Hayata
dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek
zorunda kaldığım İstankara Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek
bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni
bir başlangıç yap.” Temiz bir sicil… Sonra bir daha kaçmak yok. Belki başka bir
şehre, belki de küçük ve henüz bozulmamış bir kasabaya yerleşip kendime basit
bir hayat kurar, yaşamımın geri kalanında sürekli arkamı kollamak, yüzümü
saklamak zorunda kalmazdım.
İlk defa kaçak
olarak binmediğim bir gemide son yaklaşma için operatörden izin beklerken şehre
de uzun uzun bakma fırsatı buldum. Aslında son gelişimden bu yana pek fazla
değişmemiş görünüyordu. Çoktan tüm doğal kaynaklarını kaybetmiş olan bölgeden
geriye kalanları da şehrin üstünde leş kargaları gibi dolaşan gemiler, onların
altında sürekli hareket halinde olan insanlar, geliştirilmişler ve robotlar
sömürüyordu.
Bu arada,
daha önce hayatımda hiç leş kargası görmemiştim. Uzun yolculuk boyunca
izlediğim belgeseller sayesinde bu ilginç hayvanlar hakkında bilgi sahibi olmuş oldum.
Bu da kayıtlı yolcu olarak seyahat etmenin başka bir güzel yönüydü.
Artık iniş
için hazırlanma vaktim gelmişti. Geminin arka tarafındaki dolabı açtım ve
şirketin çevreye uygun olabileceğini söyleyerek giymem için verdiği kıyafetlere
baktım. Hiçbirini giymeye niyetim yoktu. Üstümdeki şirket logolu uçuş tulumu
sanki doğduğumdan beri üstümdeymişçesine rahattı.
Ayrıca ben
zaten bu şehirde büyümüştüm. Terk etmek zorunda kalmış olsam da her köşesini
çok iyi bilirim. Kimsenin başkasının ne giydiğine bakacak zamanı yoktur. Sokaklar
kalabalıktır. Üstelik yola çıkmadan bana verilen bilgiye göre nüfusun daha da
arttığı, yüz milyon kişinin bölgede tıkılıp kaldığı söylenmişti. Bence
gerçekten kimin ne giydiğinin bir önemi yok.
Kıyafet
değiştirmeyeceğime göre silahımı, mermileri ve bayıltıcı okları tulumumun özel
hazırlanmış bölmelerine yerleştirdim. Rahat olduğu kadar kullanışlı da bir giysi
bu.
Dolabın
içindeki aynada kendime bir kez daha baktım. Sanki her defasında farklı bir
kişiye bakıyor gibiydim. Aynadaki yansımam dün gördüğüm ben değildi; hatta ne
şimdiki ne de bir hafta önce gördüğüm ben aynıydık. Abartıyor olabilirim tabii.
Ne de olsa yol boyunca belgesel izleyip yeni bilgiler edindim. Düşüncelerimi etkilemiş
olmalı. Peki ya yüzüm? O da değişmiş miydi? Ellerimle yüzüme dokundum. Düne
göre kendimi farklı mı hissediyordum? Eh, aynı çene aynı burun işte…
Otomatik
operatörden gelen sesle irkildim.
“İstankara
limanından Şahin 3’e, belgeleriniz onaylandı. İskele 82 inişe hazır. Lütfen
yerlerinize oturun ve kemerlerinizi bağlayın. İki dakika içinde kenetlenme
başlıyor.”
Hemen
yerime geçtim ve kemerimi bağladım.
Sistemler
gemiyi indirip bağlayıcı zincirler gövdeye yapıştığında tam bir sessizlik
olmuştu. İçinde bulunduğum aracın kalın metal kaplamasına rağmen etrafını
çevreleyen statik elektrik boşaltma halatlarının gıcırtısını duyabiliyordum.
Ufak bir sarsıntıyla iniş tamamlandı. Kokpit penceresinden dışarıya bir göz
attım.
Her şey
bıraktığım gibi.
Limanın
meşhur hamalları iş kapmak için geminin indiği iskelenin başına üşüşmüştü bile.
