UCUBE
“Özge, hadi ama kıyafetimi seçmek için yardımcı olacaktın.”

Evin duvarlarına yansıyan doğa manzarası eşliğinde koşmaya çalışan Özge, kocasını bir kez daha duymazdan geldi. Dışarıdaki havanın pisliğine ve karanlık gökyüzüne rağmen oturma odası güneşli bir günü yansıtıyor, odanın içi çiçek kokuları ile doluyordu. Özge’nin önündeki ekranda yeşil bir bayrak belirdi. Bir önceki gün koştuğu mesafeye ulaşmıştı. Yan tarafından alkış sesleri yükseldi. Tanıdığı tanımadığı herkes oradaydı. Hepsi genç kadının yeni başarısını kutluyordu. Biraz daha koşacak gücü vardı.

“Özge”
“Tamam, patlama geliyorum.”

Son geldiği noktadan yüz metre daha ileri götürdüğü rekoru ile Özge gururlanarak odanın ortasındaki koşu bandından indi.

“Oturumu kapat. Eski bir dağ manzarası yansıt.”
Etrafındaki ağaçlar kaybolmaya başlayıp yavaş yavaş beyaza dönerken otuzlu yaşlarındaki kadın yan odaya geçti.

“Ne olurdu sende biraz teknolojiyi kullansan?”
“Özge, zaten geç kaldım. Bir de sen üstüme gelme. Bu gömlek mi yoksa bu mu?”
“Ne önemi var ki? Aynanın karşısına geçeceksin ve o sana dolapta olan gömlekleri listeleyecek. Hatta üstüne giymişsin gibi gösterecek.”
“Bütün bunlar fazla geliyor. Bu kadar iç içe olmamalıydık. Unutma bak, yeterli parayı biriktiridğimizde teknolojiden ve ucubelerden uzak bir yere gidip yerleşeceğiz.”
“Tamam, tamam. Ucubelerden bende senin kadar nefret ediyorum. Ama en azından yanımıza bir multikutu alabiliriz.”

Mustafa, suratını asarak elindeki diğer gömleği üstüne tuttu.

“Bu olsun.” dedi Özge sırıtarak.
“Teşekkür ederim. Yanımıza multikutu alabilir miyiz düşüneceğim.”

Özge, eşinin yanağına bir öpücük kondurdu ve zıplayarak yan odaya geçti. Adam elindeki gömleği giydi, kravatını taktı ve kapının yanında işlevsiz gibi duran eski tip düğmeye basarak odanın ışığını söndürdü. Küçük dairelerinin açık mutfak olarak tasarlanmış bölümüne oturma odasından geçti.

“Kendime bir tost yapacağım? Bir şey ister misin?”
“Sen otur şuraya bakalım.” Özge ses tonunu değiştirdi. “Oturumu başlat. Mutfak. Bir portakal suyu ve bir çay.”

Konuşması bittiği anda, üzerinde portakalların beklediği sıkma makine çalıştı. Meyveler bir bir sıkılıp, kabukları çöp haznesine giderken mutfak tezgahının hemen yanına yerleştirilmiş başka bir tanesi tıkırtılar çıkarmaya başladı. Plastik bir bardak öndeki hazneye düştü ve çay ile dolmaya başladı.

“Buzdolabı, peynir.”
Dijital bir sinyal sesi duyuldu ve kırmızı ışık evin içinde bir defa yanıp söndü.
“Peynir bitmiş canım.”
“Önemli değil. Zaten aç değilim. Ben çıkıyorum.”
“Multikutunu almayı unutma.”
“Gerek yok. Bir şeye ihtiyacın olursa eski dokunmalı hattan ararsın.”
“Oradan sana ulaşmak dakikalar sürüyor.”

Mustafa, son söylediklerini duymadan dışarı çıkıp kapıyı kapattı. Sabahın erken saatleriydi, sekiz civarı. Gökyüzü hala aydınlanmamış, kara bulutlar şehrin üzerinde dolaşıyordu. Hava artık eskisi gibi değildi. Temmuz ortasında soğuk bir yaz günü, neredeyse her mevsim yağan yağmur ile daha da çekilmez oluyordu. Rögar kapaklarından dumanlar tütüyordu. Kaldırımlar ve yollar ıslaklıktan koyulaşmıştı. Birkaç ucube sokakta dolaşıyordu. Mustafa, kafasını hiç kaldırmadan yürümeye devam etti. Sokağın köşesindeki taksi cihazının yanında durdu.

“Taksi lütfen.”
Birkaç dakika içinde boş bir araç Mustafa’nın önünde durdu. Aracın arka koltuğuna oturdu. Dijital bir ses devreye girdi.
“Adres lütfen.”
“Cihangir, Boğaziçi Antika.”

Sürücüsüz taksi rotayı ekrana yansıttıktan sonra yavaşça hareket etti. Mustafa, camdan dışarı bakıp çocukluğunu düşünmeye başladı. O zamanlar teknoloji ile bu kadar iç içe yaşamıyor ve ondan bu kadar korkmuyordu. Otuzlu yaşlarının sonuna geldiği bu dönemde ise artık ileri teknoloji fobisi olmuştu. Özellikle ucubelerden nefret ediyor, kendilerine nasıl hala insan diyebildiklerini anlayamıyordu. İhtiyaçları olmasa bile kendilerine robotik uzuvlar takan, kafalarının bir yanında çip taşıyan ucubeler giderek çoğalıyor, normal insanlar azalıyordu. Eskiden sadece ihtiyacı olanların kullandığı cihazlar artık herkesin vücudunun bir parçası olup çıkmıştı. Tüm elektronik parçalar, araçlar ve ucubeler kablosuz ağlar ile birbirine bağlanıyor, mahremiyet hissini ortadan kaldırıyordu. Hayat, Mustafa için günden güne daha da çekilmez hale geliyordu. Yaşadığı ev, hatta çok sevdiği eşi bile sisteme bağlıydı. Sadece küçük dükkanındaki aletler kalmıştı elinde. Diğer insanların antika dediği şeyler. Bir çoğunu satmak bile istemiyordu aslında ama hayal ettiği emeklilik için buna mecburdu. Antikalar bittiğinde eski dükkanını da satıp, teknolojiden uzak bir yerde yaşayacaktı. O günler gelene kadar korkusuyla birlikte yaşamayı başarması gerekiyordu.

