hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Sözleşmeyi imzalarken ne düşünüyordum ki? Tabii ki, terfimi. Alacağım fazladan parayı, göreceğim saygıyı. Bakalım terfi için verilen görev kutusundan bana ne çıkacak?

Bundan tam 10 yıl önce bugün, serin bir mayıs sabahında işe başlamıştım. Özel sektördeki tüm işlerin robotlar, robotumsular veya adına her ne diyorlarsa onlarla doldurulduğu bir dönemdi. Bizim gibilerin tek seçeneği devlet memuru olmaktı ve ben de öyle yapmıştım. Sınavlar, yetenek testleri, mülakatlar derken kendimi on binlerce kişi ile aynı işi yaparken bulmuştum. Önümüze getirilen dosyaları sistemlere girmek.

İnanılmaz değil mi? Her gün yüz binlerce kişi, milyarlarca harfi ve rakamı klavyede tuşluyor ve ağın derinliklerinde bir yere gönderiyor. Dosya dosya masalarda duran kağıtlarda ne yazıyor, girdiğimiz veriler nereye gidiyor hiç bilmiyorum. Anlamsız bir iş. Bir sürü kelime, sayı ve işaret kombinasyonu bana ve diğerlerine bir şey ifade etmiyor.

Şimdi soracaksın, bu kadar süre orada neden çalıştın? Ortam mı güzeldi? Aslına bakılırsa, çalıştığımız yere eşeği bağlasan durmaz. Önlü arkalı, sağlı sollu yerleştirilmiş bir sürü küp, büyük bir odaya tıkıştırılmış yüzlerce kişi ve hiç durmadan basılan tuşlardan çıkan garip bir gürültü.  Bunaltıcı mı? Tabii ki.

Ben yine de devam ettim, diğer herkes gibi. Çünkü son beş senedir o da küplerle dolu bu yerde çalışıyor. Saçları güneş kızılı, teni kar beyazı bir kız. Her sabah aynı zamanda çay alırız ve o her sabah bana günaydın der. Günümün en güzel anları. Yıllarca aynı yerde olmak için yeterli mi? Pekalâ, yalan söylemeyeceğim. Gonca, gerçekten çok güzel bir kız olabilir ama beni asıl tutan yapacak başka bir iş olmaması. Memur değilsen 5. Sektörün dışında bir yerlerde sürtersin. Hayatta kalmak için çöp toplar, etraftan bulduğun malzemelerle kendine bir gecekondu yapar yaşarsın. Herkesi burada yıllarca çalıştıran asıl mesele bu.

Az kalsın unutuyordum. Kutuyu, sahte bir gülümseme ile müdürün masasından aldım ve odadan çıktım. Halâ merak içindeydim. Terfi görevleri çok gizlidir. Kimse hakkında konuşmaz, şakasını bile yapmaz. Yazılanları veya söylenenleri yerine getirir. Sonrasında şef, lider her ne bok olacaksa o olur. Böyle konuşuyorum çünkü hayatımda ilk defa bu şeylerden aldım. İçinden çıkacakları bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum. Ama bulutların üstündeyim. Kolumun altındakini herkes görüyor.

Aslında 3. Koridordan yürüsem yerime daha yakın ama Gonca’nın yanından geçmek için 5. Koridora giriyorum. Ne de olsa yakında farklı bir görevim olacak. Küplerin içinde oturan 10 kişiden ben sorumlu olacağım. Alacağım para artacak. Hem belli mi olur belki kızıl da benim için çalışanlardan biri olur.

“Merhaba,” dedi arkamdan hiç tanımadığım bir ses.

Siktir ya. Yoksa bu o mu? Titreme hissi. Bu sadece içimde mi oldu yoksa gerçekten tüm vücudum onun önünde sallandı mı?

Sakin olmaya çalışarak sesin geldiği yöne döndüm ve gülümsedim.

“Tebrik ederim. Terfi kutusunu almışsın.”

Konuşan gerçekten kızılmış.

“Şşşey. Ev…ev…evet ben.” Saçmalama Ali, hiç zamanı değil. Hem sen çocukluğundan beri kekelemedin ki. Şimdi nereden çıktı bu?

“Umarım görevini başarırsın ve seni müdür olarak görürüz.”

“Yapabilirim,” diyebildim.

Sonunda elini sallayıp yerine oturdu da biraz rahatladım. Yapabilirim mi? Düşündükçe ne kadar saçma bir şey söylediğimin farkına vardım. Neyse bu durumu toparlayacak zamanım olur herhalde. En azından dikkatini çektim. Şimdi yerime geçip bana verilene bakma zamanı.

Bu durum resmen başka bir sınav. Karşına ne çıkacağını bilmiyorsun. İçimden bir ses, soruların çalışmadığım bir yerden geleceğini söylüyor. Siyah kutunun üzerine iliştirilmiş bir zarf. Hemen içinden çıkan kağıdı okuyorum.

“Evinize ulaşana kadar açmayın ve göreviniz hakkında kimse ile konuşmayın. Aksi takdirde terfiniz iptal edilecektir.”

Tabii ya, daha önce hiç oturduğu yerde bu şeylerden açanı görmedim. Hep düşünmüşümdür bu kadar önemli bir iş için neden akşama kadar beklerler. Demek ki, sebebi bu notmuş. Ne yapalım, gidene kadar bekleyeceğiz. Bir süre daha anlamsız şeyleri sisteme girmeye devam.

Heyecandan mıdır nedir, zaman su gibi akıp geçti. Servise doğru yola çıktığımda tekrar o güzel sesi duydum.

“İyi akşamlar, Ali.”

“Sana da,” dedim. Hem de kekelemeden. Eh, bu da bir gelişme. Bu hızla gidersek daha fazla konuşacağımız kesin.

Memur olmanın bir diğer faydası, 3 numaralı servis trenine binebiliyorsunuz. Eskiler ama devlet daireleri ile sektörler arasında hiç durmadan dolaşıyorlar ve iş görüyorlar. Beni yaklaşık yarım saatte eve bırakabiliyor. Bu sefer her zamankinden daha havalıyım. Kolumun altındaki sayesinde güvenim yerinde. Bakışların üzerimde olduğunu biliyorum.

