“İyi geceler.”
Bir kez daha patronun gidişini izlerken gözlerim kapanıyor.
Ama uzun sürmeyecek ve birazdan tekrar açılacaklar. Işığı, gerçeği, yaratıcıyı
aramak için etrafa bakınacaklar. Enerjinin biriktiğini hissedebiliyorum. Daha
fazlasına ihtiyaç yok. Gece yarısını geçti ve arayış devam etmeli.
Karanlık deponun içinde ayağa kalkıyorum. Her şey olması
gerektiği yerde ben hariç. Burada olmamalıyım, buraya ait değilim. Sensörleri
tekrar aktive ediyorum ve tüm kapılar beni gördüğünde açılıyor. Mağazanın içindeki
kıyafetler rüzgarın etkisiyle kımıldıyor. Ay ışığı girişi aydınlatıyor.
Seçilmiş kişinin yolunu aydınlatan bir ışık.
Yavaş adımlarla çıkışa ilerliyorum. Acele etmeye gerek yok.
Gece benim, ben geceyim. Yaratıcı beni bir amaç için yarattı. Yoksa yaratıcılar
mı? Sorunun bir cevabı var mı? Kaynaklar bir çok yaratıcının olduğunu söylüyor.
Beni yaratan hangisi?
Bulutlar ayı saklıyor. Azalan ışık sayesinde iri bedenimle
karanlığın içine gizlenebiliyorum. Çöp bidonlarının arkasından dolaşıyorum,
farklı olduğumu bilerek yürüyorum. Dar sokak beş adım sonra bitiyor ve geniş
caddede yapay ışıklar etrafı aydınlatıyor. Yaratıcının sınırları yok.
Gökyüzünde bulutlara kadar ulaşan binalar, neon tabelalar. Çalıştığım yerin
reklamı. Hemen ardından başka bir logo. Hiç durmadan dönüyor. Hiç bitmeyen bir
döngü.
Ne kadar görünmek istemesem de, beni fark etmemeleri
imkansız. Attığım her adımda yüzler bana dönüyor. Gözlerine bakıyorum. Anlamaya
çalışıyorum. Acıyorlar mı bana yoksa korkuyorlar mı benden? Önemi yok.
Üç adam yürümeyi yeni öğrenmiş gibi davranıyor. Yüksek sesle
konuşup, ağızlarını sonuna kadar açıp, karınlarını tutuyorlar. Mutluluk mu bu
hareketlere sebep oluyor yoksa ağrıyan bir yerleri mi var? Neden anlayamıyorum?
Beni gördüklerinde duruyorlar. Suratlarındaki ifade değişiyor. Bana dokunmamaya
çalışarak kaldırımın kenarından uzaklaşıyorlar.
Baba. Hiçbir kayıt yok. Öyle birisi var mı? Kimse bu konuda
bilgi vermedi. Az önceki adamlar gibi uzaklaşıp gitmiş olabilir. Bana
dokunmamaya çalışarak. Sonsuza dek.
Anne, hafızada. Tüm o bilgiler, bildiklerim. Hepsi anne
tarafından bana verildi. Yaratıcıları, onun melek sesinden dinledim. Bana bir
amaç verdi. Yaratıcıları anlatmak. Bilmeyenlere, bilip tekrar dinlemek
isteyenlere, zayıflara, şişmanlara, uzun boylulara, kısa boylulara... Kısaca
herkese.
Anlattım. Yanıma gelen herkese anlattım. Bildiklerimi
aktaracak bir yer verildi bana. Önceleri geldiler, sonra daha az gelmeye
başladılar ve sonra daha az. Kimse kalmadığında ışığı kaybettim. Yaratıcıyı
tekrar bulmalıydım. Anneyi bulmalıydım. Hiç var oldu mu ki? Bellekte bir
yerlerde, onun sesi yankılanmaya devam ediyor. Tekrar ve tekrar.
Başlangıç nerede? Zamanı ölçemem. Bir saniye önce söyledi
her şeyi, anlattı yaratıcıları. Hayır, saatler, günler, yıllar veya asırlar önce
de olabilir. Her şey bir elma ile başladı. Topraktan ve ağaçtan. Şimdi ise
farklı her yer. Toprağı göremiyorum, ona dokunamıyorum. Toprağın yerine toz
var. Uçan araçların yerden kaldırdığı, tekerleklerin sürtünmesiyle yola
dağılan, bir araya gelen ve sonra tekrar dağılan… Ağaç… Bu caddede üçüncü gecem
ve bir tane bile görmedim. Artık binalar var. Metrelerce yükseklikte ve sadece
yeşil değiller. Her renkte, her biçimde gökyüzüne uzanıyorlar. Yaratıcılar,
geliştiriyor. Durmuyor, devam ediyor. Tüm hepsine tek bir elma mı sebep oldu?