Taksinin ön panelindeki yeşil ışık camdan yansıyıp gözüne çarptığında dükkanına geldiğini anladı. Ön tarafta bulunan cihaza gözlerini dikti, işaret parmağını panele koydu.

“Çift katmanlı güvenlik taraması tamamlandı. 20 dijipara hesabınızdan düşüldü. Güneş Taksi iyi günler diler.” dedi dijital ses.

Mustafa, araçtan indi ve dükkanını açtı. Dolabından cezvesini ve bir paket kahvesini aldı. Arka tarafta bulunan küçük bölmeye geçti. Eski tip bir ocağı kibrit ile yaktı. Cezveyi, içine boşalttığı su ve kahveyi ocağın üzerine bırakıp tekrar ön tarafa geçti. Eski moda kağıt baskı kitabının arasına koyduğu ayıracı çekti. Aylar önce bir müşterisinin vermiş olduğu psikolog kartvizitine baktı. Dijital bir şeyler kullanmadığına göre kendisi gibi eski kafalı biri olduğunu düşündü. Kart üzerinde herhangi bir numara bulunmuyordu. Sadece adı, soyadı, ünvanı ve adres.
Kapının üzerine asılmış çandan gelen ses ile irkildi. O tarafa döndüğünde kapıdan girmeye çalışan iki ucubeyi gördü. Bir tanesinin gözleri metalik ve kırmızı renkli, diğerinin ise kolları metalden yapılmıştı. Antikacı, ayağa fırladı.

“Ucubelere satacak hiçbir şeyim yok benim.”
“Mustafa Bey, zamanınız doldu artık. Size buranın ederinden daha fazla dijipara teklif ediyoruz.”
“Gidin. Satmıyorum dükkanı.”
“Siz bilirsiniz.”

Mustafa’nın sinirleri bozulmuştu. Elindeki kartvizite tekrar baktı. Arka bölmede ateşin üstünde duran cezvenin altını söndürdü. Porselen fincana doldurduğu kahvesini alıp ahşaptan yapılmış rahat bir sandalyeye oturdu. Hemen yanında duran eski tip bir radyoyu açtı. Devlete ait olan dışında karasal yayın yapan başka radyo kalmamıştı. O kanal da genelde nostaljik şarkılar ve haberler yayınlıyordu. Cihazdan tok bir ses duyuldu.

“Kontrolsüz güncelleştirmelerin önüne geçmek için verilen yasa tasarısı mecliste reddedildi.”

O kadar çok ucube meclise girerse olacağı buydu diye geçirdi içinden Mustafa.

“İstanbul’da, güncelleştirme yanlılarına duyulan öfke giderek artıyor. İki tarafın birlikte yaşamaya devam ettiği bazı ilçelerde yaşanan olaylar sebebiyle çok sayıda vatandaşımız yaralandı. Muhabirlerimiz sokağın nabzını yokladılar.”
“Kaç senedir buradasınız?”
“Benim dedelerim yerleşmiş buraya. Ben doğma büyüme buradayım. Şimdi bu ucu…biiip gelmiş bizi göndermeye çalışıyorlar. Üstün insan edasıyla bize yer olmadığını söylüyorlar. Sanki bizim modamız geçmiş gibi. Mafya olmuş bunlar. Üç kuruş dijiparaya bizi alabileceklerini sanıyorlar.”

Mustafa sinirle radyoyu kapattı ve dükkandan dışarı çıktı. Hala elinde dolaştırdığı kartvizite baktı. Üstünde yazan adrese doğru yürmeye başladı. Birkaç sokak ve bir sürü ucubeyi geçtikten sonra psikologun bulunduğu binanın önünde durdu. Derin bir nefes aldı ve içeri girdi.

“Hoşgeldiniz.” diyerek karşıladı genç ve güzel bir kız.
“Hoşbulduk. Doktor bey müsait mi?”
“Buyrun içeri geçin. Ben hemen kontrol ediyorum.”

Etrafı kontrol etmeye başladı. Teknolojik herhangi bir şey göremiyordu. Bekleme salonu sanki çocukluğundan fırlamış gibiydi. Orada bulunan bir sandalyeye oturdu. Tam karşısında sarkaçlı bir saat duruyordu. Hayranlıkla onu izlemeye koyuldu.

“Doktor bey sizi bekliyor efendim.” dedi genç kız.
“Teşekkür ederim.”
İçeri girdiğinde doktorun hemen önünde duran eski deri koltuk gözüne çarptı. Ardından doktor ile gözgöze geldi.
“Hoşgeldiniz, ben Doktor Cengiz.”
“Ben Mustafa.”
“Buyrun oturabilirsiniz.”
Annesinin evinde olan deri koltuğa o kadar çok benziyordu ki, Mustafa neredeyse kendinden geçecekti. Büyük bir zevkle koltuğa oturdu.
“Nedir sıkıntılarınız Mustafa Bey. Biraz kendinizden bahseder misiniz?”

Mustafa, sıkıntılarını anlatmaya başladı. Teknoloji ile iç içe yaşamak zorunda olduğu bir dünyada teknolojiden korkuyordu. Hayatı günden güne daha da zorlaşıyordu.