Sonunda durağıma geldik. Etrafa gülümseyerek bakıyorum. Eğer kendimi durdurmasam tüm trene iyi akşamlar diyeceğim. Görevi tamamladıktan sonra görmeyeceğim ayakta dikilen onlarca insana son bir kez baktım. Diğer kademedekilerin bindiği servis trenlerinde koltuk olduğunu duymuştum. Bir sonraki sefer oturarak geleceğim.

Evim, güzel evim. Kendimi rahat hissettiğim 50 metrekarem. Ne oldu? Küçük mü geldi? Yalnız yaşayan devlet memurlarına verilen standart bir daire işte. Hem para, hem ulaşım, hem de öğlenleri yemek versinler ve sonra tüm bu imkanların üstüne büyük bir evde mi oturmamı sağlasın devlet? Şımarık olma lütfen.

Gelelim asıl meseleye. Madem bu kadar gizli olmasını istiyorlar, şu ışığı bir yakalım ve perdeleri kapatalım. Kutuyu açma zamanı geldi. Şekil bile yapmışlar. Mum mühürlü ip ile sarılmış. Kolay kopsa bari.

Ve tam tahmin ettiğim gibi başaramadım. İpi çekiştirmekten ellerim morardı resmen. Bir bıçakla tek seferde kestim ve hemen kapağı kaldırdım.

Bu da nereden çıktı şimdi? Bunlar benden ne istiyorlar?

Dolu bir şarjör, bir silah ve büyükçe bir zarf. Sanırım içerisinden bir not çıkacak ve şöyle yazacak:
“Kendini bu silahla öldür. Sen de kurtul, biz de kurtulalım.”

Gerçekten merak ettim. İçinde tek bir nottan fazlası olduğu kesin. Görelim bakalım görevimizi.
Bir adamın fotoğrafları, adam ile ilgili bir sürü bilgi ve uzunca bir mektup.

“Devletimizin, siz vatansever yurttaşlara daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır. Sizler çalıştıkça güçleniyor, büyüyor ve sizlere daha iyi imkanlar sunuyoruz.”

Falan filan. Bir takım güzellemeler ile devam ediyor.

“Polis güçlerimizin ve robotik devriyelerin de belli bir limiti vardır. Onların ulaşamadığı bilgilere, görevlere siz terfi ettirilecek vatandaşlarımız ulaşacak ve verilen görevleri yerine getireceksiniz.”

Of yeter artık. Görevim ne?

“Katiller, tecavüzcüler ve hırsızlardan oluşan bu kişileri ortadan kaldırarak hem insanlarımızı koruyacak hem de terfi alacaksınız. Ekte yer alan dokümanlardaki kişi sizin hedefinizdir. Gönderdiğimiz silah ve şarjör devletimize ait olup tamamlayacağınız görev tamamen yasaldır.”

Bakalım bana ne gelmiş. Fotoğraflar. Yakışıklı bir tip. Ne tür bir suçlu acaba? Hırsızlar mı yakışıklı olurdu yoksa katiller mi?

Adamımızın öz geçmişi. Ve tam isabet. 15 kişinin katili.

Şimdi anlıyorum, bütün bu terfi işlerinini neden büyük bir gizlilik içinde yürütüldüğünü. Düşünsene genel müdürlüğe kadar yükseliyorsun. En az üç terfi gerekir. Bu da üç görev demek. Bu da en az üç kişi demektir. Bilemiyorum, belki statü arttıkça öldürmen gerekenlerin sayısı da artıyordur. Bana bu görevi veren müdürümün kaç leşi var acaba?

Tamam. Kolay kısım bunları okumaktı. Peki şimdi nasıl yapacağım ben bu işi? Hadi adamı buldum diyelim nasıl öldüreceğim? Hayatımda kimseyi öldürmedim ki. Hatta bir sineği bile… Neyse buna inanmazsın zaten. Gece kafanın üzerinde vızıldayan bir sinekten daha kötü ne olabilir ki? Hiç dayanamam, yapıştırırım duvara.

Ve dip not: Görevi başarmak için bir hafta süreniz var. Bu süre boyunca idari izinli sayılacaksınız.

Hadi bakalım, önümde tam 7 günüm var. Düşünmek için iki, plan yapmak için iki gün harcasam, işi bitirmek için üç günüm kalır. Ya peki başaramazsam, ya vazgeçersem? Büyük ihtimalle aynı şekilde devam ederim. Sabah 8 akşam 5 iş, trende ayakta yolculuk ve 50 metrekare. Bir de kızıl benimle bir daha konuşmayabilir. Hangisi daha kötü? Katil olmak mı, bu hayata devam etmek mi?

Dur bir dakika. Bu ses kapı zilinden mi geliyor? O kadar uzun süredir çalmadı ki, pas tutup bir daha asla çalmayacağını düşünmeye başlamıştım. Tam da terfi görevi aldığım gün, tesadüf mü?
Silahı ve diğer şeyleri kutunun içine geri koydum ve hepsini yatağın altına ittirdim. Zil yine çaldı.

“Patlama geldim.”

Hırsla kapıyı açtım ve donakaldım.

“Merhaba Ali.”

Kekeleme, kekeleme, kekeleme…

“Mmmm”

“Kusura bakma seni rahatsız ettim ama şey aslında çok uzakta oturmuyorum. Sadece birkaç blok ötede. Belki birlikte bir çay içeriz diye düşünmüştüm.”

O düşünmüş ama benim kafam bir anda boşaldı. Hiçbir şey yok. Konuşamıyorum bile. En azından şaşkın suratımı toparlayayım. Zor da olsa gülümsedim.

“İçeri gelmez misin? Ben şey, daha yeni…”

“Çok özür dilerim. Ani oldu farkındayım ama uzun süredir görüyoruz  ve birbirimizi tanıma fırsatımız olmamıştı.”

Fırsat mı? Kendine gel oğlum. Fırsat ayağına geldi işte.

“Lü…lüt…lütfen içeri gel. Ben hemen bir çay koyayım. Dışarı çıkmaya gerek kalmaz. Oturur sohbet ederiz.”

Kenara çekildim ve o da minik ayaklarının üstünde içeri süzüldü. Ev zaten büyük değil. Oturacak yer belli, yatacak yer belli. Onun evinin de bundan farkı yoktur herhalde. Utanacak bir şey yok.

