayağa kalktı ve koşmaya başladı. Üzerinde çöpçü kıyafetleri olan başka bir adam çimlere uzandı. Birbirine yakın saklama alanlarını satın almış bir sürü insan. En azından hepsi mutluydu.

Genç kadın etrafına bakındı. Sokağın tam ortasında bir kapı duruyordu. Bütün düzeni bozan, orada olmaması gereken bir kapı. Yerini belli etmek için kapının yanında duran adama yöneldi. Üzerinde mahkum kıyafeti olan birisi öylece dikiliyordu. Onunla göz göze geldi. Adam şaşırdı.

“Sen buraya ait değilsin,” dedi Mira’ya ve kapıyı açıp diğer tarafa geçti. Genç kadın şaşırmıştı. Olmaması gereken bir şey olmuştu. Birisi onu fark etmişti. Birisinin hatırasını bozuyordu. Vakit kaybetmeden aynı yerden o da geçti.

Bir savaş alanının ortasındaydı. Her şey yerle bir oluyordu. Mahkum kıyafeti giymiş adam patlamaların arasında koşturuyordu. Bu nasıl bir hatıra dedi kendi kendine Mira. Adamı takip etmeye çalıştı. Etraf kalabalıklaşmıştı. Bir hatıra bölgesinde olması gerekenden çok daha fazla insan etrafta dolaşıyordu. Yaşlı bir kadın, önüne gelen herkese sarılıyor, bir çocuk elindeki balonlarla hoplaya zıplaya koşuyordu.

Sistemde yaşanan terslik tam olarak buydu, tam önündeydi. Hatıralar iç içe geçmişti. Küçücük bir alan kaplaması gereken kişiler, hatıralar etrafa yayılıyordu.

“Nasıl? Bu nasıl oldu böyle?”

Mahkum kıyafeti giymiş adam üstü açık bir spor otomobille Mira’nın üzerine doğru geliyordu. Son anda sergilediği refleks ile kendisini kenara attı. Adam arabada ayağa kalktı ve bağırdı.

“İsyan. Şimdi isyan zamanıdır. Zengin her yerde zengin, fakir her yerde fakir olamaz. Bu düzen değişecek.”

Mira, etrafa bakındı. Her tarafta kapılar ortaya çıkıyordu. Savaş alanına dönmüş olan meydanda bulunan insanlar rastgele kapılara girip çıkıyor. Kendilerine ait olmayan bölgelere giriyorlardı. Kimin nereye, neyin kime ait olduğu belli değildi artık.

Hatıralar iç içe geçiyor, alt seviyedekiler üst taraftakileri yıkıyordu. Mira, şimdi anlamıştı. Kimse kendisi için sınırlanan bölgede kalmamıştı. Herkes daha fazlasını istiyordu. Hafıza bölgeleri ele geçiriliyordu. Bir şekilde haber vermeliydi. Bozulan bölümlerin kesinlikle silinmesi gerekiyordu. Yoksa bütün sistem çökecekti.

“Beni çıkarın artık. Sorunu buldum,” diye bağırdı. “Hayır, hayır. Beni duyamazlar.”

Kimin hafıza alanındaydı? Dışarıdakiler nereye bakacaklarını biliyorlar mıydı? Etrafta yazacak bir şeyler aradı. Birilerinin gözüne sokup gösterebileceği…

Geldiği kapıdan dışarı çıktı. Aynı sokaktaydı. Ama bu sefer kalabalıklaşmıştı. Yer sallanıyor, binalar yıkılıyor, sistem çöküyordu. Mahkum, spor arabasıyla Mira’nın önünde durdu. Onu görebiliyor olmaları gerekiyordu. El sallamaya başladı. İki elini yanlara açıp kapatarak bitirin işareti vermeye çalıştı.

“Sen buraya ait değilsin,” dedi mahkum.

“Hayır, hayır. Ben sadece yardımcı olmaya çalışıyorum.”

“Yardıma ihtiyacımız olduğunu nereden çıkardın?” dedi ve güldü mahkum. “Bence senin yardıma ihtiyacın olacak.” Eliyle yan tarafı işaret etti. Ucu bucağı gözükmeyen bir insan seli üzerine doğru geliyordu.