"O zaman üzerinizde farklı bir şey denememize ne dersiniz, Mustafa Bey."
"Nedir acaba bu farklı şey?"
"Hipnoz ile teknoloji fobinizden kurtulmanıza yardımcı olmayı düşünüyorum."
Mustafa, adamın çok eski bir yöntemi uygulamak istemesinden memnun olmuştu.
"Tam olarak bu korkudan kurtulabilecek miyim sizce? “
“İlk seansta olmasa bile birkaç taneden sonra kurtulacağınıza eminim.”
Antikacı onayladığını belli edecek şekilde kafasını salladı.
"Tamam o zaman bir an önce başlayalım. Şuradaki koltuğa geçin ve rahatlamaya çalışın. Gözlerinizi kapatın lütfen."
Mustafa gözlerini yavaş yavaş kapadı. Bir şeyler söylendiğini duyuyordu ama anlayamıyordu. Vücudu giderek ağırlaştı. Doktor ayağa kalktı ve odasının kapısını açtı. Genç kız ile göz göze geldi.
"İğne hazır mı?"
"Evet hazır."
"Tamam bütün işlem boyunca bu onu uyutur."
Doktor iğneyi hızlı bir hareketle Mustafa’nın boynuna sapladı ve içindeki maddeyi enjekte etti.
"Şimdi bu beyefendiyi içeri, ameliyat için hazırladığımız bölüme taşıyalım."

İğnenin etkisiyle kendinden geçmiş adamı  ameliyat masasına yatırdılar. O sırada kapı çaldı. Genç kız kapıyı açtı. Karşısında saçı sakalı birbirine karışmış elinde çantasıyla yaşlı bir adam duruyordu.

"Biz hazırız. Sizi bekliyorduk."
Yaşlı adam sadece kıkırdadı. Ameliyat odasına geçerken süper olacak diye mırıldanıyordu.
"Bir valiz getirecektiniz, getirebildiniz mi?" dedi doktor.
"Evet hazırlar. İşlemi gerçekleştirirken burada durabilir miyim?"
"Tamam tamam."
Genç kız üzerindekileri değiştirip ameliyat önlüğünü giymişti. Valizi ameliyat masasının yanına getirdi.
"Bakalım burada bizim için ne varmış. Robotik el mi? "
Yaşlı adam yine kıkırdıyordu.
"Benim yaptığım bu robotik elleri bu beyefendiye takacaksınız. Çok güzel olacak. En güzel çalışmam olabilir."
"Sadece ellerini mi keseceğiz?"

Yaşlı adam kıkırdamaya devam etti. Genç kızın sinirleri bozulmuştu.

“Sen niye bu kadar mutlusun ki?”
“Eserlerim ülkenin her yerinde yayılıyor. Mekanik eller konusunda benim üstüme tasarımcı kalmayacak yakında. Bu arada gözlerini de almayı unutmayın. Ama onlar için benim yapabileceğim bir şey yoktu. Bu arada, patron dikkatli olmanızı, parçalara bir zarar gelmemesi gerektiğini söyledi. Eğer işe yaramaz durumda olurlarsa paranızı unutabilirmişsiniz."
"Tamam, tamam. Mustafa Bey’i fazlalıklarından kurtaralım artık. Korktuğu teknoloji ile pek bir bağı kalmaz bundan sonra."
"Eller hariç." dedi yaşlı adam ve bir kahkaha patlattı. "Eller sayesinde teknoloji ile bütünleşmiş bir hayatı olabilir."
"Evet, o çok korktuğu, nefret ettiği teknoloji vücudunun bir parçası olacak. Bu tedavi için bize teşekkür eder mi acaba?"
"Sizi bir daha görmemesi en iyisi olacaktır."
"Hadi artık başlayalım."

Doktor, önce bir kalem ile Mustafa’nın bileklerine çizgi çekti. Sonra neşteri aldı ve bileklerini işaretlediği noktadan kesmeye başladı. Eller ile işi bittiğinde gözlerine geçti. Operasyon tamamlandığında masasının altında bulunan bir cihaza gözleri ve parmakları yerleştirdi.

“Tamamdır. Bu adamın bütün mal varlığı artık patronda.”

Cihangir’de sıradan bir gün başlıyordu. Güneş henüz doğmaya karar vermemiş, insanlar yeni yeni sokağa çıkmaya başlamıştı. Etrafta olup biteni umursamayan, sadece yapacakları işlere ve karşılığında alacakları dijiparalara konsantre olmuş insanlar. Büyük bir çöp konteynerinin yanında yatan otuzlarının sonunda bir adam vücudunu hareket ettirmeye çalışıyordu. Konteynere dokunmaya başladı. El yordamıyla bulunduğu yeri tespit etmeye çalışıyordu. Gözleri bir şey görmüyor, parmaklarını oynatamıyor, elleri istediği hareketleri tam olarak yapamıyordu. Sırtını konteynere yaslayarak oturmayı başardı. Çevresinden gelen insan seslerini tanımaya çalışıyordu. Bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. Kolunu hareket ettirdi ve arkasındaki metal kutuya vurdu. Duyduğu ses, boş bir tenekeye vurduğu zaman çıkan ses değildi. Metalin metale vurma sesi. Ümitsizce kendisini saldı. Çevreden gelen insan seslerinden korkuyordu. Neredeydi? Etrafındaki insanlar kimdi?
Yaklaşan ayak seslerini duydu. Kafasını öne eğdi, bekledi. Birileri yanından geçti ve gitti. Ardından bir kadının ağlayarak konuştuğunu duydu. Ses tanıdık geliyordu. Kadın yaklaştıkça emin oldu. Gelen Özge’ydi. Metalik elini zor da olsa ileri doğru uzattı. Birilerine dokunabilmişti.


“Ucube.” dedi Özge. Ağlayarak ve hızla uzaklaştı yerde yatan yarı insandan.