Kapılar açılır açılmaz geliştirilmiş insanların bağırışlarını duyacağımı
biliyordum.
Daha
önceden hazırladığım ve işime yarayacağını düşündüğüm malzemeleri
yerleştirdiğim çantayı aldım. Uçuş tulumumun üzerine kapüşonlu ceketimi
geçirdim ve kapakları açtım.
Anında
başladılar.
Hamalların
anlaşılmayan bağırışları eskiden dinlediğim çok sesli bir orkestrayı yeniden
dinlemek gibiydi. Hatırladığım en net sesler, birkaç güncelleme veya vücutlarına
katacakları birkaç geliştirme için birbirlerini ezen, bu uğurda birbirlerini
bile öldürebilen bu insanlara aitti.
Dışarı
adımımı atar atmaz robot görevli beni taramadan geçirdi.
“Hoş
geldiniz Bay Namtar. Üzerinizde bulunan tüm eşyalar ruhsatlı ve şirket onaylı.
Şehrimizde iyi vakit geçirmenizi diliyoruz.”
“Teşekkür
ederim.”
Bir
makineye teşekkür etmek tuhaf gelse de ilk defa bu şekilde karşılanıyor olmak
daha da tuhaftı. Hatırladığım kadarıyla son seferimde gemiyi, dışarı atılan
safra ve lağımla birlikte terk etmiştim. İşlerimi halleder halletmez de şehri
yine kaçak olarak terk etmiştim.
Fakat bu
kez anlaşmam sağlamdı. Elimde şirketin verdiği bir görev emri vardı elimde. Bu da
neredeyse dokunulmazlık anlamına geliyordu. Yapılmasını istedikleri iş için
beni seçmelerini de anlayabiliyordum. Etrafta nam salmış bir kırıcı ve
kaçaktım. Ayrıca peşinde olduğum adam da benim kimliğimi kullanarak iş
çeviriyordu. Şirketin söylediğine göre sistemlerini sabote etmişti. Önce ben
sanıp peşime düşmüşler, ardından da başkası olduğunu anlamışlardı. O arada da
beni yakalayıp özgürlük anlaşmasını teklif etmişler, ben de memnuniyetle kabul
etmiştim.
Aslında bu
sahtekârın kimliğimi kullanmasında benim de suçum vardı. O kadar çok viranede
takılmıştım ki, herhangi birinde ek hafıza kartımı kırmış olabilirlerdi.
Sonrasında üç beş krediye de adamın eline geçmişti zaten.
Sahtekârı
yakalamak için İstankara’ya gideceğimi öğrendiğimde adamın davranış biçimi çok
mantıklı gelmişti. Sadece ismimi ve anılarımı kullanarak birçok kapıyı
açabilir, istediklerini elde eder ve rahatlıkla gizlenebilirdi. Ne de olsa
yıllardır ben de aynısını yapıyordum.
Limanın güvenli
bölgesinden çıktım ve insanların arasına karıştım. O anda kopan gürültüyle
istemsizce sağıma döndüm. Az ötede iki geliştirilmiş hamal üç kredilik yük için
birbirine girmişti. Buralarda kalabalık dışında en net hatırladığım bir diğer
şey de iki serserinin kavgasıydı. Sanırım sonradan ben de onlardan birine dönüşmüştüm.
Bir dövüş mü var, ben derhal oradaydım. Eğer yakalamam gereken sahtekâr,
anılarımla birlikte aynı düşüncelere de sahipse bu tarz gürültülerden uzakta
kalamayacaktı. Belki de yakınlarda bir yerdeydi.
Şirketin
sağladığı yüz tarama lensini aktive ettim. Uzun yolculuk boyunca adamın yüzünü ezberlemiş
olsam da elimdeki teknoloji benden hızlı davranabilirdi. Ben de o sırada
kavgayı izlerdim.
İki
geliştirilmişin mücadelesinde mutlaka bir şeyler kopar. Birkaç yumruk
darbesinden sonra adamlardan birinin mekanik kas bağlantılarından kablolar
fırlamıştı bile. Eh, beyin yerine mekanik kasa yatırım yaparsanız olacağı buydu
işte. Ucuz işçilik ve en ucuz geliştirmeler her zaman kaslarla ilgili
olanlardı. Bu adamlar hayatları boyu her gün çalışsalar bile yapay sinir ağı
geliştirmelerinin bir nöronluk devresini bile alamazlardı.