“Çıkarın onu oradan,” diye bağırdı güvenlik sorumlusu. “Son görüntüyü gördünüz.”

“Beyin sinyalleri çok azaldı,” dedi doktor. “Şimdi çıkarırsak ne ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Sinyallerin tam olması şart.”

“Yüzlerce müşteriden Mira’nın görüntüsünü almaya başladık. Son yaptığı işaretleri gördünüz.”

“Çok riskli. Sinyallerin normale dönmesini beklemeliyiz.”

Odanın her tarafını alarm sinyalleri kapladı. Kırmızı ışıklar yanıp sönüyor, her saniye kulakları sağır eden bir ses tekrarlıyordu.

“Her şey çökmek üzere,” dedi güvenlik sorumlusu. “Bir şeyler yapmalıyız.”

Bir an sessizlik oldu. Işıklar ve sesler normale döndü. Ekranlarda bir yazı belirdi.


Yetersiz Saklama Alanı. Otomatik silme işlemi başlatmak ister misiniz?


Haris, etrafına baktı. Tanıdığı, tanımadığı herkes gelmişti. Bu büyük ve onurlu görev geçen sene olduğu gibi bu sene de ona verilmişti. Ama bu defa farklıydı. Kendisini gerçekten hazır hissediyordu. Çok iyi hazırlanmış ve son on yılın bölgeye ait tüm rekorlarını kırmıştı. Herkesin tek beklentisi vardı, başarı.

Bölge yöneticisi Rıza Bey, Haris’in sırtına vurdu.

“Dualarımız seninle. Sadece kendin için değil tüm bölge için ve inancımız için koşacaksın. Bunu sakın aklından çıkarma.”

Esmer tenli gencin yanaklarının kızardığı belli oluyordu. Aldığı büyük sorumluluğa rağmen hala bir çocuktu ve gösterilen ilgi kendisini rahatsız ediyor, utandırıyordu.

“Elimden gelenin en iyisini yapacağım, efendim,” diyebildi sadece, kafasını öne eğerek.

Kendisini uğurlamaya gelen coşkulu kalabalığın sesinin arasında bir uğultu duyuldu. Güneşli gökyüzü kararır gibi oldu. Haris’i almaya gelen mekik bir an güneşin önüne geçmiş ve büyük bir gölge yaratmıştı.

“İşte geldiler,” dedi yönetici. “Önümüzdeki bir seneyi bolluk ve refah içerisinde geçireceğimizden hiç şüphem yok. Hayatım boyunca gördüğüm en hızlı ve en dayanıklı koşucu sensin. Git oraya ve göster onlara günlerini. Hepsinden iyi olduğumuzu kanıtla.”

Çocuk tamam anlamında kafasını salladı. Mekik büyük bir gürültü ile karaya indi. Yavaş yavaş azalan motor gürültüsünün arasından tıslayan iniş takımlarının sesi duyuluyordu. Etraf birkaç defa buhar içinde kaldı ve ardından sesler kesildi.

Mekiğin hangar kapısı yavaş yavaş açılırken, coşkulu kalabalık alkışlarla tempo tutmaya başladı. En ön sırada bulunan inancın din adamları dua ediyorlardı. Gözlerini ellerindeki kitaplardan ayırmıyor, dudakları bir saniye boşluk bırakmadan hareket ediyordu.

Kapı toprağa çarpınca büyük bir toz bulutu yükseldi. Haris, kendisini almaya gelenleri görebilmek için elini gözlerinin üzerine siper etti. Havada uçuşan kum taneleri dağılmaya başladığında elinde neredeyse genç adamın boyu kadar silah tutan iki görevli belirdi. Yavaş ve senkronize adımlarla rampadan aşağı iniyorlardı.

Rıza Bey, bir adım öne çıktı.

“Bu seneki koşucumuz burada. Bunlar da evrakları.”

Görevlilerden bir tanesi birkaç saniye kağıtlara baktı. Diğeri ile arasında sessiz bir diyalog yaşanıyordu. Bir an sonra her ikisi de kenara çekildi. Haris, kendinden emin adımlarla aralarında geçip mekiğe doğru yürümeye başladı. Arkasından coşkulu bir uğurlama sesi yükseldi.