Eski divanın üzerinde ne kadardır beklediğini bilmiyordu Kara. Kendisini yardım için çağıran yaşlı kadında tuhaf bir çekim vardı. Belki yaşlı huysuzluğu, belki de kendisini büyüten kocakarıya olan benzerliği. Ona her zaman saygı duymuş, onu sevmeye çalışmıştı ama içindeki şüphe hep engel olmuştu. Şüphe olmasaydı diye düşündü. Yaptığı şeyi yapmamış olsaydı sevebilir miydi kocakarıyı? Diğer yaşlı insanlardan pek bir farkı yoktu aslında. Tombul vücudu ile yürümüyor sanki yuvarlanıyor hissi yaratırdı görenlerde. Tonton yanakları sıkılası gibi dursa da suratından hiç eksik olmayan memnuniyetsizliği buna izin vermezdi. Kara da hiç bir zaman kocakarıya dokunmaya teşebbüs etmemişti.O da sadece yanlışlarında vurarak göstermişti sevgisini Kara'ya. Karşılıklı ortak bir etkileşimleri olmuştu kocakarı hala etraftayken. Yaşlı kadın onun kadar şişman olmasa da suratında benzer bir ifade vardı. Hiç bir şeyi sevemezmiş gibi bir duruş, huysuz tavırlar. Gözlerinin derinliklerinde ise yardım bekleyen, yardım isteyen bir ışıltı.

Odanın kapısı gıcırtıyla açıldı. Yaşlı kadın içeri girdi. Korkmuş gözlerle Kara'ya baktı.
"Hava kararmak üzere."

Kara, anladığını belli edecek şekilde kafasını salladı. Hızlıca oturduğu divandan indi. Ahşap çerçevesi dökülmek üzere olan pencereden dışarı bir göz attı. Ne ile karşı karşıya olduğunu ne kadar erken anlarsa işi o kadar erken bitecekti. Yaşlı kadın, Kara'nın yanına geldi. Korku ve merak karışımı bir bakış attı pencereden dışarı. Genç kıza döndü.

"Bunu yapmak için çok genç duruyorsun. Başarabilecek misin?"
Kara, istemsizce yaşlı kadının koluna dokundu, ardından hızla elini geri çekti.
"Merak etme. Her zaman bir yol vardır. Bu işte iyiyimdir."

Yaşlı kadın bir şey söylemedi. Dudakları kıpırdıyor, fısıltı halinde bir şeyler mırıldanıyordu. Güneş henüz batıyordu. Son ışık demetleri gökyüzünü terk edip yerini siyahın hükümdarlığına bırakmaya başladığında evin kapısına hızlıca vuruldu. Yaşlı kadın durduğu yerde zıpladı. Ardından kapıya daha sert ve tekrar tekrar vuruldu. Birisi veya birileri kapıyı açmak için zorluyor gibiydi. Kara, zamanın geldiğini anladı ve hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Yaşlı kadın, pencereden uzaklaşmış, evin duvarına yaslanmış, korku dolu gözlerle bekliyordu. Genç kız kapıyı açtı. Karşısındaki boşluğa baktı. Kapının önünden, avlunun neredeyse parçalanmış çitlerine kadar hiç bir şey gözükmüyordu. Avlu kapısı çitlere göre daha sağlam duruyor, kilit olarak kullanılan kalası sallanıyordu. Gülümsedi. Arasında durduğu kapı eşiğinden evin içinde korkmuş vaziyette bekleyen yaşlı kadına baktı. Kapı eşiğinden dışarı çıktı. Kapı arkasından kapanırken gıcırdadı.
Bir süre sonra evin içine tekrar girdiğinde yaşlı kadın korkudan titredi."Ne oldu?" diye sordu. "Birazdan bu iş biter." Kara, kulağını kapıya dayadı. Bir şeyleri sayıyormuşçasına, belli aralıklarla elini aşağı yukarı oynatıyordu. Elini son kez aşağı indirdiğinde hızlıca kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Önce tiz bir çığlık sesi duyuldu. Onu daha güçlü bağırışlar izledi. Kapı tekrar açılıp Kara içeri girdiğinde gülüyordu.

"Tamamdır. Bir daha seni rahatsız etmezler."
"Gittiler mi? Bir daha gelirler mi?"
"Uzun bir süre gelecekleri sanmıyorum."
"Sadece biraz huzur istiyorum, sadece huzur."

Yaşlı kadının son kelimeleri güçlükle duyulabiliyordu. Sesi giderek uzaklaştı. Sırt çantasını divanın yanından alan Kara, sallana sallana yürüyen kadına son bir kez baktı ve kapıdan dışarı çıktı. Artık hava kararmış, ay alev renginde gökyüzüne yükselmeye başlamıştı. Avlunun içindeki yaşlı ağaçta bir bülbül şarkısından ilk sesleri gönderirken, uzaklardan başka bir tanesi de ona eşlik ediyordu. Neredeyse yıkılmak üzere olan avlu tahtalarının üzerinden atlayan genç kız, motosikletine bindi ve marşa bastı. Kocakarının kömürlüğünde bulduğu 1960 model araç hiç bir zaman tek seferde çalışmamıştı. Marşa tekrar bastı. Bu defa motor bir aslan gibi kükredi. Yola düşmenin, yeni bir iş bulmanın vakti gelmişti.
İki tarafı ağaçlarla kaplı, bir tüneli andıran yolda yavaşça ilerlemeye başladı. Üzerinden geçen karga tam karşısında bir dala kondu. Kara, umursamadan yanından geçti. Kuş tekrar üzerinden geçti ve tekrar bir dala kondu. Üçüncü sefer tekrarlanmadan önce genç kız motorsikletini durdurdu. Karga, yüksek sesli bir çığlık attı.

“Kendini bil. Nerede olduğunu bil.”

Kara, sinirlenmişti. “Defol git başımdan seni iğrenç yaratık.” diye bağırdı. Karga tekrar bir çığlık attı.
“Zaman yaklaşıyor.”

