CİNAYET

                “Hayır, hayır,” diye bağırıyordu yaşlı adam.
                “Bir doz ‘morphex’ verelim.”
                “Hemen efendim.”

                Doktor önlüğü giymiş adam, ekibin yanından çıkarak diğer odaya geçti. İçeri girer girmez sanal klavyeler masanın üzerinde görünür hale geldi. Yan yana dizilmiş ekranlarda veriler akıyordu. İki odayı birbirinden ayıran cam panelden yaşlı adamın masaya yatırılışını izledi ve ardından sandalyesine oturdu. Birkaç tuşa bastıktan sonra içeride hala bağırmakta olan adamın bilgileri ekrana geldi.

                “Denek No: 32
                Yaş: 53
                YongaX Versiyon 8.2.1
                Geçmiş: H Sınıfı çalışan, yonga ile bağlantısı bir yıl önce kesildi. Emekli.
                Teşhis: Şizoaffektif bozukluk, çoğunlukla depresyon hali”

                “Hazır mıyız?” dedi yüksek sesle. Dahili alıcılardan içeri iletilen sesi duyan odadakiler tamam anlamında elleriyle onayladılar ve ardından dışarı çıktılar. Yaşlı adam sayıklıyordu ancak herhangi bir direnç göstermiyordu. Elleri, ayakları ve kafası sabitlenmişti.

                “Operasyon başlatılıyor.”

                Ekranlar veriler ile dolup taşıyor, içeride yatmakta olan adamın beyninin görüntüsü bir kenarda sabit duruyordu. Aniden odanın içi hareketlendi. Yukarıdan hızlıca aşağı inen robotik kollar bir örümceğin ağ örmesi gibi çalışmaya başladı. Kolların biri adamın alnını işaretliyor, arkasından gelen diğeri lazer neşter ile kesiyordu. Adamın sağ şakağından başlayan kesik sol tarafında son buldu. Üçüncü bir kol tavandan aşağı hareketlendi. Yarım daire şeklindeki metalik uzvunu daha önce kesik oluşturulan kısma yerleştirdi ve yavaş yavaş yukarı kaldırmaya başladı. Dördüncü kol ise dönen testereyi andıran bir alet ile kafatasını açıyordu.

                Odanın içinde olanları izleyen görevli dahili alıcıyı kapatarak kafatası açma işlemi sırasında çıkan seslerin kendi tarafına geçmesini engelledi. İçeride sadece bilgisayarlardan gelen bir uğultu kalmıştı. Yeşil bir ışık ekrana yansıdı.

                “Frontal lob enjeksiyonu başlatılıyor.”

                Masada yatmakta olan adamın açık olan beyninin ön tarafında bir kablolama işlemi yapılıyordu. Bu sırada robotik kollardan bir tanesi de hipokampus yakınlarına yerleştirilmiş olan YongaX ile uğraşıyordu. Görevli sandalyesinde arkasına yaslandı, ayaklarını makinelerin olduğu masaya doğru uzattı ve beklemeye başladı.

                “Kısa dönem hafıza dijitalleştiriliyor.”

                Ekranda geri sayım başlamıştı. O sırada odanın kapısı açıldı ve Jason Stan içeri girdi. Görevli aceleyle ayaklarını uzattığı yerden indirdi ve ayağa fırladı.

                “Efendim, sizi beklemiyorduk.”

                “Belli oluyor,” diye karşılık verdi yaşlı adam. “Neler yapıyorsunuz?”

                “32 numaralı denek için işlemler başladı, efendim.”

                Geri sayım tamamlandı ve ekranda ışıklar yanıp sönmeye başladı. Görevli bir tuşa bastı.

                “Hayır, hayır,” diye yankılandı dijital bir ses odanın içinde. “Bırakın beni.” Aniden ses kesildi.
                “Algılıyor, Bay Stan. Her denekte olur.”