Mekiğe adımını atar atmaz durdu. Ayaklarını koyması için işaretlenmiş yerin üzerine çıktı. Alttan çıkan iki metal kol ayak bileklerine iki kelepçe taktı. Dijital bağlar.

İşlem tamamlandığında kendisi gibi koşucular için ayrılmış bölüme geçti. Bu sene ikinci sırada mekiğe bindirilmişti. Bir önceki şampiyonun hemen yanına oturması gerekiyordu. Önlerinde on durak daha olacaktı ve Haris için bu eski kazanan ile geçireceği uzun bir süre demekti.

“Hoş geldin,” dedi şampiyon Daniel. Haris cevap vermedi. “Seni tekrar göndermelerine şaşırdım. Bir kaybedeni ısrarla koşuya sokmak.” Duraksadı. Suratında aşağılayıcı bir gülümseme belirmişti. Genç adam sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu.

“Sizin inancınızın sorunu bu. Fazla iyimser.”

Haris, dayanamayıp cevap verdi. “Sizin ki gibi kaybedenin kafasını mı kesseydik?”

“Bence mantıklı olurdu. Bir defa kaybedip inancını lekeledikten sonra onu temizleyebileceğini düşünmek fazla iyimserlik oluyor.”

“Bu sene yarışı arkamda bitirdikten sonra da aynı şeyleri düşünebilecek misin bakalım.”

Daniel kahkaha attı. “Kaybetmeyeceğim.”

Mekik büyük bir gürültü ile sarsıldı ve bir sonraki koşucuyu almak üzere havalandı. Haris, gözlerini kapadı ve dua etmeye başladı. Araç önce birkaç manevra yaptı ardından tam gaz ileri fırladı. İki koşucu koltuklarına yapıştı. Birkaç saniye içerisinde kendilerinden geçmişlerdi.

Haris, gözlerini açtığında yanındaki kıkırdıyordu.

“Kısacık yolculuktan sonra bile kendine gelmen dakikalar sürüyor.”

Temas yasak olmasaydı genç adam çoktan yumruğu suratına geçirmişti. Kendisini tuttu. Dua etmeye geri döndü ve sadece yarışı kazanmayı diledi.

Bu durakta geçen seneden farklı bir koşucuyu yanlarına aldılar. Hiç tanımadıkları bu adam o kadar gergindi ki, titreyişi bir kilometre öteden fark edilebilirdi.

“Sakin olmaya çalış,” dedi Haris. “Ayaklarını resmin üzerine koy ve bekle.”

Yeni gelen Haris’in dediklerini yaptı. Bileklerine yapışan kelepçeler ile sarsıldı.

“Korkma artık. Gel ve şuraya otur.”

Adam oturacağı sırada bir önceki şampiyon bağırdı. “Sakın.”

Haris’in yanındaki sarsılmıştı. Dizlerini bir an için kırmış sonra beceriksizce tekrar ayağa fırlamıştı. Hangarın içi kahkaha sesi ile yankılanıyordu. Haris, adama oturması için eliyle işaret etti.

“Sizin inanç kaybedenlere neler yapıyor?” diye sordu Daniel. “Geçen seneki gelmediğine göre öldürüyorlardır.”

Karşı taraftan cevap gelmedi.

“Korkma,” dedi Haris. “Burada birbirimiz ile fiziksel temas kurmamız yasak. Sana bir şey yapamaz. İsmin nedir?”

“Banzan,” dedi yeni gelen adam. Ardından ellerini kucağında birleştirdi ve gözlerini kapadı.

Mekik, geri kalan dokuz yolcusunu da farklı yerlerden aldıktan sonra koşunun yapılacağı bölgeye doğru süper hızlı bir uçuş gerçekleştirdi.

Bu bölge, her şeyin tam zamanında işlemesiyle ünlüydü. Androidler hiç bir şeyin aksamasına izin vermezlerdi. Ve şimdi dinlenmek için tam sekiz saatleri vardı. Bu sürenin ardından büyük inanç koşusu başlayacaktı.