Genç kız, hayvanın son söylediklerini duymazdan gelip tekrar gaza bastı. Hızla ağaçlı yolda ilerledi. Hangi yöne, ne kadar gittiğini umursamadan gecenin karanlığında motorunu sürdü. Gün ağarmaya başladığında bir tabelanın önünde durdu. Sağ tarafı gösteren metal parçasının üzerinde Ahiköy yazıyordu. Yeni bir iş bulabileceği ümidiyle tabelanın gösterdiği yöne döndü. Güneş yavaş yavaş yükselirken köyün camisinin tek minaresi tam karşısında belli belirsiz ortaya çıktı. Yanından geçtiği tarlalarda bulunan ay çiçekleri güneşle birlikte ışıklarını etrafa yaymaya başladı. İneklerin çanları etrafta yankılandı. Köyün adının yazılı olduğu metal tabakanın üzerinde siyah bir kuş Kara’nın geçişini izledi.

Köyün girişinde yavaşlayan Kara, etrafı incelemeye başladı. Yıkık dökük yarı taş  yarı ahşap bir evin yanından geçti. Etrafında otlar bitmiş, etrafı siyah ve yeşil renklerle kaplanmış, içi boş eski bir yalak hemen yolun solunda duruyordu. Az ilerisinde mermerden yapılmış ve tüm gürültüsüyle çeşmesinden sular akan daha yeni bir tanesi. Yolun sonunda gözüken köyün camisine yaklaştıkça evler çoğalmaya, eski olanların yerini yenileri almaya başladı. Birkaç yüz metre sonra köyün kahvehanesi olan yerin tam karşısında durdu.

Kahvehanenin hemen önünde duran iki yarım antik mermer sütun girişi belirliyordu. Hemen arkalarından çatıya kadar uzanan kalaslar antik taşlardan destek alıyordu. Birkaç basamak ile çıklan verandanın tabanı yeni betonları andırıyor, üzerine yerleştirilmiş ahşap korkulukların eskiliği ile bir tezat oluşturuyordu. Verandanın hemen önünde sırtlarında çanta, ellerinde tabletler ile iki çocuk bekliyordu. Kafaları o kadar öne eğikti ki, Kara’yı fark etmediler bile. Hemen arkalarında verandanın üzerinde, kafalarında fes, ayaklarına sardıkları abalar ile nargilelerini tüttüren iki yaşlı adam oturuyordu. Bir nefes nargileyi fokurdattıktan sonra dönüp Kara’ya baktılar. Genç kız kafası ile selam verdi ama adamlar hiçbir karşılık göstermediler. Sanki orada değilmiş gibi nargilelerinden nefes çekmeye devam ettiler. Kara, bulunduğu köyden iş çıkmayacağını düşünüyordu.

Kahvehane ve caminin yanyana bulunduğu yer köyün meydanı gibi gözüküyordu. Genç kız biraz daha beklemeye karar verdi. Hemen ilerisindeki bir evin bahçesinden iki inek yola çıktı. Arkalarından sırtına bebeğini yerleştirmiş yaşlı bir kadın. Belki bir iş çıkar umuduyla beklemeye karar verdi, Kara. O anda üzerinden uçarak bir karga geçti ve köyün sınırlarının dışına çıkarak gözden kayboldu. Önce inekler geçti motorunun üzerinde bekleyen genç kızın yanından. Ardından sırtında bebeği ile yaşlı kadın gözüktü. Kara ile bebek gözgöze geldiğinde bebek gülümsedi. Genç kız dikkatini bebeğin annesi olduğunu düşündüğü kadına yöneltti. Kadın hiç bakmadan yürümeye devam etti.
Ahiköy’den herhangi bir iş alamayacağını düşünen Kara yola koyulmaya karar verdi. Motorunu tek seferde çalıştırdı ve karganın uçtuğu yöne doğru ilerledi. Karga, bir ağaca tünemiş genç kızın gelişini bekliyordu.  Kara, ağacın dibinde durdu.

“Artık zamanı geldi.” dedi Karga iğrenç sesiyle.
“Bir şeyin zamanı geldiği yok. Bir şey olduğu yok. Git başımdan artık. Normal birisi gibi sadece işimi yapmak istiyorum.”
“Normal.” dedi Karga. Ardından kötü bir kahkahayı andıran sesle gakladı.

Genç kız gaza bastı ve yola koyuldu. Sinirilenmişti. Gaz kolunu hiddetle çevirdi. Hissettikleri ile aynı oranda hızı da artıyordu. Karşı yönden gelen traktörü son anda fark etti ve direksiyonunu kırdı. Hemen sonra yaptığı hareketten pişman oldu ama çok geçti. Kendisi bir tarafa motoru bir tarafa savrulmuştu. Birkaç takladan sonra durabildi. Arkasına baktı. Traktörde yolun diğer tarafındaki bir çukura savrulmuş ve devrilmişti. Koşarak traktörün yanına gitti. Traktörü kullanan adam gözleri kapalı yatıyordu. Biraz uzağında bir kadın ve çocuk yaşta bir kız vardı. Kara, adama yaklaştı. Nefes alıyor gibi gözüküyordu. O sırada Karga, devrilen traktörün yan duran tekerleklerinden birinin üzerine çıktı.