“Nasılsın Ali?”

“Sağ ol ya sen?”

“Ben de iyiyim işte. Bildiğin gibi.”

“Evet, bildiğim gibi terfi edeceksin. Bir şeyler içmeyecek miydik?”

“Şey, çay alır mıydın?”

Ses çıkarmadan kafasını salladı. Makine hazırda bekliyordu. Ben de hemen tuşuna bastım.

Bence bu kızın aklı benim geleceğim konumda. Saflığın alemi yok. Bugüne kadar tek kelime etmemiş ama bugün birden selam vermeler, evime gelmeler. Bu durumun bir ismi vardı galiba. Bir birliktelik çeşidiydi. Hatırladım. Karşılıklı çıkar ilişkisi. Ne yapalım? Eğer benimle yatacaksa durumu kabul edebilirim.

“Görevimi başarırsam, sıradan memurluktan bir üst seviyeye çıkacağım. Durumları biliyorsun.”

“Evet. Daha önce de terfi alan insanlar görmüştüm.”

Güzel bir sesin bu duvarların içinde yankılandığı ender günlerden biri. İzlediğim pornolardaki kızları saymazsak tabii. Aynı zamanda evimdeki en zeki dişi, benden kaçmayı başaran dişi sinekler yine istatistik dışı kalıyor.

“Peki, ne görev vermişler sana?” diye sordu.

“Söyleyemem. Bunu da duymuş olmalısın. Kimse görevinden bahsetmez.”

“Ah, evet. Unutmuşum.”

“Çayına şeker ister misin?”

“Bir tane alayım.”

Bardağı Gonca’ya uzattıktan sonra hemen yanına oturdum. O kadar yakındık ki, ona dokunmamak için kendimi zor tutuyordum. Birkaç yudum çaydan sonra ben de daha rahat konuşurum diye düşünüyordum ama öyle olmadı. Yine ağzımı açamadım.

“Umarım başarırsın ve senin ekibinde olurum. Kaç senedir birlikteyiz, her sabah selamlaşıyoruz. Hiç dikkatini çekmedim mi?”

İşte olacağı buydu. Konuya sen girmezsen o girer. Ama hoşuma gitmedi değil. Her şeyi karşı taraftan beklemiyor en azından.

“Çektin. Çekmez olur musun?”

Ne kadar güzel gülümsüyor.

“Yani, be…be…ben biraz çekingenim.”

“Evet. Fark ettim. Önemli değil. Bu sana tatlılık katıyor.”

Mantıklı bir şey söyle Ali. Hedefe yönelik bir şey söyle. Yatağa giden kapıları aç.

“Teşekkür ederim.”

Tamam, farkındayım. Sıçtım. Ama bence hala şansım var. Yani görevi yapıp terfiyi alırsam kesin bende bu kız.

“Şey, ben artık kalkayım.”

“Ne çabuk içtin çayını.”

“Sıcak seviyorum.”

“Ben de. Ama içmeyi unutmuşum.”

Güzel bir kahkaha patlattı.

“Yarın görüşürüz, Ali.”

“Ben yarın izinliyim.”

“Biliyorum. Akşam iş çıkışı uğrarım.”

Yanağıma bir öpücük kondurdu ve gitti. Sonra zaten sersemlemiştim. Zihnim öyle karışıktı ki kendimi yatağa attım. Terfi için yapmam gerekenleri düşünmeye çalıştım ama bir türlü kafamı toparlayamadım. Tüm gece kızıl saçları, beyaz teni ve o güzel dudakları gördüm rüyamda.

Sonraki iki gün elimdeki fotoğraflara bakarak ve düşünerek geçti. Her akşam uğradı Gonca. Bir çay içti ve kalktı. Planlama aşamasındaki diğer iki gün 5. Sektörün dışına çıktım. Adamımı takip ettim. Gezdiği yerlere gittim. Günlük rutinini öğrendim.

Aslına bakarsanız, hiç de öyle katil gibi durmuyor. Varoş kahvelerine gidiyor, orada çıkan gazeteleri okuyor ve hatta sokaktaki insanlara yardım bile ediyordu. Ama her zaman böyle değil midir? Katil asla katil gibi görünmez. Hep en masum gözükenden çıkar. Yani en azından filmlerde öyle.

Planım kafamda netleşmeye başladı bile. Adam neredeyse savunmasız ve her akşam evine dönen bir tip. Görevin bana verilme sebebi adamın yaşadığı bölge olsa gerek. Eh polislerin ve metal kafaların o mahalleye neden giremediğini anlayabiliyorum. Orada yaşayanlar tüm bu sisteme karşı. Robot devriyeler hurda olarak iyi para eder. Bölge zaten kalabalık, polislerin de üzerine çullansalar yetecek. Bu durumda görev terficilere kalıyor.

Büyük gün. Bana verilen sürenin dolmasına daha 48 saat var ama ben işi bugün bitireceğim. Kalan zamanda da kendime gelmeye çalışırım herhalde.  Plan basit. Çok fakir biri gibi gidip kapısını çalacağım. Beni içeri alacak ve ben de belimdeki silahı çıkartıp kalbinden vuracağım. Bir filmde görmüştüm, kafaya ateş etmemek gerekiyor.O zaman etraf çok dağılıyor ve ben o görüntünün etkisinden kurtulabileceğimi sanmıyorum.

Dolaptan çıkardığım onlarca yıllık kıyafetlerim beş gündür üstümde. Yeterince eskidi ve koktu bence. Hatta biraz sağından solundan yırtarsam tam olacak. Aç mıyım? Evet açım. Biraz kötü kokuya ihtiyacım var. Onu da sektör dışına çıkmadan önce lojmanın önündeki çöpte yuvarlanarak halledebilirim. Kızıl beni bu halde görmesin yeter bana.

Sektörün dışına, varoşlara çıkmak kolay oldu. Şimdi biraz yürüme zamanı. Adamın eve dönüş saatine kadar etrafta dolaştım. Sokaklar o kadar kalabalık ki, sanki benim göt kadar evime onlarca insan davet etmişim gibi.