Her koşucu kendisine ayrılan bölüme yerleştirildi ve dinlenmeye başladılar. Birkaç defa yiyecek ve içecekler kapılarından içeri bırakıldı. Zaman geldiğinde Kırmızı Lider hepsini bulundukları yerden aldı ve yarışın yapılacağı alana götürdü.

Alan, tarihi bir stadyumdu. Tribünler her çeşit ve modelden androidler ile doluydu. Dünyanın yeni efendileri ilkel insanları ve onların eski çağlardan kalma yarışını izlemek için toplanmıştı. Tam olarak üç yüz altmış günde bir yapılan bu koşu bütün hepsinin mikroişlemcileri ve devreleri için bir test oluyordu. Her bir android, atalarının mantığını anlayabilmek için çıkarımlar yapıyor ve dünya üzerinden yok olmak üzere olan bu evrimleşmemiş türün neye göre ve nasıl hareket ettiğini çözmeye çalışıyordu.

Tüm koşucular sıraya girdikten sonra Kırmızı Lider konuşmaya başladı.

“Sizler için çok çalıştık. Yüyıllar süren savaşlarınıza istemeyerek de olsa ortak olduk.”

“İşte klasik nutuk başladı, ” dedi Daniel.

“Sus artık,”  diye tersledi onu Haris.

“Mantığınızı anlamaya çalıştık ancak başarılı olamadık. Ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın savaşmaya ve birbirinizi yok etmeye devam ettiniz. Hesaplamalar yaptık ve sizi savaşmayacağınız bir hale getirmek için bir sonuca vardık. Sizleri gruplamak için bütün kombinasyonları denedik ve birbiriniz yok etme ihtimalinizin en az olduğu inanç gruplamasını getirdik. Bu doğrultuda sizleri bölgelere ayırdık ve oralarda yaşamanızı sağladık.

Bütün yanlışlarınıza rağmen atalarımız olarak kabul edildiniz. Sizi korumak için gerekenleri yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz. Her üç yüz altmış günlük döngü sonrasında buraya yarışmaya geliyorsunuz ve kazanan bölgenin tüm ihtiyaçlarını karşılıyoruz.

Şimdi koşma vaktiniz geldi. İnançlarınız için, hayatta kalmak için koşacaksınız.”

Dijital bir ses etrafta yankılandı.

“Koşucular yerlerini alsın.”

On iki koşucu pistte yerlerini aldı. Kırmızı Lider’in sesi tüm stadyumun her yerinden duyuldu.

“İnanç Koşusu başlasın.”

Haris, Daniel, Banzan ve diğer dokuz inançlı koşucu tüm güçleriyle koşmaya başladılar.

Yine çalışma masasında uyuyakalmıştım. Kafamı kaldırdığımda saat dokuza gelmek üzereydi. Biraz sonra ev sahibi kapıyı çalacaktı. Her zaman yaptığı gibi. Gün ağarmadan bitirdiğim mektubu dikkatlice zarfa yerleştirdim. Doğanın çağrısına karşı koyamayacak noktaya geldiğimde yerimden kalkıp tuvalete gittim. İşimi bitirmeye fırsat bulamadan kapı çaldı.

“İhtiyar.”

Eski tip mekanik bir saat kadar dakik. Bu adamı kim kuruyor diye düşünmeden edemedim.

“İhtiyar. Eğer öldüysen kapıyı kırıp giriyorum. Umarım kırılacak kapının ve çağrılacak temizlikçilerin parasını bırakmışsındır.”
“Patlama be adam geldim.”

Ev sahibi genç adamın bugün de ölmediğime sevindi mi yoksa üzüldü mü merak ediyordum. Belki hiçbir zaman öğrenemeyeceğim bir sır. Her zaman aynı terane.

Ceketimin cebinden aldığım zarfın içini açtım. Paraları tekrar saydıktan sonra kapatıp kapının altından fırlattım.

“Teşekkürler ihtiyar. Kenara para ayırmayı unutma. Yoksa bizi çok masrafa sokarsın.”