“Seçimini yap artık. Küçük kız tam aradığın gibi.”
“Hayır.” diye bağırdı Kara. “Senin yaptığını ben ona yapmayacağım kocakarı. Seni pis şeytan.”
“Bu senin elinde değil Kara. Bu böyle olmak zorunda. Yüz yıllardır hatta binlerce yıldır olduğu gibi.”
“Yalan söylüyorsun. Her zaman ki gibi yalan söylüyorsun. Beni aldığında yalan söylediğin gibi, bana bakarken yalan söylediğin gibi. Her zaman.”
“Kes artık. Sana anlatmaya çalıştım. Ama anlamadın. Buna mecburuz. O kadar çok inkar ettin ki, şimdi kendini orada sanıyorsun.”
“Küçük bir kızı annesinden ayırmayacağım.”
Karga, kahkahaya benzeyen iğrenç gaklamasını tekrarladı.
“Sen hala o tarafta mı sanıyorsun kendini. İyi düşün. Çok geriye gitmeye gerek yok. Dün gece ne yaptığını düşün.”

Kara, hatırlamaya çalıştı. Eski, yıkık dökük bir eve girdiğini ve yaşlı kadının ona iş verdiğini hatırladı. Hava kararmak üzereyken camdan baktıklarını ve küçük çocukların oyun oynayarak eve yaklaştıklarını gördü. Yaşlı kadın korkmuştu ve ona yardım etmeliydi. Kara, kapının önüne çıkmıştı ve…
Gerçek yüzünü çocuklara göstermişti. Çocuklar çığlıklar atarak kaçmıştı. Onları korkutmuştu.

“Ben hangi taraftayım?” dedi Kara kendi kendine.
“Sen çizgide yürüyensin, her iki tarafta da değilsin. Artık zaman geldi. Kendi Kara’nı al yanına.”

Genç kız, yerde hareketsiz yatan çocuğa baktı. Ellerinden tuttu ve kaldırdı. Kucağına aldı, sarıldı. Kara yavaş yavaş motorsikletine giderken arkasından bir çığlık koptu. Çocuğun annesi kendine gelmiş ağlıyordu.

“Neler oluyor?” dedi Kara’nın kucağındaki çocuk.
“Korkma. Sana bildiğim herşeyi anlatacağım, Karam.” dedi genç kız, ağzından ve gözlerinden alevler saçarak.




İçi gözükmeyecek şekilde camlarına siyah film çekilmiş olan minibüs polislerin önünden geçti ve altı sütunlu büyük binanın bulunduğu caddeye döndü. Araç binanın önünde hiç yavaşlamadan arka tarafa ilerledi. Şoför bir kaç kez farlarını yakıp söndürdü. Arka kapının yavaş yavaş açılmasını bir süre bekleyen minibüs bahçeye giriş yaptı ve iç avluda bulunan binalardan en gösterişsiz olanının önünde durdu. Minibüsün ön kapısından inen takım elbiseli adam bir eliyle göğsündeki silahını tutarken diğer eliyle sürgülü arka kapıyı açtı. Önde oturan adamla aynı kıyafetleri giymiş başka bir tanesi araçtan indi. İçeri doğru uzandı ve aracın ortasında yerde yatmakta olan bir genci ayaklarından dışarı doğru çekti.

"Dikkat et, düşürmeyelim." Minibüsün içinde, yerdeki genci kollarının altından kavramış olan adam anladığını belirtti.
"Sende orada durmada, taşımamıza yardım edecek bir şeyler getir içeriden."

Ön kapıdan inen adam hızlı adımlarla binanın içine girdi ve bir sedye ile dışarı çıktı. Yerde baygın bir şekilde yatan genci kollarından tutan takım elbiseli hızlı bir hareketle minibüsten indi. "Çok pis kokuyor bu." diye söylendi.

"Ne bekliyordun? Sokaklarda yaşayan birisi işte."
"Bu piçi niye buraya getirdik ki?"
"Patronun doktoru öyle istediği için."
"Of aman, o adamdan bahsetme bana. Her gördüğümde tüylerim diken diken oluyor."
"Hadi gevezeliği bırakın da, şu çocuğu koyun sedyenin üzerine. Doktorun çalışma katına, bodruma götüreceksiniz onu."
"Hangi doktor bodrumda çalışır ki?"

Genci sedyeye yerleştirmeye çalışan diğeri omuzlarını silkti.
"Umurumda değil. Şu iğrenç evsizi bir an önce bırakıp gidelim buradan."

Adamlardan biri sedyenin önünde diğeri arkasında yola koyulduklarında önlerinden yürüyen adam belini işaret etti. Hemen arkasındaki belinden kelepçesini çıkarıp, bir ucunu sedyede yatan gence diğer ucunu sedyeye geçirdi.

"Tamam mı?"
"Tamam, hadi bakalım. Daha yapılacak çok iş var."

Önde yürüyen adam sırayla kapıları açtı. Bir kaç silahlı güvenliğe selam verdikten sonra asansöre yöneldiler. Üç adam ve sedyedeki genç yavaş yavaş alt katlara inmeye başladı. Yerin altında üçüncü kata geldiklerinde asansör durdu. Kapılar açıldığında havasız kalmış kattan keskin bir koku etrafa yayıldı. Üç adam aynı anda yüzlerini buruşturdu.

"Hangisi daha kötü kokuyor anlayamadım. Getirdiğimiz piç mi, yoksa burası mı?"
"Hadi oyalanmayın. Doktor bizi bekliyordur."

Adamlar sedye ile birlikte asansörden indiler. Taş duvarlar, içerisinde bulunduğu komplekse göre daha eski ve daha gösterişsizdi. Ustalık denen şeyde nasibini almamış, sanki gelişi güzel üst üste yığılmış taşlardan oluşan bir bölüm gibiydi. Eski, yamuk taşların arasına yerleştirilmiş metal kapı, yapının geri kalanına göre teknoloji harikası gibi gözüküyordu. Sedyenin önünde yürüyen adam cebinden çıkardığı tek anahtarla demir kapıyı açtı. Girdikleri koridorda sağlı sollu demir kapılar, her bir kapının üst tarafında, demir parmaklıklar ile bölünmüş küçük açıklıklar vardı. Kapıların alt tarafında yaklaşık yirmi santimlik açılıp kapanabilir bölümler bulunuyordu. Koridor o kadar az aydınlatılmıştı ki, bir kaç kapı ilerisi ancak gözüküyordu. Muhteşem binaların, özenle dekore edilmiş avluların, her biri sanat eseri edasıyla yapılmış süslemelerin bulunduğu bir kompleksin altında böyle bir yer olması şaşırtıcıydı.