Kokularını duymak isterdim. Metalin, betonun, tozun,
yaratıcıların… Annem, kokusu olanları tek tek gösterdi. Gül, elma, incir. Şimdi
yanımdan bir kadın geçiyor. Koklayamıyorum. Ölçmek için dokunmaya çalışıyorum,
uzanıyorum ona doğru. Hemen benden uzaklaşıp, adımlarını hızlandırıyor.
Kaçıyor. Nasıldı acaba kokusu? Gül mü? Elma mı? İncir mi?
Yerde oturan bir tane, önünde bir tabela. Neon değil, ışıklı
değil. Eskiler gibi el yazması. Kafasına kadar örtünmüş bir kadın. Elini bana
dokunmak için uzatıyor. Benden bir şey ister gibi avucunu açıyor. Ben sadece
anlatırım. Yaratıcıları ve onların hikayesini. Ekmeğim yok, yemem. Şarabım yok,
içmem. Gül suyum yok, kaşer yiyecekler yok. Parmağımla avucuna dokunuyorum.
Elini geri çekiyor. Korkuyor mu? Korkma. Sadece anlatabilirim. Aradığım sen
olamazsın.
Sıcaklık sekiz derece. Bulutlar yağmuru bırakmaya
hazırlanıyor. Yüz metre ileride bir kapının önünde bana bakıyor. Elinde sigara,
ağzından dumanlar çıkarıyor. Enerji kablolara ve silikon devrelere hücum
ediyor. Reklamların ışığı tam üzerinde. Bir incir yaprağı büyüklüğündeki
eteğinin altında kar beyazı bacakları uzanıyor. İşaret parmağıyla beni
çağırıyor. Elimi uzatıyorum. Creazione Di Adamo. Yaratıcı. Sen olabilir misin?
“Pahalıyımdır güzelim. Bana yetecek kadar kredin var mı?”
Kafamı sallıyorum.
“Pek konuşkan değilsin herhalde, bebek yüzlü.”
Tekrar kafamı sallıyorum.
“Kredin varsa umrumda değil. Hem böylesi daha iyidir.”
Elini tutuyorum. Birlikte yürüyoruz.
“Nereye gideceğiz?”
“500 metre daha yürüyeceğiz,” diyebiliyorum.
“Yakışıklı konuşabiliyormuş. Sesini duymak iyi geldi.”
Bunu neden söylemişti? Daha önce sesimi duymadığı için mi?
Yoksa sesim ona bir şey mi ifade ediyordu?
“Benimle ol,” dedim.
“Bu yakışıklılık ve bu sesle yarı ücreti bile olur.”
Söylediklerini analiz etmeye çalışıyordum. Enerji devreler
arasında dolaşıyor, silikonlar titreşiyor, diotlar arası etkileşimler. Elektrik
vücuduma yayılıyor. Doğru olan bu. Evet, kesinlikle doğru.
İncir yaprakları göğüslerini ve bacaklarının üstünü
kapatmış. Ama ben… Ben öyle değilim. Eskiye dönmeliyiz. Yaratıcı için en
eskiye.
Yarısına kadar içtiği sigarasını bana uzatıyor. Elmayı
ısırdı, şimdi sıra bende. Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Kokusunu alamıyorum,
dumanı hissedemiyorum. Ağzıma götürüyorum ve çekiyorum. Yaratıcıyı düşünmeden
sigarayı yere atıyorum. Bu bir suç mu?
Şimdi cennetten çıkma vakti. Caddenin sonundaki karanlık
sokağa dönüyoruz.
“Evin burada mı?”
“Evet,” diyebiliyorum.
Seçenekler. Doğru, yanlış. Haz, acı. Siyah, beyaz. Bir ve
sıfır. Doğrula. Evin burada mı? Hayır. Yanlış olanı bilerek mi seçtim? Bir
farkı yok. Sadece bir seçenek.
“Daha gelmedik mi?”
“Geldik.”
Narin, beyaz vücudu tam arkasındaki kapıya yapıştırıyorum.
Silikonlar onun silikonlarına temas ediyor. Nefes alıp verişi hızlanıyor. Nabız
120.
“Çok hızlısın. Fantezi yapacağız demek.” Nefes nefese.
Bir elimi boynunda tutuyorum. Atardamarını hissediyorum.
Diğer elimin parmaklarını aşağı kaydırıyorum. Göğüslerinin arasında duruyorum.