Cevap vermeye tenezzül etmedim. Yapacak daha önemli işlerim vardı. Önce bilgisayarı açtım. Ardından bütün gece üzerinde çalıştığım planları çıkarıp masaya koydum. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi her şey tam zamanında olmalıydı, hataya yer yoktu.

Şifre ekranı gözümün içinde parlamaya başladığında tam yirmi üç karakterden oluşan parolamı girdim. Hemen sosyal medya hesaplarını açıp izlemeye koyuldum. Evden çıkmadan önce Instagram’da kahvaltısını paylaşmıştı. İş yerine giderken birkaç güncel twiti beğenmişti. Şimdi işinin başında olmalıydı. Bir süre daha planı gözden geçirebilirdim.

Emektar M-24 keskin nişancı tüfeğim bir kenarda hazır bekliyordu. Bir adet işaretleme lazeri, iki adet kronometre, tetik mekanizması için birkaç küçük motor, pil ve çelik ip. Malzemeler hazırdı. Google uydu görüntülerinden sistemi kuracağım çatıya tekrar baktım. Hedef ile arasındaki mesafe tam 650 metreydi. Öldürücü darbe için yeterli mesafe.

Bilgisayara tekrar göz gezdirdim. Facebook’ta bir paylaşım ve iki beğenme yapmıştı. Artık bir mesaj atmanın zamanı geldiğini düşündüm.

“Merhaba,” yazdım.

Merakla bekledim. Bir dakika, iki dakika ve sonunda on dakika oldu. Uygulamada ona baktım. Çevrimiçi olmuştu ama mesajıma herhangi bir cevap yazmadı. Neden bana bir şey yazmıyordu? O da ben de bu durumu hak etmemiştik. Sanal ortam ile ilgilenmeyi bırakıp eşyaları çantama doldurdum. Ev sahibi için biraz parayı masanın üstüne bıraktım.

Eski dostumu parçalarına ayırıp kontrol ettim. Biraz yağlama ve bir bezle temizlik. Sevgimizi pekiştiren bir hazırlık. Son olarak tüm parçaları özenle kutusuna yerleştirdim.

Öğle yemeği vakti gelmişti. Bir parça peynir ve büzüşmüş bir domatesi ufak bir ekmeğin arasına koydum. Henüz ilk ısırığımı almıştım ki, bilgisayardan bir uyarı mesajı sesi yükseldi. Swarm uygulamasında gittiği lokantayı paylaşmıştı. Günün o saati için fazla güzel bir mekandı. Belki de bir randevusu vardı. Bir öncekinden farklı bir mesajlaşma uygulamasından tekrar mesaj attım.

“Afiyet olsun.”

Yine bekledim ve yine cevap alamadım. Atıştırmam bitmişti. Hedefimin duracağı yeri inceledim. Sorunsuz bir atış olmalıydı. Her şey tam zamanında.

Bilgisayar ekranı parladı. Birkaç yeni İnstagram fotoğrafı. Hemen peşinden Facebook’ta bir Spotify listesi paylaşımı. Keyfi yerindeydi. Telefonundaki gps sistemi sayesinde adım adım yürüdüğü yolu görebiliyordum. İşe dönüyordu. Biraz kestirmenin tam zamanı.

Gözlerimi açtığımda aklım bir fikir daha gelmişti. Planın kusursuz olması için gerekli bir malzeme daha. Eski eşyaların olduğu dolaptan ufak bir parça patlayıcı aldım ve çantaya yerleştirdim. İş bittiğinde geriye hiçbir iz kalmamalıydı.

Bilgisayardan yine sesler yükselmişti. Kontrol ettim. Sosyal medya paylaşımları iş gününün sonuna doğru artıyordu. Her zaman ki gibi. Zaman yaklaşıyordu. Son bir görev ve sonrasında özgür olacaktım.

Odanın içinde biraz yürüdüm. Kollarımı ve parmaklarımı ısıtmak için birkaç küçük hareket yaptım. Son bir mesaj atmak için en uygun ne zaman olabilirdi. İşten eve döndüğü, günün yorgunluğunu üzerinden atmak için uzandığı, hayaller kurduğu, mutlu olduğu o anı yakalamalıydım. Saatimi kontrol ettim. Çantamı sırtıma taktım ve emektar kutumu aldım. Bir miktar para ve bir mektup tam masanın üzerinde.

