“Onun yaşında bir çocuktan ne
bekliyorsun ki? Olanlar çok normal.”
“Evet, ama o sen veya ben
değil. Lütfen, eve geldiğinde konuşur musun?”
“Tabii ki! Ama Profesör
demişti ki…”
“Evet, ne dediğini biliyorum.
Ya daha kötüye giderse, o zaman ne olacak?”
“Gitmeyecektir. Öğreniyor,
gelişiyor. Bunlar sıradan şeyler. Neyse, eve geldiğimde bakarız. Çok açım, ne
yemek var?”
“Ben de yoldayım biliyorsun.
Mutfak bir şeyler hazırlayacaktı. Tahmini varış saatimizi sisteme girdim.”
Engin Kara’nın tam otomatik
arabası belirlediği güzergâhta ilerlerken, kendisi de önünde duran dokunmatik
ekrandan evin buzdolabına bağlandı. Hızlıca, içerisindeki yiyecek listesine
baktı ve ıspanakların hazırlanmak için yıkama bölümüne geçtiğini gördü.
“Ispanak var yani, bu akşam.”
“Öyleymiş. Sana söz hafta sonu
güzel bir karnıyarık yapacağım. Ellerimle, otomatik sistemler olmadan.”
“Tamam. İple çekiyorum. Evde
görüşürüz.”
“Öptüm hayatım.”
Zeynep ile arasındaki
telekonferans bağlantısı kesilir kesilmez, ekran haberlere geri döndü. Engin,
arkasına yaslandı. Akşam kahvesinden bir yudum aldığı sırada arabası o kadar
ani bir şekilde yavaşladı ki, kahvesi neredeyse üstüne döküyordu. Her şeyin
otomatik olduğu bir devirde halâ manuel kullananlar olmasına mı yoksa bu
tercihi yapan insanların uyanıklık yapıp aniden önlerine geçmelerine mi kızsa
bilemedi. Neyse ki, aracı güvenli bir mesafede yavaşlamıştı da olay kaza ile
sonuçlanmamıştı. Aklına babasının kullandığı arabalar geldi. Sürekli yola
bakmak zorunda olduğu, babasının reflekslerine güvendiği zamanlar. O zamanlarda
da başlarına kötü bir şey gelmemişti ama insanların yaptığı hatalardan
kaynaklanan sorun haberleri gündemin birinci maddesiydi. Otomatik sistemlere
bir kez daha minnet duydu.
Engin ve Zeynep neredeyse
aynı anda evlerinin önündeki park alanına yanaştılar. Kapılar açıldı ve
sevgiyle birbirlerine sarıldılar. Bahçe ışıkları aydınlandı. Evin dış kapısı
aralık duruyordu.
“Yine bir terslik var,” dedi
Engin.
“İçeri girince anlayacağız.”
Zeynep önde eşi arkasında
ilerlediler. İçerisi sessizdi. Sensörler, ev sahiplerinin geldiğini tespit eder
etmez aydınlatmaları istedikleri seviyede açtı. Giriş kamerası da akşam
saatinde, onlar eve gelmeden önce olanları oynatmaya başladı. İlkcan, sinirle
içeri giriyor ve önüne geleni deviriyordu.
“Şimdi nerede acaba?” diye
sordu annesi.
“Odasındadır muhtemelen.”
İkisinin de suratı asılmıştı.
Aile olmak böyle bir şey olmalıydı. Zorlukları olacaktı elbette. Engin, eşine
mutfağa geçmesini işaret etti.
“Ben konuşurum.”
“Bir çözüm bulsan iyi olur.
Bu şekilde nasıl devam edebilir?”
“Meraklanma. Önce denememe
izin ver.”
Merdivenlerden yukarı
çıkarken terlediğini hissetti. Küçük bir çocuğu idare edebilirdi. Ne kadar zor
olabilirdi ki? Önce odanın kapısını açmayı düşündü ama sonra vazgeçti. Kapıya
birkaç defa vurdu.
