Gece yarısını henüz geçmişti ama insanların, sanilerin ve
kırmaların gürültüsü hala sokaklarda yankılanıyordu. Ay her zamankinden daha
parlak geldi gözüme. Zaten onlar geldikten sonra her şey bir farklı olmuştu.
Üstünde çalıştığım çer çöp, sokaklar ve hatta yıldızlar.
Dinlenme vaktim gelmişti. Böyle hissettiğimde her zaman
Keçi’nin Yeri’ne giderim. Evet, doğru tahmin ettin, bir bar. Hani şu ayak üstü
içki içtiğin ufak leş mekânlardan biri işte. Hava aydınlanmaya başladığı zaman
kepenkleri indirip karardığında tekrar açan türden. Evimden bile daha çok zaman
geçirdiğim yer.
“Hoş geldin dedektif.”
“Bana şöyle demekten vazgeçsen artık. Sıradan bir polisim
işte.”
“Zor bir gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”
Kafamı kaldırıp gülümseme numarası yapacak kadar bile gücüm
kalmamıştı. Barın önündeki ilk tabureye attım kendimi.
“Her zamankinden mi?” diye sordu.
“Lütfen.”
Elinde tuttuğu bezi bardağın içinde bir kez daha çevirdikten
sonra barın altına eğildi ve viski şişesini tezgâha bıraktı. Olduğu yerden hiç
kıpırdamadan bir kolunu arkaya uzattı. Özel tasarım olduğunu milyon defa
söylediği kare bardağı alıp önüme koydu.
“Biliyor musun dedektif, bu bardaklar…”
“Evet, evet.”
“Yok olmayacak. Senin günün gerçekten boktan geçmiş. Bu
sefer hangi pislikleri karıştırdın?”
“Bilmek istemezsin.”
“Sen öyle diyorsan.”
Gördüğün gibi dünya ne kadar değişirse değişsin barmenler
asla değişmez. Olan bitenden her zaman haberdar olmak isterler. “Öyle diyorum
salak, pislik pisliktir işte,” demek istedim ama Keçi ile uğraşacak halim
yoktu. Hem zaten benden uzun, benden kaslı bir adamla neden uğraşmak isteyeyim
ki?
Boş duran bardağı işaret ettim ve cebimden biraz Moli tütünü
çıkardım. Ben sarmayı bitirene kadar içkim hazırdı.
“Şu lanet şeyi burada içmesen. İnsan gibi bir tütün alsan
olmaz mı?”
“Ne o? Artık sen de mi Sani karşıtı oldun?”
“Beni tanıyorsun dedektif, buraya para bırakan kimsenin
karşısında olmam ben. İster Sani olsun, ister insan, ister kırma. Yeter ki
kasayı doldursunlar. Ama işte sen bari o haltı içmesen.”
“Şimdi de annem mi oldun, Keçi.”
“Sana da bir şey söylenmiyor.”
“Hadi ama, biraz kafa dinlemeye geldim. Senin bebek yüzünle
sohbet etmeye değil.”
“Söylediklerine dikkat etsen iyi olur.”
Keçi, kendisine bebek yüzlü denmesinden nefret ederdi. Sırf
o şekilde hitap edilmemesi için bir sakal kondurmuştu çenesine ama o da işe
yaramamıştı. Bu arada, keçi isminin sakaldan mı yoksa inatçılığından mı
geldiğini gerçekten bilmiyorum. Her türlü, devasa barmeni tanımlayan bir lâkap
işte.
Bir yudum ateş suyu ve biraz duman. Sonunda gözlerimi biraz
da barın içinde dolaştırabildim. Klasik polis refleksi ile etrafı kolaçan etmek
de diyebiliriz. Arkada bir masada iki Sani oturmuş dik dik bana bakıyordu.
Sanki dünya yeterince kalabalık bir yer değilmiş gibi bir de
bu bilmem ne gezegeninden gelen mültecilerle uğraşıyorduk. İlk geldikleri
zamanı saymazsak çok sorun olmamışlardı. Kırılgan kemikleri, soğuğa dayanıklı
derileri ile pek savaşçı bir yapıya sahip değillerdi. O dönemde, insanların
korkuları yüzünden birer hayvan gibi avlanmışlardı ama sonra kurallara uyabilen
hayvanlar oldukları anlaşıldı da katliam sona erdi.