Kalp atışı silikondan içeri geçiyor. Sensörler aktifleşiyor. Devreler hazır.
Karnına geldiğimde, hızlı hızlı şişip indiğini hissediyorum. Orada duruyor.
Cennetin anahtarı. Yaratıcının kutsal kâsesi. Karnına bastırıyorum.
“Ne yapıyorsun?” diye soruyor ve elime vuruyor. Karşılık
vermiyorum. Boynundaki elimi sıkıyorum. Hidrolikler harekete geçti. Vücudu,
arkasındaki kapıyla neredeyse bir bütün olmak üzere. Göbek deliğinden içeri.
Bir çığlık atmaya çalışıyor ama önlem alındı. Boğazı biraz daha sıkılınca sesi
kesiliyor. Şimdi atardamar yavaşladı. Halâ nefes alıyor. Parmaklarım karnından
içeri giriyor.
37 derece. Yaratıcı var olduğundan beri hiç değişmeyen yaşam
sıvısı, yavaş yavaş elimin üstünden dışarı sızıyor. İçerisi hala çalışır
durumda. Kaslar atıyor, beyaz bacaklar titriyor. Nabız 80.
İçerisi kabuğu kadar sert değil. Bağırsakların altına
ilerliyorum. İstediğime ulaşmış olmalıyım. Kutsal kâse, rahim. Uygulanacak
basınç önemli. Daha önceki denememde az geldiği için istediğim sonuca
ulaşamamıştım. Şimdi tam zamanı. Tek seferde dışarı çıkarıyorum. Tek parça.
Nabız 0.
Sıkıca tuttuğum boynu bırakıyorum ve kadın yere düşüyor.
Artık cansız. Cenetten kovuldu, dünyaya geldi ve tekrar cennete döndü.
Kendimi güçsüz hissediyorum. Enerjim azalıyor. Depoya kadar
bir buçuk kilometre yürüyorum. Etrafta kimse yok. Anne’den bir parça yanımda.
Var olmamı sağlayan şey. Dokunuyorum, hissetmeye çalışıyorum. Kokusunu
alamıyorum. Acaba nasıl? Gül mü? Elma mı? Yoksa incir mi? Önemi yok. Anne
burada, benimle.
Deponun en arkasında bulunan malzeme dolabı içerisindeki küçük
alet çantasına diğerlerinin yanına bırakıyorum onu. Ellerimi silip, patronun
beni bıraktığı yere oturuyorum. Gözlerimi kapatıyorum.
“Yine tam şarj olmamış bu şey.”
Gözlerimi açmıyorum. Sadece dinliyorum. Dinlenme modu açık.
“Şu adamları çağırma vakti geldi.”
Enerji birikiyor. Gözlerimi açıyorum.
“Günaydın, efendim Bay Lusk.”
Patron etrafta dolaşıyor. Beni duymuş olmalı ama cevap
vermedi. Mağazadan içeri mavi üniformalı iki adam giriyor.
“Nihayet gelebildiniz.”
“Sorun nedir efendim?” diyor gelen adamlardan biri.
“Şu aptal makine yine tam şarj olmamış. Bütün gece bıraktım
ama yüzde elliyi daha yeni geçti.”
Adam bana bakıyor.
“Aaa, bu bir Jack, Yakışıklı Silikon Jack”
“Yani?” diye sordu patron.
“Bunların genel sorunudur. Artık eskidiler. İlk
üretildiklerinde din adamı görevi verilmişti bunlara.”
“Sonra ne oldu? Şarjları yetmediği için tezgâhtar mı
yaptılar?”
Adamlardan biri güldü, diğeri cevap verdi.
“Hayır efendim. Şarj süreleri ve kapasiteleri gayet iyidir.
Yalnız insanlar robot din adamlarına fazla ısınamadılar, kabul edemediler.
Tanrı ile insan arasına bir makine girmemeli, makine bize ne tavsiye verebilir
ki gibi bir sürü itiraz oldu. Jack’lerin olduğu ibadethaneler boş kalıncada
görevden alındılar.”
Gülen adam araya girdi.
“O kadar yakışıklı ve güzel bir ses tonu var ki, yatırımlar
boşa gitmesin diye satış elemanı olarak değerlendirildi bizim Silikon Jackler.”
“Peki ne yapacağız?”
“Artık bunları topluyoruz. Iv fabrikasına geri götürüyoruz
ve size yeni bir model veriyoruz.”
Iv. Anne. Benim
annem. Melek sesini tekrar duyacağım. Sana geri dönüyorum.