“İlkcan.”
İçeriden hiç ses gelmiyordu.
“İyi misin? Gelebilir miyim?”
Kapıya çarpan şeylerin
kırılma sesiyle, Engin de bir adım geri sıçradı.
“Gidin başımdan,” diye
bağırdı çocuk.
“Konuşarak çözebiliriz
sorununu. Niye bu kadar sinirlisin?”
“Beni GDÖ okuluna göndermek zorunda
mıydınız? Bana bu hayatı seçmek zorunda mıydınız? Niye diye sormayın bana.”
“Bak oğlum. Senin için en
iyisini yapmaya çalışıyorduk ve elimizdeki imkanları sonuna kadar kullandık.
İlk andan itibaren.”
“Evet, belli oluyor. Biri her
şeyi daha iyi görsün, diğeri daha iyi duysun. Ya ben? Ben ne yapabiliyorum? Ben
neden GDÖ’yüm. Çünkü…”
Kapıda bekleyen adam cümlenin
devamını getirmeyeceğini anlamıştı.
“İçeri geliyorum. Bir şeyler
atmayacağına söz verir misin?” Odadan
cevap gelmedi. Engin, yavaşça kapıyı araladı. İlkcan, yatağının üzerinde bağdaş
kurmuş kapıya bakıyordu. Bir an göz göze geldiler. Çocukta hiç tepki yoktu.
Babası rahatladı ve içeri girdi.
“Hadi kalk bakalım. Bu
konuları hep birlikte yemek masasında konuşalım. Bir aile gibi… Sen sorunlarını
anlatırsın, biz de çözüm bulmaya çalışırız. Ne dersin?”
Karşılık olarak sadece bir
omuz hareketi aldı. Umursamıyor muydu yoksa istemiyor muydu?
Adam elini uzattı. Birkaç
saniyelik tereddütten sonra çocuktan karşılık geldi. Birlikte mutfağa indiler
ve neredeyse hazır olan masaya oturdular.
“Bakın kimler gelmiş?” dedi
Zeynep. “İyi misiniz bakalım?”
“İlkcan’ın okulda sorunları
var ve birlikte konuşup çözeceğiz.”
Çocuk sadece başını salladı.
“Hadi bakalım. Önce biraz
atıştıralım sonra konuşmaya başlarız.”
“Ben yemeyeceğim.”
“Ama olmaz ki…”
“Yemezsem ne olur? Hasta mı
olurum? Saçma işte. Çok basit bir özellik. Anneler babalar çocuklarının
genetiğini değiştirirken güzel özellikler olmasına dikkat ediyorlar. Ama siz ne
yapmışsınız. Hasta olmamamı seçmişsin. Hastalanmayan, hastalıklara yakalanmayan
bir çocuğunuz var. Mutlu musunuz?”
“Evet, mutluyuz,” diye araya girdi Engin. “Senin
için elimizde biriktirdiklerimizin hepsini harcadık ve sana hiç hasta
olmayacağın bir hayat verdik.”
“Anlamıyorum,” dedi İlkcan.
“Berk’in gözleri o kadar süper ki… Sanki duvarın arkasını bile görebilecek
gibi. Yada şu kızın kulakları. En ufak çıtırtıyı duyacak gibi ayrıca muhteşem
bir müzik yeteneği. Ama benim özelliğim ne? Hastalanmamak.”
“Yapma böyle. Bak onların
gözü, kulağı veya başka bir genetik özellikleri daha iyi olabilir ama hepsi
hastalanacaklar. Acıyacak, ağrı çekecekler. Ama sen asla…”
“Belki acıyı anlamak
istiyorum. Belki karnımın ağrımasını istiyorum. Niye böyle bir şeye karar
verdiniz ki? Onlar grip olduklarında, okula gelmediklerinde ne hissettiklerini
nereden bileceğim? Belki de hasta olup birkaç gün okula gitmemek onlara iyi
geliyordur. Belki bana da iyi gelecekti.”