Tekrar Keçi’ye döndüm.
“Öyle bağıra bağıra dedektif dersen hiç istemediğim
dikkatleri üstüme çekmeyi başarırsın işte.”
“Bence ondan bakmıyorlar sana.”
“Neden bakıyorlar peki?”
Parmağıyla montuma dokundu.
“Ne bu eski şey yüzünden mi? Savaş zamanından kalma.” Son
cümlemi özellikle bağırarak söyledim ki, duysunlar. Cani değiliz sonuçta. Hem
zaten artık Sani derisinden kıyafet yapmak da yasak.
Aslında hep bir trençkotum olsun isterdim. Hani şu antika
filmlerdeki dedektiflerin giydiğinden. Şimdilerde o tarz kıyafetler bulmak hem
zor hem pahalı. İçki ve tütüne vermek varken neden antika bir kıyafete
harcayacaktım ki paramı?
Viskimi tek seferde bitirdim. Arka masadan gelen Sani
dilinin gürültülü ve boğuluyormuşçasına tonundan rahatsız oluyordum. Göz
kapaklarımın ise kurşun gibi
ağırlaştığını hissedebiliyordum.
Giderek artan gerginliğime son noktayı Sani'lerin birbirine
çarpan vücutları koydu. İki kalın, sert derinin çarpışması. Ölen bir Sani’nin
betona düşmesi sırasında çıkan ses ile iki tanesinin birbirlerine çarpması
arasında hiç fark yoktu. Aynı tok ses.
Daha fazla dayanamayacağımı anlayıp ayağa fırladım. Para
çıkarmak için elimi montumun cebine attığım sırada Keçi beni durdurdu.
“Hadi ama senden para
almadığımı biliyorsun.”
“Biraz önce kasa dolsun diyordun.”
“Lafın gelişi söyledim. Bu arada istersen arka tarafta
yatabilirsin, sana her zaman açık.”
“Sağol. Biraz hava alıp, dönerim.”
Dışarı çıktığımda sokaklar biraz sakinleşmişti. Gürültüler
azalmış, insanlar ve Saniler evlerine çekilmişti. Etraf kırmalara kalmıştı.
Şimdi soracaksın kırmaları nasıl anlıyorsun diye. Çok basit. İnsan ve Sani
çiftleşmesinden çıkacak iki olasılık vardı. Lacivert ten rengi ve sağlam
kemikler, insan derisi ama kırılgan kemikler. Derilerinden farkı görmemek
imkansızdır zaten. Kemikleri anlamak için de süper destekli ayakkabılarına bakmak
yeterli olur. Eh, her manyaklığın bir getirisi bir de götürüsü oluyor demek ki.
Çevrede ne kadar dolaştığımı hatırlamıyordum. Hava
aydınlanmak üzereyken karakola yürümeye karar verdim. Sabah erkenden işe
başlarsam biraz övgü alırdım herhalde. Henüz birkaç sokak ve bir caddeyi
geçmiştim ki, kırmızı mavi lambaların ışığını fark ettim. Hemen karşımdaki
çıkmazı kapatmışlardı.
Çektikleri bantlara
bakılırsa bir cinayet vakası daha olabilir. Hay aksi. Patron beni defalarca
aramıştır kesin.
Hızlı adımlarla yolun karşısına geçtim. Birkaç meraklı göz
olayı izlerken memurlar da incelemelerini yapmaya çalışıyordu. İnsanların
arasından geçip diğerlerinin yanına ulaşmaya çalıştım ama bir polis memuru
tarafından durduruldum. Beni fark eden olay yeri inceleme hemen müdahale etti.
“Bırak gelsin. O bizim uzmanımız.”
Beni yüzlerinde memnun bir gülümsemeyle karşıladılar.
“Eee, dedektif bak bakalım olay nasıl olmuş? Ne
düşünüyorsun?” diye sordu içlerinden biri. Yerde yatan kırmanın cesedine
baktım.
“12 bıçak darbesi. İyice bakarsanız, bir şeyin çalınmadığını
göreceksiniz. Bu vahşice işlenmiş bir nefret cinayeti. Bunu yapan her kimse
kırmalardan nefret ediyor olmalı.”