                “Ben kimim? Neredeyim? Siz kimsiniz?” dedi dijital ses. Ardından ekranda yeni bir yazı belirdi.
                “Uzun dönem hafıza dijitalleştiriliyor.”

                Görevli ve Jason Stan ekrana kilitlenmişti. Uzun dönem hafızanın dijitalleştirilmesi için gereken süre ekranda belirdi ve geri sayım başladı. Önce birkaç yeşil ışık yanıp söndü ardından kırmızı ışıklar.

                “Sanırım hala sorunlar var,” dedi yaşlı adam.

                “Evet, efendim. Şimdi bilgileri topluyor sistem ve yazılım ekibimize gönderecek. Buradaki sorunları halletikten sonra bir sonraki denek ile işlemlere devam edeceğiz.”

                Jason Stan’in yüzünü hüzün kaplamıştı. Yazılım ekibinin başında Nora olmadığı sürece bu düzeltmeler bir ömür sürebilirdi. En yetenekli, en güzel ve sevdiği tek yazılımcı.

                Yaşlı adam çalan telefonu ile düşüncelerinden sıyrıldı. Bir süre sessizce karşısındakini dinledikten sonra, “Tamam,” dedi. “Geliyorum.” Hiçbir şey söylemeden odadan çıktı ve Edenia’nın metal koridorlarında yürümeye başladı.

                Güvenlik odası her zamanki gibi hareketliydi. Jason Stan içeri girdiğinde klasik sahneler tekrar etti. Duraksayan androidler ve selam veren insanlar.

                “Sizi dinliyorum Bay Tyler.”

                “Efendim, sizin için dünyanın en iyi siber korsanlarından, bizimle çalışabilecek durumda olanların bir listesini hazırladık. İzninizle teklifinizi göndermek istiyoruz. Listeye son bir kez siz de bakmak istersiniz diye düşündüm.”

                “İyi düşünmüşsün,” dedi yaşlı adam. İri güvenlik görevlisi ekranlara bir grup siber korsanın resimlerini ve öz geçmişlerini yansıttı. Jason Stan hepsini tek tek ve dikkatlice inceledi. Parmağı ile bir tanesini işaret etti.

                “Rusya’dan JINX,” dedi Tyler. “Gerçek adı Valeria Petrova. Eski bir ajan. Hem sanal ortamda hem de gerçekte yetenekli biri.”

                “Teklifimizi gönder.”

                Yaşlı adam bir diğerini işaretledi.

                “Japonya’dan SUN. Gerçek adı Akio Shimomura. İşin her iki tarafında da bulunmuş. Hem beyaz hem siyah korsan. Son dönemde adı, X-Life içerisinde bulunan yakuza özentisi bir çete ile sıkça anılıyor. Ne yapacağı tam olarak kestirilemez.”

                “Gönder,” dedi Jason Stan ve ekrandaki yüzleri incelemeye devam etti. “Şu.”

                “Türkiye’den W0lf. Gerçek adı Ercan Dağlı. Sanal ortamda pek başarılı değil ama gerçekte tam bir iş bitirici. Eğer adamımız İstanbul’daysa bağlantıları işe yarayabilir.”

                “Gönder, o zaman. Teklifimizi kabul ederlerse JINX ve SUN’ın bütün yolculuk masraflarını ödeyin. İstanbul’un güzel bir bölgesinde kalacak yer ayarlayın. Sonrasında ben hepsiyle özel olarak görüşeceğim.”

                “Anlaşıldı efendim.”

                “Başkan Bülent Aslan’ı bağla bana.”

                “Hemen.”

                Güvenlik şefinin bağlamaya çalıştığı hat birkaç defa uzun uzun çaldı. Sonunda telefon açıldı. İstanbul Başkanı’nın görüntüsü ekrana yansıdı.

                “İyi akşamlar Bay Stan. Biz de sizi arayacaktık.”

                “Haberler iyi mi, Bülent?”