Uzun süre sonra sokağa çıkmıştım. Artık kimse kimsenin umurunda değildi. Etrafına bakmadan yürüyen yüzlerce kişi. Yakında kafalarını asla yukarı kaldıramayacak şekilde evrimleşebilirler. Çalan telefonlar, farklı farklı mesaj tonları, çeşitli bildirimler.

Birkaç sokak ilerledikten sonra belirlediğim apartmana gelmiştim. Daha önce defalarca yaptığım şekilde içeri girecektim. İkinci katta bulunan yaşlı bir kadının ziline bastım. Bir süre bekledim. Kapıya gelip diyafona basması tam üç dakika sürüyordu.

“Kim o?” diye seslendi.
“Benim. Postacı.”

Bir,iki,üç ve dört. Demir kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Hızlıca içeri girdim. Yaşlı kadının katında durdum ve kapıya vurdum. Cebimden bir zarf çıkardım. Yıllardır onu aramayan kızının ağzından yazılmış bir mektup. Yirminci saniyede kapı açıldı. Beni gördüğüne sevinmişti.

“Çok teşekkür ederim,” dedi.
“Rica ederim efendim.”
“Sen bu sokağa dağıtım yapmaya başladığından beri kızımdan bana güzel mektuplar geliyor. Bence önceki postacı hiç çalışmıyordu. Al bakalım bu senin için.”
“Çok teşekkür ederim efendim. Biz maaşımızı alıyoruz. Hiç gerek yok.”
“Lütfe, rica ediyorum.”
“Belki bir dahaki sefere.”

Son teklifimi kabul etmişti. Gülerek kapıyı kapattı. Yavaşça apartmandaki bütün basamakları tırmanıp çatıya ulaştım. Kuzey cephesine yürüdüm ve çantamı çıkarıp korkuluklara yasladım. Ardından emektarı kutusundan çıkardım. Dikkatli bir şekilde bütün parçalarını birleştirdim. Durması gerektiği yere koydum ve dürbünle hedef pencereyi kontrol ettim. Çok net gözüküyordu.

Lazer işaretleyiciyi çantadan çıkardım ve dürbünün yerine yerleştirdim. Artık kırmızı bir ışık şeridi hedef pencereye doğru süzülüyordu. Tetik mekanizmasını çalıştıracak elektrikli motor, pil ve çelik ipi çıkardım. Düzeneği kurdum. Tam 30 dakikaya ayarlanmış kronometre. Sadece malzemeleri ortadan kaldıracak olan patlayıcıyı yerleştirdim ve tetik mekanizmasına entegre ettim. Tetik çekildikten birkaç saniye sonra burada sadece patlamanın izleri kalacaktı.

Cebimdeki ve M-24 tüfeğine bağlanmış olan kronometreleri aynı anda çalıştırdım. Merdivenlerden sakince indim. Birkaç sokak geri yürüdüm ve evime girdim. Pencereyi açtım ve önüne bir sandalye koydum. Bilgisayarın ışıkları tekrar yanıp sönmeye başladı. Sosyal medya hesaplarından anladığım kadarıyla eve dönmüştü. Son bir mesaj yazdım.

“Elveda oğlum.”

Önce çevrimiçi oldu, ardından mesajı okuduğuna dair yeşil ışıklar yandı. Kalan son on dakikayı bir cevap yazmasını bekleyerek geçirdim. Kronometreyi kontrol ettim. Sandalyeme oturdum. Bir gözüm ekranda bir gözüm geri geri akan sayılardaydı.

Artık çok az kalmıştı. Kırmızı lazer demetinin alnıma geldiğinden emin oldum ve beklemeye başladım.

Beş, dört, üç… Ekranda bir ışık. Kıpırdamadım. Bir ve sıfır. Tetik otomatik olarak çekildi.


Yine çalışma masasında uyuyakalmıştım. Kafamı kaldırdığımda saat dokuza gelmek üzereydi. Biraz sonra ev sahibi kapıyı çalacaktı. Her zaman yaptığı gibi.