Terfim evine döndü. Bir süre daha yerde, çamurun içinde oturdum. . İyice pisim artık. Yardım isteme zamanı. Belimdeki emaneti kontrol ettim ve üzerime giydiğim yırtık gömleği silahı kapatacak şekilde dışarı saldım. Kalbim yerinden çıkacak neredeyse. Birisini vurmak, öldürmek. Bu düşünce plan yaparken de aklımdaydı ama hiç bu kadar kemirmemişti beni. Yürü be aslanım sen sinekleri gözünü kırpmadan avlamış adamsın. Bunu mu yapamayacaksın?

Hedefimin kapısını çaldım. Hiç bekletmeden açtı.

“Çok açım. Yiyecek bir şeyiniz var mı?” dedim hiç düşünmeden.

“Tabii. İçeri gel.”

Ne iyi adam ya. Bu adam katil olabilir mi? Acaba evine aldıklarını mı öldürüyor?

“Şe…şe…şey ben girmesem.”

“Gel çekinme. Mutfakta yiyecek bir şeyler var.”

Başka bir odaya geçecek. En iyisi arkasını döndüğü gibi ateş etmek. Yoksa yapamayacağım. Hızlıca silahıma davrandım ve terfime doğrulttum. O anda evin içindeki koltuklardan takırtılar geldi. Ateş mi etmeliyim? Etrafa mı bakmalıyım?

Hedefim kahkahalarla gülmeye başladı. Neler oluyor lan?

“Sen ne ilksin ne de son olacaksın.”

İşte şimdi sıçtık. Koltukların arkasından bana doğrultulmuş silahları görmemek körlük olurdu. Oracıkta kaldım. Adam bana döndü.

“Korkma biz katil değiliz.”

“Ya ben öyleysem?”

“Sen de öyle değilsin. Terfi için buradasın.”

Takip mi edildim yoksa? Ben onu izlerken, o da beni mi izledi acaba?

“Seni vurabilirim,” dedim sonunda.

“Ama yapmayacaksın. Yaparsan da sorun değil, o çok istediğin makamları göremeden ölmüş olursun.”

Adam haklıydı.

“Bak evlat. Beni iyi dinle. Ben katil, tecavüzcü, hırsız ya da sana her ne söyledilerse o değilim. Biz burada yaşamaya çalışıyoruz. Daha iyi şartlar istiyoruz. Sadece şu anki devlete ve sisteme karşıyız. Bir nevi muhalefetiz. Ve bizden başka bunu yapabilecek yok.”

Kolumu aşağı indirdim sonunda. Kapının yanından fırlayan bir adam hızlıca elimden çekip aldı silahı.

“Kendinizi o kadar kaptırmışsınız ki… Bir işiniz var diye, üç kuruş paranız, bedava servisiniz var diye gerçekleri görmezden geliyorsunuz veya size göstermiyorlar. Sen hangisisin bilmiyorum ama önemi yok. Kullandığınız bilgisayarlara girdiğiniz şeylerin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz. Sadece oturup saatlerce klavye ile oynuyorsunuz. Beyni yıkanmış, at gözlüğü takılmış kölelersiniz.”

Yıkıldım. Düşününce anlamlı geliyordu ama kabul etmek istemiyordum.

“Şimdi istersen burada kal, istersen de ait olduğun yere geri dön. Ama orada da artık seni iyi şeyler beklemiyor.”

Hayır. Ben bu pisliğin içinde kalamam. Benim bir işim var. Terfi almasam da olur. Bu şekilde yaşayamam.

“Hadi git evlat. Daha fazla durma burada. Unutma bir gün size verdikleri şeyleri kesecekler ve o gün hepiniz buradakiler gibi olacaksınız. Belki daha bile kötü.”

Arkamı döndüm ve koştum. Ciğerlerim patlayana, ayaklarımı hissetmeyene kadar koştum. Bir servis trenine atladım ve eve girdim. Şimdi ne yapacağım ben? Bana ne olacak? İşime devam edemeyecek miyim?

Kapı çaldı. Yine hiç olmadık zamanda. Lütfen Gonca olsun. Lütfen ona sarılayım ve o beni teselli etsin.

Yavaşça kapıyı açtım. Kızıl karşımda duruyordu. İşte tam istediğim kişi. Sarılmak için hamle yaptım ama bir adım geri çekildi.

“Ne yaptın Ali? Görevini tamamladın mı?”

O anda gözyaşlarım daha fazla durmadı ve yanaklarımdan süzülmeye başladı.

“Demek başaramadın.”

İşte geliyor. Beni terk edecek. Sadece terfi alacağım için bana yanaşıyordu.Cebinden telefonunu çıkardı ve bir yeri aradı.

“Evinde. Görev başarısız. Tekrar ediyorum görev başarısız.”

“Ne yapıyorsun sen? Kimi aradın? Kimsin?”

Telefonunu yavaşça eski yerine koydu ve elini belinin arkasına attı. Şimdi bana bir silah doğrultmuş önümde duruyordu.

“Ya teslim ol ya da seni vurmak zorundayım.”

“Bu da nesi?”

“Bu benim 5. yıl terfim.”

Beşinci yıl mı? Bana niye hiç teklif edilmedi lan bu? Yeni mi çıktı acaba?

“Neler oluyor be?”

“Görevini başarıyla tamamlasaydın, bunlara hiç gerek kalmayacaktı Ali.”

Üzgünüm demesini bekledim ama boşuna. Hiç öyle gözükmüyordu. Ne safmışım. Ben de terfim için ya da ne bileyim yakışıklı falan olduğum için benimle ilgileniyor sanmıştım.O sırada polisler de yanımızda bitti.

“Ali Yaman. Sakın kıpırdama. Tüm kimliklerini bırak. Görevinde başarısız olduğun için devlet memurluğundan atıldın. Bizimle geliyorsun. Sektörün dışında güvenli bir bölgeye bırakılacaksın.”

Yıkıldım. Hatırlayamadığım bir süre boyunca polis eşliğinde götürüldükten sonra varoşlarda serbest bırakıldım.

Şimdi ne yapacağım? Burada nasıl yaşayacağım? Bildiğim tek eve gittim. Şimdi terfimin, bir kaç saat önce öldürmeye çalıştığım adamın kapısının önünde duruyorum. Artık ben de onlardan biriydim. Sistemin dışına atılmış bir çarktım. Kopmuş bir dişli, bir muhalif.