                “Korkarım hayır efendim. Hayd, denen adamdan bir iz yok ayrıca başka bir sorunumuz var.”

                “Lafı uzatmadan söylemeni tercih ederim.”

                “Şirketiniz yöneticilerinden Max Atayan bu sabah evinde ölü bulundu.”

                “Ne demek istiyorsun?” diye bağırdı Jason Stan. “Siz orada ne yapıyorsunuz? Evi 1. Sektörde değil mi? Siya teknolojisi kullanılmıyor mu?”

                “Siya kullanılıyor efendim. Evi, dediğiniz bölgede.”

                “O zaman, katili bulmuşsunuzdur şimdiye kadar.”

                “Korkarım hayır efendim.”

                Jason Stan, ellerini önündeki konsola yapıştırdı. Gözlerinden alevler çıkıyordu. Güvenlik şefi, terlemeye başlamıştı. Oturduğu sandalyeyi yavaşça geri çekerek yaşlı adamdan uzaklaştı.

                “Siya’nın kayıtlarına baktınız mı?”

                “Baktık efendim. Şimdi size de gönderiyorum. Kayıtlarda hiçbir şey yok. Akıllı ev sistemi herşeyi normal olarak kaydetmiş. Ayrıca güvenlik kameralarını, uçargözlerden aldığımız bilgileri inceledik.”

                “Sonuç?”

                “Üzgünüm efendim. Olay tam bir muamma. Görüntülerde kimse yok, siber yardımcı Sia’da da hiçbir şey yok.”

                “Peki nasıl olmuş? Öldürüldüğünü nasıl anladınız?”

                “Boğazı kesilmiş, Bay Stan.”

                Yaşlı adam sinirlerine hakim olamıyordu. Önce konsolu tekmelemeye başladı, ardından ellerini saçlarına götürdü.

                “Sizin güvenlikçileriniz ne işe yarıyor? Orada ne yapıyorlar? Beni iyi dinle Bülent Aslan. Yarın bir açıklama yapacaksın ve tüm güvenlik şeflerinin kademeli olarak “Gereksizler” sınıfına ayrılacağını ilan edeceksin. Sayılarını öğren. Onların yerine size son model androidlerimizden bir ordu göndereceğim.”

                “Efendim, bunu yapmasak daha iyi…” Başkan Aslan sözünü bitiremeden araya Jason Stan girdi.

                “Olmaz,” diye bağırdı sinirli bir şekilde.

                “Gereksizler sınıfına koyduğumuz her meslek, Kami Kavsi’ye adam kazandırıyor. Hem bu seferkiler güvenlikçiler.”

                “Umrumda değil. Bir de o sorun var zaten. Senin yozlaşmış güvenlik birimin yüzünden, kendisine Kam diyen o heriften bir türlü kurtulamadık. Yeter artık.”

                “Anlıyorum efendim.”

                “Unutma, bu durumu iyi bir şey olarak göstereceksin. Yolunda gitmeyen bir durum yok. Kutlama havasında olsun. İnsanlara faydalarını falan anlat işte.”

                “Peki Bay Stan. Cinayetle ilgili topladığımız tüm kayıtları da şimdi gönderiyorum.”

                “Bekliyoruz,” dedi yaşlı adam ve görüşmeyi sonlandırdı. “Biri bana viski getirebilir mi?” diye bağırdı odanın içinde. Androidlerden bir tanesi hızlıca odadan dışarı çıktı.

                “Bilgiler geliyor efendim,” dedi koltuğunda oturmakta olan Tyler. Ekranda veriler dolaşıyor, hazırlanan yazılı raporlar sırasıyla bir kenarda birikiyordu. Siya’nın topladığı sensör verileri tamamlandığında yeşil bir ışık parladı. Son olarak kamera ve uçargöz görüntüleri gelmeye başladı.