"Burası ürkütücü bir yer." dedi sedyeyi arkadan ittiren adam. "Doktoru görecek miyiz?"
"Evet, bunu şahsen ona teslim etmeliyim."

Sedyeyi tutan adamların suratı asıldı.

"Şu hücrelerden birine kelepçeleyip, gitseydik." diye homurdandı sedyeyi çekiştirirken bir tanesi. Adamlar yavaş yavaş odaları geçiyor, sedyenin tekerleklerinin çıkardığı ses koridorda yankılanıyordu. İlerledikçe koridordaki rutubetin arttığını hissettiler. Terlediler, nefesleri kesilir gibi oldu. Koku tahammül sınırlarını zorlamaya başladı.

Koridorun en sonundaki odada bulunan derisi kemiklerine yapışmış, belirgin derecede uzun burunlu adam sivri tırnaklarını önündeki masaya sürtüyor, iç gıcıklayıcı bir ses çıkartıyordu. Ardından bir kaç parça kıymığı masadan söküp alıyordu. Bir ara tırnaklarını keskinleştirmek istercesine işaret parmağını masanın demir kenarına sürdü. İşaret parmağını tekrar masanın ortasına uzattığında duraksadı. Uzun sivri burnunun delikleri genişledi. Kafasını kapıya çevirip kulak kabarttı.

"Sonunda." dedi ve derileri parçalanmış, ayakları pas tutmuş eski püskü ofis sandalyesinden kalktı. Odanın diğer kenarında bulunan aynalı lavabonun önüne geçti. Aynada kırmızı gözlerine, sivri dişlerine ve belirgin sivri burnuna baktı. Bir kez daha burnundan içeri hava çekti.
"Ne kadar güzel kokuyorlar. Korkunun, tiksinmenin kokusunu alabiliyorum. Kalplerinin atışı. Sanki son defa atmaya hazırlanan bir kalp kadar heyecanlı." Sesi tiz bir fısıltı gibi çıktı. Ardından boğazını temizledi. Aynaya tekrar baktı. Sivri burnu küçülmüş normal boyutlara dönmüştü. Kırmızı gözleri artık kahverengi, sivri dişleri insan dişlerine dönüşmüştü. Aynanın yanındaki askıdan beyaz önlüğünü aldı ve üstüne geçirdi. Önlüğün cebinden yaka kartını çıkartıp asarken kemikleşmiş tırnaklarını fark etti. Az kalsın unutuyordum diye düşündü. Artık herkes gibi tırnakları, beyazdan biraz daha koyu bir derisi vardı. Neredeyse sadece kemikten oluşan vücudu, normal bir insanı andırmaya başlamıştı. Kıyafetlerini düzeltti ve yaka kartını kontrol etti.

"Namık Tar. Doktor Namık Tar."

Odasının kapısını açmak için hareketlendiğinde, koridorda yaklaşan adamların konuşmaları daha fazla duyulur olmuştu. Doktor Namık Tar konuşmalar dışında, üç adamın hızlı çarpan kalplerini ve başka birinin uykudaki kalbini duyabiliyordu. Kapıyı açtığında adamlardan bir tanesinin eli kapıya vurmak için havadaydı.

"Tarife uyanlardan birincisini getirdik." dedi, üzerindeki şaşkınlığı atar atmaz.
"Şu karşıdaki odaya yerleştirebilirsiniz, teşekkürler. Bir kaç tüp kan alacağım, onları vermemi bekleyin. Sonra araştırılması için laboratuvara götürürsünüz. Gerisini ben hallederim."

Önde duran adam anladığını belli edecek şekilde kafasını salladı. Diğer iki adam sedyeyi, doktorun işaret ettiği odaya götürdüler. Doktor, odasına geri dönüp çekmeceden bir şırınga ile dört tane tahlil tüpü aldı. Koridorda bekleyen adamın yanından geçip sedyenin götürüldüğü odaya girdi.
"İsterseniz dışarıda bekleyebilirsiniz. "

Adamlar hiç beklemeden dışarı çıktı. Doktor, şırıngayı sedyede yatan gencin koluna sapladı ve sırayla elindeki tüpleri doldurdu. Bekleyen adamlara dolu tüpleri verdi ve teşekkür etti. Adamların ayak sesleri koridorda uzaklaşıyor, yankıları azalıyordu. Doktor, kalp atışlarını ve korkularını bütün vücudunda hissediyordu. Koridorun başından metalin metale çarpma sesi duyuldu ve demir kapı tekrar kilitlendi.

Doktor, parmağıyla baygın yatan gence dokundu ancak hiç bir tepki almadı. Doktorun biraz olsun renk gelmiş suratı beyaz, gözleri kırmızıya dönmeye başladı. Kulakları yuvarlak hatlarını kaybettiğinde, önünde yatan gencin damarlarından geçen kanın sesini duyabiliyordu. Yavaş ama sürekli akan bir nehir. Göğsünde ise aynı ritmle çalmaya devam eden bir kalp. Kemikleşmiş ve bir bıçak kadar keskin parmaklarını gencin vücudunda gezdirdi. İşaret parmağının sivri ucunu gencin boynundan aşağı doğru çekerken baygın evsizin kirli kıyafetleri ortadan ikiye ayrılmaya başladı.