Kapıya vurdum ve hiç bekletmeden açıldı. Terfim karşımda duruyordu.

“Aramıza hoş geldin.”




Yılmaz, sessizce masanın çevresinde dolaştı.  Aynalı duvarın hemen önünde duran sandalyeye oturdu. Geniş yüzü loş ışıkta parlıyordu. Dirseklerini masaya koydu ve kafasını ellerinin içine aldı. Karamsarlık içinde düşünüyordu.

Odanın kapısı aniden açıldı. Henüz yirmili yaşları bitirmemiş olduğu yüzünden rahatlıkla anlaşılan bir adam girdi. Beyaz gömleğindeki kat izleri, beceriksizce bir ütüleme girişimini ele veriyordu.

“İyi günler, Yılmaz Bey.”

Karşılık sadece bir kafa hareketi oldu.

“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

“Kötü.”

“Bu çok normal. Sizin durumunuzda olanlar iyi hissederse tuhaf olurdu.”

Genç adamın ifadesi ciddiydi. Yavaşça Yılmaz Bey’in karşısına oturdu.Yanında getirdiği kağıtları masaya koydu ve karıştırmaya başladı. Sonunda hangisinden başlayacağını buldu.

“Bana dün gece neler olduğunu anlatabilir misiniz?”

“Şey,” dedi hafif kilolu adam. Terlemeye başlamıştı. Doğru kelimeyi bulamıyordu. Boş gözlerle masaya baktı.

“İsterseniz bir bardak su alabilirsiniz.”

“Hayır,” diye karşılık verdi ve bir an sonra sesinin ne kadar çok yükseldiğini fark etti.

“Özür dilerim. Normalde böyle biri değilimdir.”

“Biliyorum Yılmaz Bey. Dosyanız bana ulaştı. Başarılı bir bilim insanısınız. Çevrenizde sakin ve biraz da içine kapanık olarak tanınırsınız.”

Genç adam elindeki dosyaları tekrar karıştırmaya başladı.

“Görüştüğümüz kişilerden aldığımız bilgiler doğrultusunda…” diye devam edecekken lafı yarım kaldı.

“Kişiler, kişiler. Görüştüğünüz kişiler, tanıklar, iş arkadaşları falan filan.”

“Sinirlenmenize gerek yok. Olanları sadece bir de sizden dinlemek istiyoruz.”

“Bence siz kararınızı verdiniz bile. Her şeye burnunu sokan karşı komşumuz Ayfer Hanım'ın söyledikleri yetmedi mi?”

“Pardon anlayamadım. Kimin söyledikleri?”

“Bir numaralı ispiyoncu, Ayfer Hanım.”

Genç adamın gözleri bir şey hatırladığını belli edercesine parladı.

“Tamam, tamam. Karşı komşunuz. Onun söylediklerinin önemi yok. Biz sizi dinlemek istiyoruz.”

“Şey ben…”

Odanın loş ışığı bir an göz kırptı. Adamların nefes sesi bir fırtınayı andırıyordu. Düzensiz, rastgele esen rüzgarlar.

“Ben öldürdüm,” diyebildi sonunda. Söylediğinde bir rahatlama hissedeceğini düşünüyordu ama olmadı. Gerçek böyle değildi. Karşısında oturan adamın da bunu bildiğini düşünüyordu. Şimdiye kadar çoktan evi incelemiş olmalıydılar. Kanıtlar, karısından kalanlar onu kurtaracaktı.

“Aslında öldürmedim.” Geniş yüzlü adam biraz rahatlamışa benziyordu. Elinin tersi ile alnındaki terleri sildi.

“Peki ne yaptınız Yılmaz Bey? Dün gece ne oldu?”

“Sinirlenmiştim. Hem de çok.”

“Eşinize mi?”

“Evet. Daha fazla dışarı çıkmak istiyordu. Dünyayı gezmek, görmek, öğrenmek istiyordu.”

“Ama siz istemiyordunuz.”

“Bir işim var. Öyle her kafama estiğinde bırakamam. Ayrıca bir itibarım var. Dışarı çıktığımızda o nasıl davranacağını bilemez. Beni zor durumda bırakabilir.” Duraksadı. “Veya bırakabilirdi.”

“Eğer siz onu…”

“Öldürmedim. Sadece bozdum, kırdım, kapattım.”

“Biraz daha açar mısınız, Yılmaz Bey?”

Kilolu adam sinirlenmeye başlamıştı.

“Onu ben yaptım. Ben icat ettim. Çevrenizde gördüğünüz her robottan, her yapay zekadan daha iyi yaptım. Tıpkı bir insan gibi…”

İlk defa gencin gözlerinin içine baktı. Güleceğini düşünmüştü ancak o ciddiyetinden hiç taviz vermedi.

“Demek siz yaptınız.” Elindeki dosyaları karıştırdı. Bir tanesini adamın önüne uzattı. “Bu eşinizin doğum belgesi.”

Yılmaz Bey, kağıdı eliyle ittirdi. “Biliyorum, her harfini biliyorum. Onu da ben yaptım. Sahte.”

“Peki bu?”

Başka bir tanesi daha önüne geldi. Adam göz ucuyla baktı.

“Okul bilgileri, evlilik cüzdanı. İstediğiniz evrağı önüme atabilirsiniz. Hepsi sahte.”

“Tamamını siz yaptınız yani. Sadece robotik biliminde değil evrak işlerinde de iyiymişsiniz o zaman. Bugüne kadar sahte olduklarına dair bir durum yaşanmamış.”

“Bak beni iyi dinle evlat. Hayatımın projesiydi. Beni yalnızlıktan kurtaracaktı. Bir eşim olacaktı ayrıca işimde de çığır açacak bir buluştu. Dün gece ne olduğunu mu öğrenmek istiyorsun. O zaman iyi dinle. Benim yarattığım makine bana karşı geldi. Evden ve benden ayrılmak istediğini söyledi. Öğrenecek çok şeyi varmış. Her şeyi deneyimlemek istiyormuş.” Duraksadı. Kısa bir süreliğine gülümsedi. “ Sanki gerçekten isteyebilirmiş gibi.”

