Kod 08 -4

a

HAPİS


01001000
01100001
01111001
01100100

“Biri bir şey mi söyledi?”

                Neredeyim ben?  Başım neden ağrıyor?

                Yattığım yerden doğrulmayı başardım. Renksiz bir odanın içindeydim. Yatağımın hemen karşısında duran metalik kapının parmaklıklı küçük penceresinden içeri ışık süzülüyordu. Gücümü topladım ve ayağa kalktım. Bir,iki ve üç adım sonra karşı duvarda olmalıydım ama mesafe değişmiyordu. Arkamı döndüm. Az önce kalktığım yatağı göremiyordum. Yanımdaki duvardan destek almak için elimi uzattım. Boşlukta savrulan kolumla birlikte ben de dengemi kaybettim ve yere yapıştım. Gösterdiğim refleks ile yüzümü yere vurmaktan kurtardım ama omzum o kadar şanslı değildi.

                Beton zeminde oturup etrafa baktım. Her tarafım duvarlarla çevriliydi ama onlara dokunamıyordum. Önümde bir kapı vardı ama ona yaklaşamıyordum.

                “Heey,” diye bağırdım. Sesim odanın içinde yankılandı. “Kimse yok mu?”

                Bir cevap almayı bekledim. Boşunaydı. Beni duyan kimse olmayabilir, duysa bile karşılık vermeyebilirdi. Sessizlik, yalnızlık.

                Hatırlamaya çalıştım. Büyük siber saldırı sırasındaydı. StanX’in derinlerine girmeyi başarmıştım ve sonra gözlerimi kamaştıran kusursuz güzelliği karşımda görmüştüm. Mavi ve pembe saçları unutmak mümkün değildi. Peki ya sonra?

                “08,” demişti bana. Arkadaşlarım ile konuşuyordum. Pervane sesleri, gürültü.

                Almanya’nın Hamburg kentine eğitim için gittiğimde, öğretmenlerden bir tanesi, insanın en güçlü silahı beynidir, aynı zamanda en zayıf olandır, demişti. Bulunduğum durumda çok yerinde bir tespit olduğunu daha iyi anlıyordum. Yaptıklarımı zekâm sayesinde başarmıştım ama şimdi beni yarı yolda bırakıyordu. Hatırlayamıyordum.

                Betonda oturmaktan kıçım ağrımaya başlayınca tekrar ayağa kalktım. Yaklaşık üç adımlık mesafede bulunan kapıya doğru yürüdüm. Yine aynı konumdaydı. Tekrar üç adım attım. Değişen bir şey olmamıştı. Pes etmeye niyetim yoktu. Bir kez daha adımlamaya başladım ve kapıya dokundum.

                Parmaklıklı pencereden dışarı baktım. Elbe nehri ve liman tam karşımda duruyordu. Hamburg’da olamam.  Hayır, hayır. En son toplu kullanıma açık bir yerde bilgisayar başındaydım, İstanbul’da.

                Düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Gözlerimi kapadım. Yine mavi ve pembe saçlar. Faydası olmayacaktı. Rahatsız hissediyordum. Burada olmamalıydım. Tekrar dışarı baktım ama bu sefer İstanbul’a.

                “Tamam,” dedim. “Şimdi anladım. X-Life’ın içindeyim. Bu kadar şaka yeter. Dışarı çıkmak istiyorum.”

                “Üzgünüm,” diye karşılık verdi dijital bir kadın sesi. Bir an korktum ve titredim.

                “Kimsin?”

                Soruma cevap alamamıştım. Şimdi o sesi gerçekten duyup duymadığımdan bile emin değildim. “Benden ne istiyorsunuz?”

                Sessizlik. Delirmeye mi başlamıştım? Halüsinasyonlar, duyduğumu sandığım sesler. Kapıdan uzaklaşıp odanın ortasına geri döndüm. Dört duvara, tavana ve yere baktım. Ayaklarımla yere vurmaya başladım. Sanki her vuruşumda bütün oda esniyor gibiydi. Dışarı doğru bir kavis yapıyor ve sonra tekrar eski haline dönüyordu.

                Bir cevap gelmesini umut ederek tekrar bağırdım.

                “Kimsiniz ve benden ne istiyorsunuz?”

                “Yardım etmeni,” diye cevapladı dijital ses.

                 “Burada tıkılı kalmış bir vaziyette nasıl bir şey bekliyorsunuz benden? İsterseniz anlaşalım. Beni çıkarın ve size yardım edeyim.”

                “Üzgünüm,” dedi tekrardan.

                “Niçin üzgünsün?”

                “Sana nasıl yardım edebileceğimi bilmiyorum.”

                Söyledikleri anlamsızdı. Beni dijital bir şeyin içine soktularsa, çıkarmasını da bilirlerdi. Gerçek bir mekanda oturuyor veya belki yatıyor olabilirim. Yapmaları gereken tek şey programı kapamak veya beni bağlı olduğum cihazlardan ayırmak. Bu kadar kolay olmalı.