İşte
birkaç metal parça fırladı bile!
Daha önce
hatırladıklarımdan farklı olarak bu sefer fırlayan kablolar ve parçalanan
devrelerden zevk almamıştım. Daha fazla izlememeye karar verdiğim anda lensin
taraması da sonlandı. Aradığım üç kağıtçı burada değildi. Tam ayrılacağım
sırada adamlardan biri yere düştü ve öylece kaldı.
Eskiden
böyle durumlarda ambulans ve polis geldiğini hatırlıyordum. Arada bir de olsa
gelirlerdi. Şimdiyse şehir o kadar kalabalıktı ki birkaç serserinin ölmesi veya
devre dışı kalması kimsenin umurumda değil gibiydi. Bu zamanlarda olay yerine
ilk gelenler hurdacılar olur, işe yarar malzemeleri toplayıp giderlerdi.
Artık
benim de gitme zamanım gelmişti. Nereden başlayacağımı biliyordum. Buraya
döndüğüm zamanlar mutlaka Doğubank İş Hanı’na uğrar, kendimi gizleyecek ve
kaçışımı kolaylaştıracak güncellemeler alırdım. Bir kaçak olarak sahtekârın da
ilk yapacağı iş bu olmalıydı.
Bir süre
handa takılmaya karar verdim. Benden üç gün önde olduğuna göre mutlaka onu
görenler olmuştur. Eğer orada da bir ize rastlamazsam en sevdiğim eğlence
mekanlarına göz atabilirdim. Oralarda sadece ismimi kullanması bile yetebilirdi
ama tabii ben buna izin verecek değildim. En fazla birkaç gün içerisinde o
hıyarı yakalayıp yeni ve temiz hayatıma başlamak niyetindeydim.
Kısa bir
yürüyüşün ardından Doğubank’ın girişine ulaştım. Son gelişimin üzerinden epey
zaman geçmişti. Şehrin geri kalanı gibi burası da nefes alan bir organizma
gibiydi. Yaşıyor, değişiyor, dönüşüyordu. Bir defa gördüğünüz kişi sonraki
gelişinizde tanınmayacak halde olabilir, daha da kötüsü çoktan tahtalı köyü
boylamış olabilirdi.
Bu
şehirde yaşam ne kadar değersiz böyle.
Merkezi
tarama sisteminden geçer geçmez otomatik ve sesli olarak selamlandım. İsmimi
duyanlar dönüp bakıyordu. Herkesin saygıyla karışık bir korkuyla bana baktığını
anılarımdan biliyordum. İçeride yürümeye başladım.
Soldan
ikinci dükkân… Evet, burayı hatırlamıştım ama kapıdaki adam pek tanıdık gelmiyordu.
Peki, niye halâ suratıma dik dik bakıyordu?
“Bay
Namtar?” dedi sonunda.
“Evet,
benim.”
“Sizi bu
kadar çabuk göreceğimi sanmıyordum.”
Evet, tam
isabet! Demek ki sahtekâr buraya uğramıştı.
“Biraz
değişmişsiniz.”
“Evet.
Hazır buralardayken biraz estetik ve yazılım güncellemesi yaptırdım.”
“Çok iyi
olmuş efendim. Geçen gün sorduğunuz cihazları buldum. Birkaç gün içinde elimde
olacaklar.”
“Geldiğinde
nereye haber yollayacağını biliyorsun değil mi?”
“Hiç
unutur muyum? Keçi’nin Yeri’ne bizzat ben getireceğim.”
İşte buna hedefi
on ikiden vurmak derim. Artık vakit kaybetmeden mekâna geçme zamanı gelmişti.
“Teşekkür
ederim. Karşılığını alacaksın.”
“Biliyorum
efendim.”