                “Ana hatları çıkar,” dedi Jason Stan. İri güvenlik görevlisi parmaklarını klavyede dolaştırdı ve yazıları önlerinde bulunan ekrana yansıttı. Tahmini cinayet saati, nasıl olduğu ile ilgili görüşler ve birkaç bilgi daha. Son bölümde üç kelime göze çarpıyordu.

                “Cinayet aleti bulunamadı.”

                Siya’nın ev içi verileri de hiçbir anormallik göstermiyordu. İzinsiz giriş yapılmamıştı. Hiçbir dijital alette bozukluk yoktu. Herşey olması gerektiği gibi çalışıyordu. Isı sensörleri olayın olduğu saatler boyunca evde tek kişi olduğunu doğruluyordu.

                “Kamera görüntüleri,” dedi yaşlı adam. “Tahmini cinayet saatine göre önce sokaklardan başlayalım.”

                Tyler, klavyeyi kıracak kadar sert ve bir o kadar hızlı parmak hareketleri ile görüntüleri ekrana yansıttı. Sokaklar boştu. Başka evlere giren birkaç kişi ve sokakta durmadan geçen üç beş araba dışında hiçbir şey yoktu. Ev içerisindeki güvenlik kameralarında da hiçbir şey çıkmamıştı.

                “Korsan yetmiyormuş gibi bir de karşımıza hayalet katil çıktı. Kami Kavsi’nin bir yöneticimizi öldürecek kadar ileri gideceğini hiç düşünmemiştim.”

                “Efendim, benim aklıma bir olasılık daha geliyor.”

                “Nedir o Bay Tyler?”

                İri güvenlik görevlisi çekiniyordu. Terlemeye başladı. Lafı ağzından çıkarana kadar bir süre daha geçmesi gerekmişti.

                “Saldırının yıl dönümü yaklaşıyor. Belki de bunu yapan Hayd’dır.”


                “Belki de…” dedi Jason Stan. “Hayd, Kam’ın adamıdır. Bunlar bir şeyler çeviriyor ve bunu mutlaka öğreneceğiz.”

a

HAPİS


01001000
01100001
01111001
01100100

“Biri bir şey mi söyledi?”

                Neredeyim ben?  Başım neden ağrıyor?

                Yattığım yerden doğrulmayı başardım. Renksiz bir odanın içindeydim. Yatağımın hemen karşısında duran metalik kapının parmaklıklı küçük penceresinden içeri ışık süzülüyordu. Gücümü topladım ve ayağa kalktım. Bir,iki ve üç adım sonra karşı duvarda olmalıydım ama mesafe değişmiyordu. Arkamı döndüm. Az önce kalktığım yatağı göremiyordum. Yanımdaki duvardan destek almak için elimi uzattım. Boşlukta savrulan kolumla birlikte ben de dengemi kaybettim ve yere yapıştım. Gösterdiğim refleks ile yüzümü yere vurmaktan kurtardım ama omzum o kadar şanslı değildi.

                Beton zeminde oturup etrafa baktım. Her tarafım duvarlarla çevriliydi ama onlara dokunamıyordum. Önümde bir kapı vardı ama ona yaklaşamıyordum.

                “Heey,” diye bağırdım. Sesim odanın içinde yankılandı. “Kimse yok mu?”

                Bir cevap almayı bekledim. Boşunaydı. Beni duyan kimse olmayabilir, duysa bile karşılık vermeyebilirdi. Sessizlik, yalnızlık.

                Hatırlamaya çalıştım. Büyük siber saldırı sırasındaydı. StanX’in derinlerine girmeyi başarmıştım ve sonra gözlerimi kamaştıran kusursuz güzelliği karşımda görmüştüm. Mavi ve pembe saçları unutmak mümkün değildi. Peki ya sonra?

                “08,” demişti bana. Arkadaşlarım ile konuşuyordum. Pervane sesleri, gürültü.

