UCUBE
“Özge, hadi ama kıyafetimi seçmek için yardımcı olacaktın.”
Evin duvarlarına yansıyan doğa manzarası eşliğinde koşmaya
çalışan Özge, kocasını bir kez daha duymazdan geldi. Dışarıdaki havanın
pisliğine ve karanlık gökyüzüne rağmen oturma odası güneşli bir günü
yansıtıyor, odanın içi çiçek kokuları ile doluyordu. Özge’nin önündeki ekranda
yeşil bir bayrak belirdi. Bir önceki gün koştuğu mesafeye ulaşmıştı. Yan tarafından
alkış sesleri yükseldi. Tanıdığı tanımadığı herkes oradaydı. Hepsi genç kadının
yeni başarısını kutluyordu. Biraz daha koşacak gücü vardı.
“Özge”
“Tamam, patlama geliyorum.”
Son geldiği noktadan yüz metre daha ileri götürdüğü rekoru
ile Özge gururlanarak odanın ortasındaki koşu bandından indi.
“Oturumu kapat. Eski bir dağ manzarası yansıt.”
Etrafındaki ağaçlar kaybolmaya başlayıp yavaş yavaş beyaza
dönerken otuzlu yaşlarındaki kadın yan odaya geçti.
“Ne olurdu sende biraz teknolojiyi kullansan?”
“Özge, zaten geç kaldım. Bir de sen üstüme gelme. Bu gömlek
mi yoksa bu mu?”
“Ne önemi var ki? Aynanın karşısına geçeceksin ve o sana
dolapta olan gömlekleri listeleyecek. Hatta üstüne giymişsin gibi gösterecek.”
“Bütün bunlar fazla geliyor. Bu kadar iç içe olmamalıydık.
Unutma bak, yeterli parayı biriktiridğimizde teknolojiden ve ucubelerden uzak
bir yere gidip yerleşeceğiz.”
“Tamam, tamam. Ucubelerden bende senin kadar nefret
ediyorum. Ama en azından yanımıza bir multikutu alabiliriz.”
Mustafa, suratını asarak elindeki diğer gömleği üstüne
tuttu.
“Bu olsun.” dedi Özge sırıtarak.
“Teşekkür ederim. Yanımıza multikutu alabilir miyiz
düşüneceğim.”
Özge, eşinin yanağına bir öpücük kondurdu ve zıplayarak yan
odaya geçti. Adam elindeki gömleği giydi, kravatını taktı ve kapının yanında işlevsiz
gibi duran eski tip düğmeye basarak odanın ışığını söndürdü. Küçük dairelerinin
açık mutfak olarak tasarlanmış bölümüne oturma odasından geçti.
“Kendime bir tost yapacağım? Bir şey ister misin?”
“Sen otur şuraya bakalım.” Özge ses tonunu değiştirdi. “Oturumu
başlat. Mutfak. Bir portakal suyu ve bir çay.”
Konuşması bittiği anda, üzerinde portakalların beklediği
sıkma makine çalıştı. Meyveler bir bir sıkılıp, kabukları çöp haznesine
giderken mutfak tezgahının hemen yanına yerleştirilmiş başka bir tanesi
tıkırtılar çıkarmaya başladı. Plastik bir bardak öndeki hazneye düştü ve çay
ile dolmaya başladı.
“Buzdolabı, peynir.”
Dijital bir sinyal sesi duyuldu ve kırmızı ışık evin içinde
bir defa yanıp söndü.
“Peynir bitmiş canım.”
“Önemli değil. Zaten aç değilim. Ben çıkıyorum.”
“Multikutunu almayı unutma.”
“Gerek yok. Bir şeye ihtiyacın olursa eski dokunmalı hattan
ararsın.”
“Oradan sana ulaşmak dakikalar sürüyor.”
Mustafa, son söylediklerini duymadan dışarı çıkıp kapıyı
kapattı. Sabahın erken saatleriydi, sekiz civarı. Gökyüzü hala aydınlanmamış,
kara bulutlar şehrin üzerinde dolaşıyordu. Hava artık eskisi gibi değildi.
Temmuz ortasında soğuk bir yaz günü, neredeyse her mevsim yağan yağmur ile daha
da çekilmez oluyordu. Rögar kapaklarından dumanlar tütüyordu. Kaldırımlar ve
yollar ıslaklıktan koyulaşmıştı. Birkaç ucube sokakta dolaşıyordu. Mustafa,
kafasını hiç kaldırmadan yürümeye devam etti. Sokağın köşesindeki taksi cihazının
yanında durdu.