Handan
hızla çıkıp anayola geçtim. Karşıma çıkan ilk ototaksiye atladım, krediyi
şirket hesabından karşıladığımdan ilk kez yolun kaç kilometre olduğu konusunda
kaygılanmama gerek yoktu. Görevim belliydi.
Bir saat
sonra Keçi’nin Yeri’ne vardım. Geniş cam vitrininin önünde durdum ve tarayıcı
lensi çalıştırdım. Adamım henüz burada değildi.
Şimdi
kafamda beliren sorulara mantıklı cevaplar vermeliydim. Benden önce buraya gelmiş
miydi? Eğer birkaç saat önce mekânda idiyse tip değişikliğini açıklamak zor
olacaktı. Keçi burada mı? Buradaysa onun ben olmadığımı anlayıp herifi bir
güzel pataklamış olabilir miydi?
Hızlı
düşün, ek işlemciyi çalıştır. Sorunlara mantıklı çözümler bul.
Daha fazla
zaman kaybetmeden içeri girdim.
“İyi
akşamlar.”
“Hoş
geldiniz,” dedi barın arkasında Keçi’nin yerinde duran adam.
“Bir
arkadaşa bakmıştım.”
“İsim alırsam
veri tabanımı tarayıp yardımcı olabilirim.”
“Namtar.”
“Ooo… Onu
biliyorum. Yıllar önce uğramış en son. Ben buralarda değildim o zamanlar.”
“Evet,
burada Keçi vardı. O nerelerde?”
“Babam
sizlere ömür…”
“Ne oldu?
Kavga mı?”
“Hayır
efendim. Beyin virüsü. Yapay sinir ağına bulaşmış. Tüm sistemini silmesi ve iç
organlarını çalışmaz hale getirmesi çok uzun sürmedi. O boklara bulaşmamasını
söylemiştim ona.”
“Peki ya
sen? Hiç geliştirmen yok mu?”
“Bir tane
dışında yok efendim. Yüzde doksan sekiz biyolojik insanım hala.”
“Daha
gençsin de ondan. Biraz yaşlanınca bağımlısı olursun. Ne derler bilirsin her
yenilik sonsuzluğa atılmış bir adımdır.”
“Evet. İyi
bir kırıcı seni bozana kadar süren sahte bir sonsuzluk.”
“Bu da
doğru… Ben şurada oturacağım. En sert içkinden bir tane gönder. Namtar gelirse
de beklediğimi söyle ve beni işaret et. Burada buluşacaktık. Çantada onun
istedikleri var.”
“Tamamdır.”
Barı tam
karşıdan gören bir masaya geçtim ve çantayı ayaklarımın arasına yerleştirdim.
Kapüşonlumu ceketimi çıkarıp kucağıma koydum. Hemen altından silahımı çıkardım
ve içine bayıltıcı ok yerleştirdim. Sahtekârı bacaklarımın üstünden rahatlıkla
onu indirebilecek pozisyondaydım. Otomatik nişangâh zaten gerekeni yapacaktı.
İçkim
masama henüz konmuştu ki kapı açıldı. Kendimi hazırladım. Keçi’nin oğlu elini
kaldırdı.
“Hoş
geldin dedektif.”
“Bana
şöyle demekten vazgeçsen artık? Sıradan bir polisim işte.”
“Zor bir
gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”
İçimden
bir küfür ettim. İşimi bitirirken içerde olmasını isteyeceğim son kişi bir
polis olabilirdi.
Önemli
değil. Şirket icabına bakar. Hepsi onların maaşlı adamı değil mi?
İçkimden
birkaç yudum aldım. Daha önce burada çok sarhoş olduğumu ve içtiklerimden büyük
keyif aldığımı hatırlıyorsam da bu sefer hiçbir şey hissetmemiştim. Kendimi
tamamen görevime odaklamıştım.
Bardağım
bitmek üzereyken kapı tekrar açıldı.
“İyi
akşamlar,” dedi içeri giren adam. “Keçi yok muydu?”
“Kim
arıyor?” diye sordu barmen.
“Ben
Namtar.”