“Neden isteyemesin?”

“Hala o küçük kafan almadı değil mi? O insan benzeri bir robot. Bir şey isteyemez, bir şey hissedemez, bir şey deneyimleyemez. Sadece öğrenir ve uygular. Hafızasına atar. Öğrendiği her şey mikro işlemcisinde işlenir ve uygun bir yerde, bir diskte depolanır. Daha sonra ihtiyacı olduğunda o bilgiyi oradan o kadar hızlı çıkarır ki, sen de, ben de hatta kendisi de o şey istiyormuş zannederiz. Aslında sadece verileri yorumlar. Çıkarımlar yapar.”

“Anlıyorum. Peki, sonra ne oldu? Yani size ayrılmak istediğini söyledikten sonra.”

“Onu kapatmak istedim.”

“Yani öldürmek.”

“Hayır. Kapatmak. Cansız bir şeyi öldüremezsin. Bozarsın, kırarsın, kapatırsın ama öldüremezsin.”

“Eşinize karşı bu tarz düşüncelere ne zamandır sahipsiniz?”

“Başından beri biliyordum. Bir gün kapatmam gerekebileceğini biliyordum.”

“Evlendiğinizden beri böyle fikirleriniz vardı demek.”

“Evlilik falan olmadı. Bundan beş sene önce ortaya çıkardım. Şimdiki haline hiç benzemiyordu ama yine de işe yarıyordu. Yavaş yavaş geliştirdim. Ardından belgelere ihtiyacı olduğunu düşündüm ve onları hazırladım. Nüfus sistemine girdim, eğitim bakanlığının sistemine girdim. Tüm belgeler sistemden.”

Genç adam, dosyaların içinden bir fotoğraf çıkarıp masaya koydu. “Düğün günü çekilmiş.”

“Sahte. Ben hazırladım.”

“Peki, siz eşinizi öldürmek… Pardon, kapatmak istedikten sonra ne oldu?”

“Bana itiraz etti. Kapatılmak istemediğini ve gideceğini söyledi. Ona karışamazmışım. Onun sahibi değilmişim.”

“Sonra arkasını dönüp çekip gidecekken, siz de ona sert bir cisimle vurdunuz.”

“Evet vurdum. Sonra etrafıma bakındım ve pencereden o cadı kadını gördüm.”

“Hangi kadını?”

“Kim olacak, bir numaralı şahidiniz Ayfer Hanımı. Sonra o da sizi aradı ve beni ispiyonladı değil mi?”

“Bütün kadınları, canavar, robot, cadı gibi mi görürsünüz?”

“Bütün bunlardan çıkarımın bu mu genç adam? Sinirlerine hakim olamayan bir kadın düşmanı mı görüyorsun karşında?”

“Hayır. Ben sadece…”

“Sadece bir katil görüyorsun.” Derin bir nefes aldı. “Tamam. İtiraf ettim işte. Karımı öldürdüm. Tutuklayın artık beni. Bir deliğe atın. Atın da çürüyerek geçireyim geri kalan ömrümü. Artık ne itibar kaldı, ne iş.”

“Yılmaz Bey, özür dileyerek sözünüzü kesmek zorundayım. Acaba nerede olduğunuzu sanıyorsunuz? Benim kim olduğumu düşünüyorsunuz?”

“Sorgu odasındayım işte. Sen de polissin ve biraz sonra beni tutuklayacaksın.”

Genç adam, masanın üstündeki kağıtları topladı ve dosyasına yerleştirdi.

“Bir dakika müsaadenizi isteyeceğim.”

“Tabii. Git kelepçeleri getir. Hazır itirafımı da aldın işte.”

“Hemen döneceğim.”

Beyaz gömlekli adam oturduğu yerden kalktı ve odanın tek çıkışına yöneldi. Kapının hemen önünde durdu ve karşısındakine bir şeyler söylemeye başladı. Ter içinde kalmış olan şişman adam kapıya bakıyordu. Ve onu gördü. Kapatamamıştı, başaramamıştı. Yapay göğüslerini öne çıkartan bir bluz ve mini eteği ile orada dikiliyordu.

Bir süre sonra içeri girdi. Yılmaz’ın yanına geldi ve kulağına doğru eğildi.

“Beni kapatamayacağını söylemiştim. Beni durduramayacağını söylemiştim. Ama ben seni durdurabilirim. Seni bir akıl hastanesine kapatıyorum ve bir daha dışarı çıkamayacağını sağlayacağımdan emin olabilirsin.”

Genç kadın, şişman adamın terli yanağına bir öpücük kondurdu ve arkasına bakmadan çıkışa doğru yürümeye başladı.

“Seni rezil, iğrenç yaratık. Sana gününü göstereceğim,” diye bağırdı Yılmaz. Ayağa kalktı ve genç kadına doğru bir hamle yaptı. O sırada kapının önünde duran beyaz gömlekli adam hızlıca içeri girdi.

“Kime bağırıyordunuz Yılmaz Bey?”




“Hadi, uyan. Güneş battı.”

Khri, yattığı yerde bir sağa bir sola döndü.

“Diğerlerinden önce yola çıkarsak başarabiliriz.”

Anlamsız birkaç ses çıkardıktan sonra olduğu yerde doğruldu.

“Hep heyecanlısın kardeşim.”

“Hayır. Bu sefer değil. Kendimi kanıtlamak için bir fırsatım var.”

“Av işini abartmıyor musun biraz?”

Ngyr, umursamaz bir tavırla dışarı çıktı. Khri, nemli vücudunu hızlıca hareket ettirdi ve gündüz hazırladığı çantasını aldı.

“Şşt, ufaklık biraz yem almaya ne dersin?”

“İyi fikir,” diye fısıldadı ve hızlıca kafes hayvanlarının olduğu bölüme yöneldi. Khri, gülmemek için kendisini tuttu. Hemen sonra ciddiyetle silahlarını kontrol etti. Her şey tamam gibiydi. Bugün onların günü olacaktı ve av ile geri döneceklerdi. Kabilenin tamamına Ngyr’in artık büyüdüğünü gösterebilirlerdi.