“Nankörlük ediyorsun,” dedi
Zeynep.
“Evet ama önemli değil. Nasıl
olsa hasta olmuyorum, değil mi?”
“Yeter artık. Odana git
çabuk. Cezalısın.”
İlkcan, elindeki kaşığı attı
ve koşarak yukarı çıktı.
“Bu şekilde olmayacak.
Profesörle konuşmalısın Engin.”
“Biraz daha deneyebiliriz. Bu
da gelişiminin bir parçası olmalı.”
“Dayanılmaz bir hâl aldığının
farkındasın değil mi?”
“Evet, çok zor oluyor ama
normal evlerde de yaşanan şeyler bunlar. Kendi çocukluğunu hatırla.”
“Bilemiyorum. Ben bu şekilde
davranamazdım. Üzüldüğüm, kızdığım zamanlar oluyordu ama böyle tepkiler
vermezdim.”
İkisi birlikte daha fazla
konuşmadan yemeklerini bitirdiler. Üst kat yine sessizliğe gömülmüştü.
“Belki birkaç gün okula
göndermeyiz. Ne dersin?”
“İzin alır mısın?” diye sordu
kadın kocasına.
“Tabii ki. Onunla zaman
geçirmek daha iyi olabilir. Ben öğretmeni ile görüşürüm. Sen de git haberi ver istersen.“
“Tamam o zaman, öyle yapalım.
Belki biraz işe yarar.”
Zeynep, heyecanla masadan
kalktı. “İlkcan!” diye seslendi. Bir cevap alamadı. Merdivenleri çıkmaya
başladığında tekrar bağırdı ancak yine karşılık yoktu. Sessizliği evin acil
durum sistemi bozdu. Normal olan aydınlatma kırmızı yanıp sönmeye başlamış,
kesik kesik öten bir zil sesi içeriyi doldurmuştu.
Masada hala oturmakta olan
adam yerinden fırladı. Bu sırada otomatik ev de prosedürü uygulamaya
başlamıştı.
“Yaralanma vakası Hiper
Teknoloji ve Bilişim A.Ş. aranıyor. İlgili kişi belirleniyor.”
“Yaralanma vakası. Acil
müdahale ekipleri yönlendiriliyor.”
Tüm o karmaşayı ve gürültüyü yukarıdan
gelen çığlık sesi bastırdı. Engin, koşarak üst kata çıktı. Gördüğü manzara ile
irkildi. İlkcan’ın kapısının altından kanlar süzülüyor, kırmızı ışıklar ile
kısa bir süre görünmez oluyor ardından tekrar beliriyordu. Kadın kapının önünde
donmuştu. Daha fazla zaman kaybetmeden Engin kapıyı açtı.
İlkcan, yatağının yanında
oturmuş, giderken mutfaktan aldığı bıçakla bir kolunu ve bir bacağını kesmiş, inceliyordu.
Derisinin altından çıkan, akan kanların arasından fırlayan kablolara bakıyordu.
Kestiği bacağını tutan metal iskelet tamamen ortaya çıkmıştı. Bir taraftan
kolunun üzerinde kalan sentetik deri parçalarını aşağı doğru sıyırıyor, diğer
taraftan bıçakla metal eklemlere vuruyordu.
“Genetiği Değiştirilmiş
Öğrenciler Okulu,” dedi İlkcan. “Onlardan biri bile değilmişim.”
Hiç hastalanmayan çocuğun
gözlerinden sahte gözyaşları dökülürken elektronik devreleri hesaplamalar
yapmaya devam ediyor. Mantık ve duygusal çipleri yapay sinir ağına sinyal
göndermeye devam ediyordu.
Engin cebinden telefonunu
çıkardı ve profesöre görüntülü bir mesaj bıraktı.
“Denek 1.02 başarısız.”
Vallahi mikemmmü
YanıtlaSilTeşekkürler. Keyifli okumalar.
Sil