“Babam sizlere
ömür efendim. Ama sizi bekleyen birisi var. Geliştirmelerinizi getirmiş. Şu
masada…”
Parmağıyla
beni işaret ediyordu. Adam bana döner dönmez silahımı ateşledim. Ok tam olması
gerektiği gibi kalbine saplandı ve sahtekâr yere devrildi. Şirket
yetkililerinin söylediği doğruysa ilacın en az dört saat uyutması gerekiyordu.
“İki dozla
tüm yolculuğu başın ağrımadan geçirebilirsin,” diye eklemişlerdi.
Polis
olduğunu söyleyen adam bir anda silahını çekerek üstüme yürüdü: “Kıpırdama!”
“Dedektif,
sakin ol!” diye bağırdı barmen.
Dedektif
onu duymazdan gelerek silahını bana doğrultmuş halde cesedin üstüne eğildi ve
nabzının atıp atmadığını kontrol etti.
“Beni dinlemelisin dostum,” dedim. “Şirket
için çalışıyorum. Parmak izimi veya yüzümü tarama cihazınla kontrol edebilirsin.
Yaptığıma onay vereceklerdir. Bu adam şirket tarafından aranan bir sabotajcı!”
“Adının Namtar
olduğunu söylemişti,” diye araya girdi barmen.
“O bir sahtekâr ve suçlu. Namtar benim. Eğer
sakin olursanız hesabımı ödeyeyim, orada kimliğimi doğrulayabilirsiniz. Şirket
için çalıştığımı göreceksiniz.”
Dedektif
itiraz etti: “Namtar bir kırıcıdır, şirkete çalışmaz.”
Dedektifin
şirketin adını duyunca kararsız kaldığını gören barmen araya girdi.
“Bırak da
adam kimliğini doğrulasın,” dedi.
Parmağımı
ödeme sistemine uzattım ve hesabımdan iki içki düşülmesi için izin verdim.
“İçkinin
biri benden sana sayın polis memuru.”
“Adam
sallamıyormuş. Kesinlikle söylediği kişi!”
“Şimdi
müsaadenizle bu üç kağıtçıyı alıp gidiyorum. Şirket yetkililerine
yardımlarınızdan bahsedeceğim.”
Baygın
sahtekârı bir ototaksiye yükleyerek limana döndüm. Kalabalığın arasından geçip
robot görevliye işlemin tamam olduğunu söyledim. Birkaç saniye gecikmeyle onay
verdi ve gemime döndüm. Adamı bir kolundan sağlam borulardan birine kelepçeledim.
Birkaç saat sonra kendine gelirdi. İkinci dozu yapmaya ise hiç niyetim yoktu,
onunla biraz konuşmak ve anılarımı nasıl çaldığını öğrenmek istiyordum.
Gerçekte kimdi?
Ufak bir
sarsıntıyla havalandık. Dakikalar içinde liman geminin kontrolünü bana
devredince rotaya girmek için birkaç işlem yaptım ve şirket binasının
koordinatlarını varış noktası olarak belirledim. Bundan sonrası artık beklemeye
kalmıştı.
İkinci
saati de karşımdakinin suratına bakarak geçirmiştim. Aynada kendini görmekle
aynı şey değildi bu, anılarım ondaydı ama o ben değildim. Yine de tuhaf biçimde
tanıdık geliyordu.
Üçüncü
saatin sonunda kalkıp aynaya baktım. Yerde elleri bağlı yatan adam kadar
kendime de yabancı olduğumu hissettim.
Dördüncü
saat dolmak üzereyken karşımdaki ben kıpırdanmaya başladı. Yapay sinir ağımda
biraz daha dolaştım. Anılarımda hiç aynaya bakmıyor muydum? Birkaç kez baktığım
zamanları buldum. Büyük bir boşluk… Aynadaki aksimi göremiyordum. Anıların
yanılması normal miydi? Peki ya aynada yansımamın olmaması?
Sonunda adam
kendine gelmişti. Hafifçe kıpırdanarak sordu:
“Neredeyim
ben? Bana ne oldu?”
“Bir süre
uyudun, seni kimlik hırsızı!”
“Kimlik
hırsızı mı? Ne saçmalıyorsun? Sen de kimsin?”
“Ben
Namtar. Gerçek olanı.”