“Taksi lütfen.”
Birkaç dakika içinde boş bir araç Mustafa’nın önünde durdu.
Aracın arka koltuğuna oturdu. Dijital bir ses devreye girdi.
“Adres lütfen.”
“Cihangir, Boğaziçi Antika.”
Sürücüsüz taksi rotayı ekrana yansıttıktan sonra yavaşça
hareket etti. Mustafa, camdan dışarı bakıp çocukluğunu düşünmeye başladı. O
zamanlar teknoloji ile bu kadar iç içe yaşamıyor ve ondan bu kadar korkmuyordu.
Otuzlu yaşlarının sonuna geldiği bu dönemde ise artık ileri teknoloji fobisi
olmuştu. Özellikle ucubelerden nefret ediyor, kendilerine nasıl hala insan
diyebildiklerini anlayamıyordu. İhtiyaçları olmasa bile kendilerine robotik
uzuvlar takan, kafalarının bir yanında çip taşıyan ucubeler giderek çoğalıyor,
normal insanlar azalıyordu. Eskiden sadece ihtiyacı olanların kullandığı
cihazlar artık herkesin vücudunun bir parçası olup çıkmıştı. Tüm elektronik
parçalar, araçlar ve ucubeler kablosuz ağlar ile birbirine bağlanıyor,
mahremiyet hissini ortadan kaldırıyordu. Hayat, Mustafa için günden güne daha
da çekilmez hale geliyordu. Yaşadığı ev, hatta çok sevdiği eşi bile sisteme
bağlıydı. Sadece küçük dükkanındaki aletler kalmıştı elinde. Diğer insanların
antika dediği şeyler. Bir çoğunu satmak bile istemiyordu aslında ama hayal
ettiği emeklilik için buna mecburdu. Antikalar bittiğinde eski dükkanını da
satıp, teknolojiden uzak bir yerde yaşayacaktı. O günler gelene kadar
korkusuyla birlikte yaşamayı başarması gerekiyordu.
Taksinin ön panelindeki yeşil ışık camdan yansıyıp gözüne
çarptığında dükkanına geldiğini anladı. Ön tarafta bulunan cihaza gözlerini
dikti, işaret parmağını panele koydu.
“Çift katmanlı güvenlik taraması tamamlandı. 20 dijipara
hesabınızdan düşüldü. Güneş Taksi iyi günler diler.” dedi dijital ses.
Mustafa, araçtan indi ve dükkanını açtı. Dolabından
cezvesini ve bir paket kahvesini aldı. Arka tarafta bulunan küçük bölmeye
geçti. Eski tip bir ocağı kibrit ile yaktı. Cezveyi, içine boşalttığı su ve
kahveyi ocağın üzerine bırakıp tekrar ön tarafa geçti. Eski moda kağıt baskı
kitabının arasına koyduğu ayıracı çekti. Aylar önce bir müşterisinin vermiş
olduğu psikolog kartvizitine baktı. Dijital bir şeyler kullanmadığına göre
kendisi gibi eski kafalı biri olduğunu düşündü. Kart üzerinde herhangi bir numara
bulunmuyordu. Sadece adı, soyadı, ünvanı ve adres.
Kapının üzerine asılmış çandan gelen ses ile irkildi. O
tarafa döndüğünde kapıdan girmeye çalışan iki ucubeyi gördü. Bir tanesinin
gözleri metalik ve kırmızı renkli, diğerinin ise kolları metalden yapılmıştı. Antikacı,
ayağa fırladı.
“Ucubelere satacak hiçbir şeyim yok benim.”
“Mustafa Bey, zamanınız doldu artık. Size buranın ederinden
daha fazla dijipara teklif ediyoruz.”
“Gidin. Satmıyorum dükkanı.”
“Siz bilirsiniz.”
Mustafa’nın sinirleri bozulmuştu. Elindeki kartvizite tekrar
baktı. Arka bölmede ateşin üstünde duran cezvenin altını söndürdü. Porselen
fincana doldurduğu kahvesini alıp ahşaptan yapılmış rahat bir sandalyeye
oturdu. Hemen yanında duran eski tip bir radyoyu açtı. Devlete ait olan dışında
karasal yayın yapan başka radyo kalmamıştı. O kanal da genelde nostaljik
şarkılar ve haberler yayınlıyordu. Cihazdan tok bir ses duyuldu.