Vakit kaybetmeden yola koyuldular. Küçük kardeş önünde yürüyen ağabeyine baktı. Gözlerini yoldan ayırmadan dimdik yürüyor, sırtına yerleştirdiği kürkü zaten geniş olan omuzlarını daha da büyük gösteriyordu. Ngyr’in tüm vücudu titremeye başlamıştı ama bu korkudan değil heyecandandı. Kendisini yatıştırmaya çalıştı. Biraz etrafı inceledi. Ardından avını nasıl yakalayacağını düşünmeye başladı. Onu kabile meydanına getirişini ve halkına gösterişini hayal etti. Bir tören ile avcı gruba dahil olacaktı.

Khri, önünde havayı kokluyordu. Kardeşi onu taklit etti ama hiçbir şey hissetmedi. Çevreye bir göz attı. Değişen araziyi, gitgide azalan yeşil rengin yerini gri ve kahverengi tonlara, ağaçlar ve çalıların yerlerini küçük taşlara ve kumlara bırakmasını izledi. Yol aldıkça tedirginliği artmaya başlamıştı. Kayalar ve toprak her zaman güvenliydi ama şimdi ayaklarının altında küçük taşlar ve kumlar vardı. Ngyr, av için daha önce bu kadar aşağılara inmemişti. Geçidi ve ötesini merak ediyordu. Ama şimdi sırası değildi. Önemli olan büyüdüğünü kanıtlamaktı.

Lacivert gökyüzü yavaş yavaş siyaha dönerken, ay da gökyüzünde yükselmeye başlamıştı. Artık vahşi topraklara girmişlerdi. Khri, aniden durdu ve kolunu kaldırdı. Ngyr, olduğu yerde dondu kaldı.

“Bir şey mi gördün?”

“Birkaç taze iz var. Yakınlarda olabilir.”

“Bu türün zeki olduğunu söylüyorlardı ama buralara yaklaştığına göre…”

“Susar mısın? Dinlemeye çalışıyorum.”

Küçük kardeşin suratı değişti. Derin bir soluk verdi. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra Khri arkasına döndü.

“Avını hafife alma. Düşünebiliyorlar mı yoksa düşünemiyorlar mı, emin değilim. Bildiğim tek şey onlar da avcı. Eğer tetikte olmazsak bizi şaşırtabilirler ve bu hiç iyi olmaz.”

“Tamam, sustum.”

Ngyr, çevreye bir göz attı. Dağın yamaçlarındaki yerleri merak ediyordu. Geçidin ötesine daha önce hiç geçmemişti. Büyük çöl onu heyecanlandırıyordu. Kafasını toparlamaya, tekrar konsantre olmaya çalıştı. Ağabeyi önünde, dizlerinin üzerine çökmüş kumları inceliyor, yerden aldıklarını kokluyor ve tadına bakıyordu. Ay yükseliyordu. Bir koluyla ufuk çizgisini işaret etti. 

Küçük kardeş, anladığını belirtecek şekilde kafasını salladı. Kayalıkların arasında hızla ilerlemeye başladı. Bir ucu kapatılmış geçidin içine doğru ilerledi. Khri, dik yamaçların arasında kalan bölümü görecek şekilde yukarıda kalmaya dikkat etti. Yanlarında getirdikleri kafes hayvanlarından birkaç tanesini aşağıya fırlattı ve sırtından lazer yayını çıkardı.

Ngyr, kayarak, yuvarlanarak aşağıya iniyordu. Sırtından çıkardığı kabzayı çalıştırdı. Havada bir tur döndürdüğü kesici alet parlıyordu. Ardından yeşil lazeri yere sürterek inişini yavaşlattı ve bir kayanın arkasına saklandı. Yeşil parlaklık kayboldu.

Av, yaklaşıyordu. Çölün başladığı noktada, geçidin girişinde bir karartı belirdi. Tüm uzuvlarını saklandığı yerin arkasında tutmaya çalışan Ngyr heyecanlanmıştı. Hafifçe uzattığı kafası görünmesin diye büyük çaba sarf ediyordu. Gözlerini avından ayırmamalıydı.

Kumların üzerinde duran ölü hayvanlar, yaratığın ilgisini çekmişti. Etrafa bakınıyor, temkinli adımlarla yiyeceklere yaklaşıyordu.  Sonra aniden durdu. Bir terslik olduğunu biliyor diye düşündü Ngyr. Ağabeyine döndü. O da tepede bir kayanın arkasına saklanmış avı izliyordu. Bir eliyle bekle işareti yaptı kardeşine.

Büyük babalarından bu topraklara ilk geldiklerinde çeşitli hikayeler dinlemişlerdi. Macera dolu masallar, kimi zaman korkutucu kimi zaman eğlenceli oluyordu. Eğer işin içinde av yaratıkları varsa genel olarak heyecanlı şeylerdi. Avcının ava dönüşmeye çok yakın olduğu ve aniden işlerin yoluna girdiği anılar. “Bence düşünebiliyorlar,” derdi büyük baba.  “Çok da sinsidirler.”

“Şimdi göreceğiz,”diye içinden geçirdi Ngyr. “Bakalım benimle baş edebilecek mi?”

Gözlerini tekrar, geçidin içinde ilerleyen avına dikti.

“Yemi alacak,” diye fısıldadı. Yaratık, bir şey duymuş gibi aniden olduğu yerde kaldı. Dinliyor, kokluyor ve izliyordu. Ngyr, tepeye, kayaların arasına baktı. Khri, yayını eline almış, lazer okunu hazırlıyordu.

“Hayır,” diye bağırdı ağabeyine. “O benim.”

Çevik bir hareketle saklandığı yerden fırladı ve avına doğru koşmaya başladı. Elindeki kabzayı tetiklediğinde yeşil lazer belirdi. Av, geçidin çıkışına baktı ve sonra tekrar arkasını döndü. Birkaç adım geriledi.

“Kaçacak,” diye bağırdı tepeden Khri. Avına odaklanmış olan Ngyr, elindeki lazeri kafasının üstünde bir tur döndürdü. Öldürmek için hazırdı. O sırada kafasının üstünden vızıldayarak bir ok geçti ve yaratığın omzuna saplandı. Çığlığı geçitte yankılandı. Çaresizce oku vücudundan çıkarmaya çalışıyordu. Okun arkasından Khri’ye kadar uzanan lazer halat sayesinde bir yere kıpırdama şansı kalmamıştı. Kaçmaya çalıştığında tüm vücudu ok ile birlikte geri çekiliyordu.