                “Hadi ama ben dersimi aldım.”

                “Hayd.”

                Buna cevap vermeyecektim. O takma adın arkasındaki kişiyi bilmelerine imkan yoktu. Şanslarını denediklerini hemen belli ettiler. Ellerinde benimle ilgili hiçbir şey yok. Olamaz.

                “Tamam işte,” dedim gülerek. “Beni birisiyle karıştırmışsınız. Ben bahsettiğiniz kişi değilim.”

                Önce karşımda duran duvar, ardından içinde bulunduğum oda karardı. Duvarın üzerinde bir görüntü belirdi. İstanbul sokakları.

                “Pekalâ. Böyle şeyler yapabildiğinizi biliyorum. Gerçekten iş bilen korsanlarsınız. Özenti değilsiniz. Sizi tebrik ediyorum.”

                Söylediklerime hiçbir karşılık verilmedi. Ekranda artık güvenlik kamerası görüntüleri vardı. Bir sokaktan diğerine atlıyordu. Ardından bir tanesinde durdu. Yolda yürüyen bir adama yakınlaştı. Kaldırım karolarını birleştiren çizgilere basmadan yürümeye çalışan kapişonlu bir üst giymiş, zayıf biri.

                “Ben de çizgilere basmaktan nefret ederim,” dedim.

                Görüntüdeki adam yürümeyi bıraktı. Gözündeki AG gözlükleri ile kameranın olduğu yere baktı. Ekrandaki herşey dondu. Sistem adamın yüzünü yakalayabilmek için tekrar yakınlaştı.

                Dehşet içerisinde karşımdakine bakıyordum. Göğüs kafesim daha hızlı şişip iniyor, nefes alamayacak gibi hissediyordum. Kameranın odaklandığı kişi bendim.

                “Hayır, hayır. Bu eski bir görüntü olmalı,” diyebildim sonunda.

                “Evet,” diye karşılık verdi dijital ses. “İzlemeye devam et.”

                Ekrandaki ben tekrar yürümeye başladı. Yavaş adımlarla, etrafı bir turist gibi izleyerek… Bir sonraki kamera görüntüsü 1. Sektör’dendi. Şimdi rahatlamıştım. Hayatım boyunca gitmediğim, gidemeyeceğim bir yerdi orası. Artık başka birinin kayıtlarına geçmiş olmalıydı.

                Bir önceki ben, yürümeye devam ediyordu. Zengin mahallesi ve ben…

                “İşte bu uydurma bir görüntü,” dedim. “Ben hayatım boyunca 1. Sektör’e geçmedim.”

                “Sadece izle.”

                AG gözlüklerim ile yürüyen ben, etrafa bakındı ve bir eve girdi. Görüntüler her geçen saniye daha da fantastikleşiyordu. Kameralar evin içini çekmeye başladı. Hayatım boyunca hiç görmediğim bir evin içerisinde gizlice dolaşıyordum. Mutfaktan bir bıçak aldım ardından yatak odasına girdim. Evin tüm odalarını biliyor gibiydim.

                Görüntü karardı. Işıklar bir şekilde kapanmıştı. Kamera çekmeye devam ediyordu. Işıklar geri geldiğinde bornozlu şişman bir adam banyodan çıkıp yatak odasına yöneldi. Biraz sonra karşı karşıya geleceklerdi.

                Ekrandaki ben kapının arkasında saklanıyordum. Şişman adam odaya girdiği anda üzerine atladım. Kısa bir boğuşmanın ardından bıçağı adamın boynuna dayadım. Zorla bir şeyler yaptırıyordum. Önce parmak izi, ardından retina taraması yapıldı adama.

                Evet, adamdan istediğimi de, -muhtemelen para- almış olduğuma göre arkama bakmadan kaçmış olmalıydım. Ancak yine beni şaşırtan bir hareket yaptım. Aniden bıçağı adamın boynundan geçirdim. Adam kasılırken, mükemmel döşeli evinin zemininde bir kan gölü yavaş yavaş yayılmaya başladı.

                “Bu ben olamam,” dedim benimle iletişim kurmaya çalışan dijital sese. “Hayatım boyunca X-Life dışında kimseyi öldürmedim.” 

                “Her şeyin bir ilki vardır.”

                “Hayır. Ben birini bıçakladığımı hatırlamıyorum. Böyle bir şey yok. Bu uydurma bir görüntü.”

                “Ne hatırlıyorsun? Daha nerede olduğunu bile bilmiyorsun?” dedi dijital ses.

                “Biliyorum,” dedim. “DRM’deyim ve orada beni cezalandırmak için veya sizin deyiminizle rehabilite etmek için bana bunları yapıyorsunuz.”

                Odanın içinde yankılanan dijital ses cevap verdi. “Sen rehabilitasyondan çıkarıldın Hayd. Tam 250 gün önce.”


0 yorum:

Yorum Gönder