“Kontrolsüz güncelleştirmelerin önüne geçmek için verilen
yasa tasarısı mecliste reddedildi.”
O kadar çok ucube meclise girerse olacağı buydu diye geçirdi
içinden Mustafa.
“İstanbul’da, güncelleştirme yanlılarına duyulan öfke
giderek artıyor. İki tarafın birlikte yaşamaya devam ettiği bazı ilçelerde
yaşanan olaylar sebebiyle çok sayıda vatandaşımız yaralandı. Muhabirlerimiz
sokağın nabzını yokladılar.”
“Kaç senedir buradasınız?”
“Benim dedelerim yerleşmiş buraya. Ben doğma büyüme buradayım.
Şimdi bu ucu…biiip gelmiş bizi göndermeye çalışıyorlar. Üstün insan edasıyla
bize yer olmadığını söylüyorlar. Sanki bizim modamız geçmiş gibi. Mafya olmuş
bunlar. Üç kuruş dijiparaya bizi alabileceklerini sanıyorlar.”
Mustafa sinirle radyoyu kapattı ve dükkandan dışarı çıktı.
Hala elinde dolaştırdığı kartvizite baktı. Üstünde yazan adrese doğru yürmeye
başladı. Birkaç sokak ve bir sürü ucubeyi geçtikten sonra psikologun bulunduğu
binanın önünde durdu. Derin bir nefes aldı ve içeri girdi.
“Hoşgeldiniz.” diyerek karşıladı genç ve güzel bir kız.
“Hoşbulduk. Doktor bey müsait mi?”
“Buyrun içeri geçin. Ben hemen kontrol ediyorum.”
Etrafı kontrol etmeye başladı. Teknolojik herhangi bir şey
göremiyordu. Bekleme salonu sanki çocukluğundan fırlamış gibiydi. Orada bulunan
bir sandalyeye oturdu. Tam karşısında sarkaçlı bir saat duruyordu. Hayranlıkla
onu izlemeye koyuldu.
“Doktor bey sizi bekliyor efendim.” dedi genç kız.
“Teşekkür ederim.”
İçeri girdiğinde doktorun hemen önünde duran eski deri
koltuk gözüne çarptı. Ardından doktor ile gözgöze geldi.
“Hoşgeldiniz, ben Doktor Cengiz.”
“Ben Mustafa.”
“Buyrun oturabilirsiniz.”
Annesinin evinde olan deri koltuğa o kadar çok benziyordu
ki, Mustafa neredeyse kendinden geçecekti. Büyük bir zevkle koltuğa oturdu.
“Nedir sıkıntılarınız Mustafa Bey. Biraz kendinizden
bahseder misiniz?”
Mustafa, sıkıntılarını anlatmaya başladı. Teknoloji ile iç
içe yaşamak zorunda olduğu bir dünyada teknolojiden korkuyordu. Hayatı günden
güne daha da zorlaşıyordu.
"O zaman üzerinizde farklı bir şey denememize ne
dersiniz, Mustafa Bey."
"Nedir acaba bu farklı şey?"
"Hipnoz ile teknoloji fobinizden kurtulmanıza yardımcı
olmayı düşünüyorum."
Mustafa, adamın çok eski bir yöntemi uygulamak istemesinden
memnun olmuştu.
"Tam olarak bu korkudan kurtulabilecek miyim sizce? “
“İlk seansta olmasa bile birkaç taneden sonra
kurtulacağınıza eminim.”
Antikacı onayladığını belli edecek şekilde kafasını salladı.
"Tamam o zaman bir an önce başlayalım. Şuradaki koltuğa
geçin ve rahatlamaya çalışın. Gözlerinizi kapatın lütfen."
Mustafa gözlerini yavaş yavaş kapadı. Bir şeyler
söylendiğini duyuyordu ama anlayamıyordu. Vücudu giderek ağırlaştı. Doktor
ayağa kalktı ve odasının kapısını açtı. Genç kız ile göz göze geldi.
"İğne hazır mı?"
"Evet hazır."
"Tamam bütün işlem boyunca bu onu uyutur."
Doktor iğneyi hızlı bir hareketle Mustafa’nın boynuna
sapladı ve içindeki maddeyi enjekte etti.
"Şimdi bu beyefendiyi içeri, ameliyat için
hazırladığımız bölüme taşıyalım."