                Almanya’nın Hamburg kentine eğitim için gittiğimde, öğretmenlerden bir tanesi, insanın en güçlü silahı beynidir, aynı zamanda en zayıf olandır, demişti. Bulunduğum durumda çok yerinde bir tespit olduğunu daha iyi anlıyordum. Yaptıklarımı zekâm sayesinde başarmıştım ama şimdi beni yarı yolda bırakıyordu. Hatırlayamıyordum.

                Betonda oturmaktan kıçım ağrımaya başlayınca tekrar ayağa kalktım. Yaklaşık üç adımlık mesafede bulunan kapıya doğru yürüdüm. Yine aynı konumdaydı. Tekrar üç adım attım. Değişen bir şey olmamıştı. Pes etmeye niyetim yoktu. Bir kez daha adımlamaya başladım ve kapıya dokundum.

                Parmaklıklı pencereden dışarı baktım. Elbe nehri ve liman tam karşımda duruyordu. Hamburg’da olamam.  Hayır, hayır. En son toplu kullanıma açık bir yerde bilgisayar başındaydım, İstanbul’da.

                Düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Gözlerimi kapadım. Yine mavi ve pembe saçlar. Faydası olmayacaktı. Rahatsız hissediyordum. Burada olmamalıydım. Tekrar dışarı baktım ama bu sefer İstanbul’a.

                “Tamam,” dedim. “Şimdi anladım. X-Life’ın içindeyim. Bu kadar şaka yeter. Dışarı çıkmak istiyorum.”

                “Üzgünüm,” diye karşılık verdi dijital bir kadın sesi. Bir an korktum ve titredim.

                “Kimsin?”

                Soruma cevap alamamıştım. Şimdi o sesi gerçekten duyup duymadığımdan bile emin değildim. “Benden ne istiyorsunuz?”

                Sessizlik. Delirmeye mi başlamıştım? Halüsinasyonlar, duyduğumu sandığım sesler. Kapıdan uzaklaşıp odanın ortasına geri döndüm. Dört duvara, tavana ve yere baktım. Ayaklarımla yere vurmaya başladım. Sanki her vuruşumda bütün oda esniyor gibiydi. Dışarı doğru bir kavis yapıyor ve sonra tekrar eski haline dönüyordu.

                Bir cevap gelmesini umut ederek tekrar bağırdım.

                “Kimsiniz ve benden ne istiyorsunuz?”

                “Yardım etmeni,” diye cevapladı dijital ses.

                 “Burada tıkılı kalmış bir vaziyette nasıl bir şey bekliyorsunuz benden? İsterseniz anlaşalım. Beni çıkarın ve size yardım edeyim.”

                “Üzgünüm,” dedi tekrardan.

                “Niçin üzgünsün?”

                “Sana nasıl yardım edebileceğimi bilmiyorum.”

                Söyledikleri anlamsızdı. Beni dijital bir şeyin içine soktularsa, çıkarmasını da bilirlerdi. Gerçek bir mekanda oturuyor veya belki yatıyor olabilirim. Yapmaları gereken tek şey programı kapamak veya beni bağlı olduğum cihazlardan ayırmak. Bu kadar kolay olmalı.

                “Hadi ama ben dersimi aldım.”

                “Hayd.”

                Buna cevap vermeyecektim. O takma adın arkasındaki kişiyi bilmelerine imkan yoktu. Şanslarını denediklerini hemen belli ettiler. Ellerinde benimle ilgili hiçbir şey yok. Olamaz.

                “Tamam işte,” dedim gülerek. “Beni birisiyle karıştırmışsınız. Ben bahsettiğiniz kişi değilim.”

                Önce karşımda duran duvar, ardından içinde bulunduğum oda karardı. Duvarın üzerinde bir görüntü belirdi. İstanbul sokakları.

                “Pekalâ. Böyle şeyler yapabildiğinizi biliyorum. Gerçekten iş bilen korsanlarsınız. Özenti değilsiniz. Sizi tebrik ediyorum.”