Ngyr ve avı göz göze geldiler. Tam o anda halatın gerginliği azaldı ve hızlıca tepeye döndü. Yaratık kurtulmuştu.

“Önemli değil,” diye bağırdı avına koşan küçük kardeş. “İki bacağıyla benden hızlı olamaz. O benim.” Tüm gücünü bacaklarına verip zıpladı. Islanmış elleriyle yaratığa dokundu ama yakalayamadı. Geçidin çıkış noktasına yaklaştıkları sırada lazer kamçıların sesi yankılandı.

“Baba.”

Kabilenin tüm savaşçıları tam önlerinde dikiliyordu. Av, kaçamayacağını anlamış olmalıydı ki durdu. Hızla arkasına döndü ve hemen ensesindeki avcıya doğru hamle yaptı. Birlikte kumların üstünde yuvarlandılar. Ngyr, lazerini elinden düşürdü.

“Hadi bitir şunun işini,” diye bağırdı Khri. Elinde fırlatılmaya hazır bir ok ile kardeşine doğru koşuyordu. Boğuşma uzun sürmedi. Ngyr, lazerini yerden aldı ve ellerinde dolaştırdı. En iyi kullandığı tarafa alıp, yeşil ışığı aktive etti. Birkaç tur elinde çevirdikten sonra avına bir darbe indirdi. Daha fazla yaralamasının anlamı yoktu. Ne de olsa, geri döndüklerinde ilk avını tüm kabileye dağıtacaktı ve etinin zarar görmesini istemiyordu.

Yaratık anlamsız sesler çıkararak yerde yatıyordu. Ngyr, gözlerinin içine baktı. Ardından tek bir hamle ile lazeri avının kalbine indirdi. İlk avını başarıyla öldürmüştü. Kendisi ile gurur duyuyor, heyecandan elleri titriyordu. Bir an sonra omzunda ağabeyinin elini hissetti.

“Mutlu musun?” diye sordu Khri.

“Evet. Farklı duygular hissediyorum. Heyecanlıyım, mutluyum ama bir taraftan onun gözlerine bakınca…”

“İlk av, herkes için karmaşık olabilir. Birazdan suçluluk hissedeceksin.”

“Gözlerinde çaresizliği gördüm. Ayrıca öldürmeden önce çıkardığı sesler… Anlamı neydi acaba? Kendi aralarında o tarz seslerle mi konuşuyorlar?”

“Bilemiyorum Ngyr. Diğer tüm hayvanlar gibi ses çıkartıyorlar işte. Kendi içlerinde anlaşıyorlardır belki ama bizim anlamadığımız kesin.”

“Daha önce hiç böyle hissetmemiştim, Khri. Hiç. Ayrıca şuna bir bak. Son dönemde yakaladıklarımızdan farklı gözüküyor. Derisi açık renk ve tüyleri sarı.”

“Hepsi aynı geliyor bana,” dedi ağabeyi. “Renginin de önemi yok. Beni ilgilendiren tadı.” Gülümsedi.

Babaları ve kabiledeki diğerleri yanlarına yaklaşırken, içlerinden biri kardeşlere tahta bir sopa fırlattı.

“Hadi bakalım, sizi maceracılar. Avınızı çubuğa takın da gidelim buradan.”

İki kardeş avlarını ustalıkla bağladılar.

“Khri. Neden artık tekler? Eskiden sürüler halinde dolaşırlarmış.”

O sırada çocuklar kafalarına birer şaplak yedi.

“O dediğini ben bile hatırlamıyorum,” dedi babası. “Bu topraklara ilk geldiğimizde büyük büyük babamın zamanında hep birlikteymişler. Düşünebildikleri söylentisi de o zamanlardan kalma. Kendilerine yuva yaptıkları bile anlatılır. Ama gördüğün gibi ilkel bir yaratıktan başka bir şey değil. Diğer av hayvanlarından bir farkları yok.”

Kardeşler avlarını kaldırıp, omuzladılar. Khri önde, Ngyr arkada köye doğru yürümeye başladılar. Ngyr, tekrar konuşacaktı ki babası onu durdurdu.

“Ağzınız yerine şu insanı taşımayan diğer 6 kolunuz çalışsın. Daha akşamki ziyafet için hazırlanması gerek.”



"Yer Tanrılarının mağrur kraliçesi,
Gök Tanrılarının baş tacı,
Göğü titretir, yeri titretirsin.
Yükseklerde çakar,
Yere ateş atarsın.
Güney rüzgarı gibi sağırlatıcı emrin
Islık çalarak dağlara yayılır,
Uğuldayan fırtınan ile
Boşaltırsın ülkeye yağmuru.
Fırtına gibi saldırır
Kasırga gibi kudurursun" *



Değişimlerin başlamasının üzerinden yaklaşık üç ay geçti. İlk belirtileri hiç önemsememiştim o zamanlar. Tam iki gün süren damağımdaki müthiş ağrıyı hala hatırlıyorum. Takip eden günlerde gelen şişkinlik bile diş doktorundan korktuğum kadar beni korkutmamıştı. Geçeceğini umarak hayatıma devam edebilirdim.

Eskimiş telefonlar, televizyonlar ve bir sürü elektronik parçadan oluşan tepenin üzerinde yeşermeyi başarmış bir ağacın tam altında duruyordu. Eski bir karton kutudan kopardığı parçaya bir daha baktı. Şapkayı andıran motosiklet kaskını çıkardı ve eskiden suyun içinde işe yarayan siyah yüzücü gözlüğünü kafasının üstünde duracak şekilde yukarı kaldırdı. Kaskının kenarına bantladığı kalemi aldı ve bulunduğu yeri işaretledi. Artık eskisi kadar parlamayan güneşin zayıf ışınları yerdeki metal ve plastik yığınından yansıyarak göz alıcı bir hal alıyordu. Zaman kaybetmeden yüzücü gözlüğünü tekrar gözlerine yerleştirdi.