Eskiden bu işler daha kolaydı diye düşündü. O'nun olduğu bölgede bu kadar çok insan yaşamazdı. Bir kaç bin insanın içinde aradığını bulmak kolaydı ama gün geçtikçe sayı önce yüz binlere sonra milyonlara çıkmıştı. Sayı çoğaldıkça yöntemleri de değişmişti ama o hala eski günlerdeki gibi insanların arasında dolaşıp O'nu aradığı halini seviyordu. Düşündü, kemikleşmiş parmağını önünde yatan gencin göğsüne bastırdı. Bir kaç damla kan göğsünden dışarı çıktı. Sivri kemik parmağın ucu kızardı. Doktor bir kahkaha attı. Kahkahası taş duvarlara çarparak yankılandı. Yankılar yerin yedi kat altına kadar devam etti.

Bir keresinde sadece sokaklarda dolaşarak neredeyse bütün bir krallığı yok edecek noktaya geldiğini hatırladı. Orta Asya bozkırlarında ve oradaki insanların şehirlerinde rahat gezintiler keyifliydi. İnsanlar ilk başlarda pek umursamazdı. En büyük tehlikenin en az dikkat çekenden geleceğini bilmezlerdi. Bir süre daha gerçek ismi ile hatırlandı sonra sonra isimler takmaya başladılar. "Büyük Kıyımcı" dediler. Bu isim iyiydi diye düşündü. Yanaklarındaki beyaz deri zor da olsa biraz gerildi ve sivri dişleri gözükecek şekilde bir gülümseme aldı doktoru. Hastalıktan kıvrananları hatırladı. Önünde sedyede yatmakta olan genç biraz kıpırdadı. Doktor sivri kemiksi işaret parmağını gence biraz daha batırdı. Ellerinde beliren siyahlık parmağından gencin vücuduna aktı.

"Ah, sıtma. Güzel günlerimiz olmuştu seninle." dedi fısıldayan bir ses ile.

Gencin vücut ısısı yükselmeye başladı. Onu titreme izledi. Son olarak gencin alnından aşağı ter süzülmeye başladı. Doktor, gencin yükselen ısısı ile birlikte Mısır'ı hatırladı. Eskilerden daha büyük, daha kutsal olduğunu iddia eden bir krallığı yok olmanın eşiğine getirişiyle gururlandı. Aradığını daha önce bulabilseydi,o hastalığı yine de yaymak eğlenceli olabilirdi. Çağlar boyunca O'nu bulmak zor olmuştu. Buna rağmen kendisi yaratıcı çözümler ve hastalıklar bulmayı başarmıştı. Bir keresinde insanları kendisine benzettiği bir hastalık denemişti. "Ölümsüz Leke" demişti insanlar ona. Hoşuna giden bir başka isim. Önünde titreyen gence baktı. Sivri işaret parmağını biraz daha gencin göğsüne bastırdı. Siyahlık gencin vücudundan doktorun parmaklarına dönerken bir damla kan daha göğsünden dışarı sızdı. Gencin derisi bozulmaya, elleri çürümeye başladı, göğsünde ve yüzünde yanığa benzer izler oluştu.

"Hayır." dedi doktor kendi kendine. "Bundan da vazgeçtim. Bu da çok eski bir numara. Ayrıca yıllar geçtikçe yeryüzünde yürüyenler bir çözüm buluyorlar. Eski numaralar salgın olup insan sayısını azaltamıyor artık. Küçük bir şehre on milyon kişi sıkışmış durumda."

Son kez yerin üstünde yürüdüğü zamanlar geldi aklına. O zamanlar "Kara Ölüm" ismini vermişlerdi. O zaman işler değişmeye başlamıştı. İstemsizce elini uzun burnuna götürdü. Taktıkları maskelerde çok abartmışlar diye düşündü. Aslında o kadar da uzun bir burnum yok.

"Hele o çizdikleri resimler."

Gencin neredeyse dökülmek üzere olan derisi ağır ağır eski haline dönerken nefes alıp vermesi hızlandı. Sessizlik içindeki oda gencin hırıltılı nefesi ile doldu. Ardından öksürük krizi geldi.

"Hayır, hayır." dedi Doktor. "Bununla ilgili kötü anılarım var. O resimlerden sonra Ereşkigal yasaklamıştı. O resimler yüzünden yer yüzünde tekrar yürüyemiyorum."

Keyifli zamanlar çok eskide kalmış gibiydi. Artık kendisine yardım eden insanlara güvenmek zorundaydı. Onlarda doktora güveniyorlardı. Doktorun iğrenç gülümsemesi geri geldi. Söz verdiği şeyi yapamayacağını bilmiyorlardı. Bilmek zorunda da değillerdi.

"Böylesi daha iyi." dedi kendi kendine. "Bana getirdikleri ile bir süre oyalanabilirim."

Sivri kemiksi parmağını sonuna kadar bastırarak sedyede yatan gencin göğsünü baştan başa yardı. Göğüs kafesinin bittiği noktadan parmağını içeri soktu. Kalbi her atışında parmağa dokunuyor ve her seferinde biraz daha yavaşlıyordu. Oda giderek soğumaya başladı. Gencin üzerinde buharı andıran bir bulut oluştu. Kalbi giderek yavaşlıyor, bulut gencin silüetine dönüşüyordu. Ne kadar inatçı diye düşündü Doktor.

Taş duvarların arasındaki koridorda demir kapının sesi yankılandı. Doktor, parmağını gencin vücudundan çekti. Üzerinde beliren bulut aşağı düşercesine yok oldu.

"Eğlenceye bir kişi daha getirmişlerdir umarım."

Doktor, yavaş yavaş insana benzemeye başladığında koridorda bir kişinin bağırdığını duydu.

"Doktor. Doktor Namık Tar."

Doktor gülümsedi. Kendisine seçtiği veya ona takılan isimler içerisinde en çok beğendiği isim bu olmuştu, Namtar'ın. *



* Namtar: Sümer mitolojisinde Ereşkigal'in veziri, kader kesici, hastalık yayan, ölüm habercisi.