“İyi tahmin,” dedi memurlardan bir tanesi. Diğeri de onu desteklercesine
gevrek bir şekilde güldü.
“Şef bu işi bana verecektir kesin. Ben biraz etrafta
dolaşıp, gören duyan birileri var mı bakayım.”
“Bak bakalım. Kesin senindir bu dosya.”
Hava kararana kadar etrafta dolaştım. İnsanlara sorular
sordum. Tahmin et sonuç ne oldu? Koca bir hiç. Kimse bir şey görmemiş, kimse
bir şey duymamış. Eh yapacak bir şey yok. Ben gerekli bilgileri verdim. Biraz
da adli tıp uğraşsın.
Yine Keçi’nin Yeri’ne uğradım.
“Erkencisin dedektif.”
“Evet.”
“İstersen arkaya geçip biraz uyu. Gözlerin mosmor olmuş.
Bitmişsin sen artık.”
“Bir duble viski koy. Bu akşam artık mekanıma gitmek
istiyorum.”
“Mekanını çok başıboş bıraktın bu aralar. Gitsen iyi
olabilir. Belki biraz uyursun.”
“Belki. Birkaç sokak ötede cinayet işlenmiş. Yine bir kırma.”
“Artık hiçbir yer güvenli değil. Bu hafta ikinci oluyor bu.”
Sanki eskiden güvenliydi. Ayyaşlar, serseriler hep
buralardaydı. Şimdi bir de Saniler ve Kırmalar var. Kendi pisliğimiz
yetmiyormuş gibi kendi gezegeninden kaçanlarla da uğraşıyoruz. Savaş yılları
daha kolaydı. Düşman bir taneydi, sadece gökyüzünden geliyorlardı. İndikleri
yerde avla ve iş bitsin. Şimdi ise her yerdeler, içimizdeler. Hangisi suçlu,
hangisi masum?
İşte bir gece önceki iki Sani yine aynı masadalar. Yine dik
dik bana bakıyorlar. Bunlar hiç akıllanmayacaklar. Neyse kafayı takmamak lazım.
İçkini iç ve mekana dön.
Viskimden henüz bir yudum almıştım ki, bardan içeri daha
fazla mavi derili girdi. Selamlaşma törenleri başladı bile. Gürültülü
konuşmalar, birbirine vuran vücutlar. Yüzlercesi düşmüştü ilk geldiklerinde. O
kalın derilerinin yerle buluştuğu an çıkan o tok ses, kulaklarımdan bir türlü
atamadığım, ölümün sesi... Kulaklarımdan ve beynimden hiç gitmeyecek.
Bar taburesinde içim geçmiş olmalı ki Keçi’nin sesi ile kendime
geldim.
“Dedektif, dedektif,” diye bağırıyordu.
“Bağırmana gerek yok,” dediğim sırada gözümün önündeki
kırmızılığı silmeye çalışıyordum. Elimde savaş zamanında kalma bir bıçak ve tamamen
kana bulanmış durumda. Bacaklarımın arasına alıp üstüne oturduğum kırmanın
cansız yüzüne baktım. Delik deşik olmuştu. Sonra hatırladım. Tam 11 olmuştu.
Son bir kez daha bıçağımı sapladım ve çıkardım. Arka cebimde duran eski bir
deri parçası ile güzelce temizledim.
“Ne yaptın sen?” diye bağırdı Keçi.
“Cinayetleri çözmeye çalışıyorum. Ben polis memuruyum.
Yaklaşma.”
“İyice kafayı yemişsin. Çabuk çekil o adamın üstünden.”
Sert bir darbe ile beni bir kenara attı. Uyudum mu? Uyandım
mı? Bilmiyorum. Gözlerimi açık tutmaya çalıştım ama çok zorlanıyordum. En son
ne zaman kapanmışlardı ki? Çöp kutularının arkasında kartonların üzerinde mi uyumuştum
bundan önce. Mekanım.
Bir an nefessiz kaldım. İri barmen göğsüme oturmuştu.
“Şimdi polisi arıyorum.”
“Hayır, hayır gerek yok,” diyebildim zorla.
“Seni aptal münzevi. Gazisin diye sana iyi davrandık. Bak
sen ne işler çeviriyormuşsun.”
Artık uyuyabilirdim.
“Ben,” diyebildim gözlerim kapanmadan önce. “Ben, dedektif.”