                Söylediklerime hiçbir karşılık verilmedi. Ekranda artık güvenlik kamerası görüntüleri vardı. Bir sokaktan diğerine atlıyordu. Ardından bir tanesinde durdu. Yolda yürüyen bir adama yakınlaştı. Kaldırım karolarını birleştiren çizgilere basmadan yürümeye çalışan kapişonlu bir üst giymiş, zayıf biri.

                “Ben de çizgilere basmaktan nefret ederim,” dedim.

                Görüntüdeki adam yürümeyi bıraktı. Gözündeki AG gözlükleri ile kameranın olduğu yere baktı. Ekrandaki herşey dondu. Sistem adamın yüzünü yakalayabilmek için tekrar yakınlaştı.

                Dehşet içerisinde karşımdakine bakıyordum. Göğüs kafesim daha hızlı şişip iniyor, nefes alamayacak gibi hissediyordum. Kameranın odaklandığı kişi bendim.

                “Hayır, hayır. Bu eski bir görüntü olmalı,” diyebildim sonunda.

                “Evet,” diye karşılık verdi dijital ses. “İzlemeye devam et.”

                Ekrandaki ben tekrar yürümeye başladı. Yavaş adımlarla, etrafı bir turist gibi izleyerek… Bir sonraki kamera görüntüsü 1. Sektör’dendi. Şimdi rahatlamıştım. Hayatım boyunca gitmediğim, gidemeyeceğim bir yerdi orası. Artık başka birinin kayıtlarına geçmiş olmalıydı.

                Bir önceki ben, yürümeye devam ediyordu. Zengin mahallesi ve ben…

                “İşte bu uydurma bir görüntü,” dedim. “Ben hayatım boyunca 1. Sektör’e geçmedim.”

                “Sadece izle.”

                AG gözlüklerim ile yürüyen ben, etrafa bakındı ve bir eve girdi. Görüntüler her geçen saniye daha da fantastikleşiyordu. Kameralar evin içini çekmeye başladı. Hayatım boyunca hiç görmediğim bir evin içerisinde gizlice dolaşıyordum. Mutfaktan bir bıçak aldım ardından yatak odasına girdim. Evin tüm odalarını biliyor gibiydim.

                Görüntü karardı. Işıklar bir şekilde kapanmıştı. Kamera çekmeye devam ediyordu. Işıklar geri geldiğinde bornozlu şişman bir adam banyodan çıkıp yatak odasına yöneldi. Biraz sonra karşı karşıya geleceklerdi.

                Ekrandaki ben kapının arkasında saklanıyordum. Şişman adam odaya girdiği anda üzerine atladım. Kısa bir boğuşmanın ardından bıçağı adamın boynuna dayadım. Zorla bir şeyler yaptırıyordum. Önce parmak izi, ardından retina taraması yapıldı adama.

                Evet, adamdan istediğimi de, -muhtemelen para- almış olduğuma göre arkama bakmadan kaçmış olmalıydım. Ancak yine beni şaşırtan bir hareket yaptım. Aniden bıçağı adamın boynundan geçirdim. Adam kasılırken, mükemmel döşeli evinin zemininde bir kan gölü yavaş yavaş yayılmaya başladı.

                “Bu ben olamam,” dedim benimle iletişim kurmaya çalışan dijital sese. “Hayatım boyunca X-Life dışında kimseyi öldürmedim.” 

                “Her şeyin bir ilki vardır.”

                “Hayır. Ben birini bıçakladığımı hatırlamıyorum. Böyle bir şey yok. Bu uydurma bir görüntü.”

                “Ne hatırlıyorsun? Daha nerede olduğunu bile bilmiyorsun?” dedi dijital ses.

                “Biliyorum,” dedim. “DRM’deyim ve orada beni cezalandırmak için veya sizin deyiminizle rehabilite etmek için bana bunları yapıyorsunuz.”

                Odanın içinde yankılanan dijital ses cevap verdi. “Sen rehabilitasyondan çıkarıldın Hayd. Tam 250 gün önce.”