İğnenin etkisiyle kendinden geçmiş adamı ameliyat masasına yatırdılar. O sırada kapı
çaldı. Genç kız kapıyı açtı. Karşısında saçı sakalı birbirine karışmış elinde
çantasıyla yaşlı bir adam duruyordu.
"Biz hazırız. Sizi bekliyorduk."
Yaşlı adam sadece kıkırdadı. Ameliyat odasına geçerken süper
olacak diye mırıldanıyordu.
"Bir valiz getirecektiniz, getirebildiniz mi?"
dedi doktor.
"Evet hazırlar. İşlemi gerçekleştirirken burada
durabilir miyim?"
"Tamam tamam."
Genç kız üzerindekileri değiştirip ameliyat önlüğünü
giymişti. Valizi ameliyat masasının yanına getirdi.
"Bakalım burada bizim için ne varmış. Robotik el mi?
"
Yaşlı adam yine kıkırdıyordu.
"Benim yaptığım bu robotik elleri bu beyefendiye
takacaksınız. Çok güzel olacak. En güzel çalışmam olabilir."
"Sadece ellerini mi keseceğiz?"
Yaşlı adam kıkırdamaya devam etti. Genç kızın sinirleri bozulmuştu.
“Sen niye bu kadar mutlusun ki?”
“Eserlerim ülkenin her yerinde yayılıyor. Mekanik eller
konusunda benim üstüme tasarımcı kalmayacak yakında. Bu arada gözlerini de
almayı unutmayın. Ama onlar için benim yapabileceğim bir şey yoktu. Bu arada,
patron dikkatli olmanızı, parçalara bir zarar gelmemesi gerektiğini söyledi.
Eğer işe yaramaz durumda olurlarsa paranızı unutabilirmişsiniz."
"Tamam, tamam. Mustafa Bey’i fazlalıklarından
kurtaralım artık. Korktuğu teknoloji ile pek bir bağı kalmaz bundan
sonra."
"Eller hariç." dedi yaşlı adam ve bir kahkaha patlattı.
"Eller sayesinde teknoloji ile bütünleşmiş bir hayatı olabilir."
"Evet, o çok korktuğu, nefret ettiği teknoloji
vücudunun bir parçası olacak. Bu tedavi için bize teşekkür eder mi acaba?"
"Sizi bir daha görmemesi en iyisi olacaktır."
"Hadi artık başlayalım."
Doktor, önce bir kalem ile Mustafa’nın bileklerine çizgi
çekti. Sonra neşteri aldı ve bileklerini işaretlediği noktadan kesmeye başladı.
Eller ile işi bittiğinde gözlerine geçti. Operasyon tamamlandığında masasının
altında bulunan bir cihaza gözleri ve parmakları yerleştirdi.
“Tamamdır. Bu adamın bütün mal varlığı artık patronda.”
Cihangir’de sıradan bir gün başlıyordu. Güneş henüz doğmaya
karar vermemiş, insanlar yeni yeni sokağa çıkmaya başlamıştı. Etrafta olup
biteni umursamayan, sadece yapacakları işlere ve karşılığında alacakları dijiparalara
konsantre olmuş insanlar. Büyük bir çöp konteynerinin yanında yatan otuzlarının
sonunda bir adam vücudunu hareket ettirmeye çalışıyordu. Konteynere dokunmaya
başladı. El yordamıyla bulunduğu yeri tespit etmeye çalışıyordu. Gözleri bir
şey görmüyor, parmaklarını oynatamıyor, elleri istediği hareketleri tam olarak
yapamıyordu. Sırtını konteynere yaslayarak oturmayı başardı. Çevresinden gelen
insan seslerini tanımaya çalışıyordu. Bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. Kolunu
hareket ettirdi ve arkasındaki metal kutuya vurdu. Duyduğu ses, boş bir
tenekeye vurduğu zaman çıkan ses değildi. Metalin metale vurma sesi. Ümitsizce
kendisini saldı. Çevreden gelen insan seslerinden korkuyordu. Neredeydi?
Etrafındaki insanlar kimdi?
Yaklaşan ayak seslerini duydu. Kafasını öne eğdi, bekledi.
Birileri yanından geçti ve gitti. Ardından bir kadının ağlayarak konuştuğunu
duydu. Ses tanıdık geliyordu. Kadın yaklaştıkça emin oldu. Gelen Özge’ydi.
Metalik elini zor da olsa ileri doğru uzattı. Birilerine dokunabilmişti.
“Ucube.” dedi Özge. Ağlayarak ve hızla uzaklaştı yerde yatan
yarı insandan.