“Hadi
oradan be!”
“Bence
tartışacak bir konumda değilsin. Derdini şirkete anlatırsın.”
“Bunu neden
yapıyorsun?”
“Seni,
yani sahte beni şirkete teslim etmekle görevlendirildim.”
“Asıl
sahte olan sensin. Kimsin be adam?”
“Adımı
tekrarlamama gerek yok sanırım. Gayet iyi biliyorsun. Şimdi anlat bakalım
anılarımı nasıl çaldın?”
“Kimin
anısını çaldım? Senin gibi bir düzen adamının anılarını ne yapayım? Eminim çok
sıkıcıdırlar. Seninle uğraşacağıma şirketle uğraşırım daha iyi.”
“Evet,
orasını biliyorum. Sabotajcıymışsın. Bilmediğim tek şey kimlik bilgilerime,
hatıralarıma nasıl sahip olduğun.”
“Nesin sen
be adam? Aynı palavraları tekrarlayıp durma! Ben Namtar. Kimsenin hatırasını ya
da kimliğini çalmadım.”
İlacın
etkisi olabilir. Biraz daha bu sahtekâra katlanabilirim. Belki biraz zorlamam
gerekir. Eminim o zaman konuşmaya başlar.
“Keçi’nin
yerinde çok adam dövmüşlüğüm var. Seni de biraz hırpalamama şirket bir şey
demez herhalde,” dedim.
“O
kavgalarda ya sarhoştum, ya da karşımdakiler şirket ajanıydı. Tıpkı senin gibi…
Sinsice bayıltıcı ok atmasaydın seni de bir güzel benzetirdim.”
“Benim
anılarım onlar. Kavgalarımın hepsini hatırlıyorum.”
“Beni
sinirlendirmeye başlıyorsun. Tamam, bir yere kadar ben gibi davranmış
olabilirsin ama kendini rolüne fazla kaptırma derim.”
“Sadece
bilmek istiyorum. Anılarımı çalarken hangi yazılımı kullandın? Hangi virüs?”
“Eeeh, yetti
ama! Ben senin anılarını çalmadım be adam! Ellerimi buradan bir kurtarırsam
seni de diğer şirket ajanları gibi tanınmaz hale getiririm.”
“Merak
etme, ben seni konuşturmasını bilirim.”
“Sinirlendin
mi yoksa?”
“Hayır.”
“Vuracak
mısın bana?”
“Gerekirse
evet.”
“Ben
genelde birine vurmadan önce çok sinirlenirim. Yoksa çok sinirlenen sen misin?”
“Kesinlikle.
Benim anılarımda da öyle.”
“Gerçekten
kimsin veya nesin sen? Anılardan bahsedip duruyorsun. Hangileri bunlar? Önemli
olan ne var senin için? Annemi hatırlıyor musun veya bu şehirden ilk kaçışımı?
Peki ya köpeğimi? Onun öldüğü günü?”
“Evet. Her
zamanki gibi yağmurlu bir İstankara günüydü. Şirketin yanan borularından havaya
karışan kimyasalların oluşturduğu asit yağmurunun altında kalmıştı.
Üzülmüştüm.”
“Evet.
Üzülmüştüm. Şimdi bile düşündüğümde üzülüyorum, sonra da sinirleniyorum.
Şirketten nefret ediyorum. Peki ya sen?”
“Bir şey
hissetmiyorum. Ben şirketle anlaşma yaptım. Sicilim temizlenecek. Yeni bir
başlangıç yapacağım ve artık onlara sinirlenmek için bir sebebim yok. Hayatımın
bundan sonrasında pis işlere bulaşmayacağım.”
“Ne gibi
pis işler? Şirketi sabote edip kredilerini insanlara dağıtmak gibi mi?”
Bir süre
durakladım. Şirketi sabote ettiğimi hatırlamıyordum.
“O senin
işin galiba. Çünkü benim anılarımda öyle bir şey yok,” dedim ve bir süre yapay
sinir ağımı taradım.
“Kesinlikle
sana benim anılarımı yüklemişler ve kafanda başka ne varsa silmişler. Ben
olduğumu sanıyorsun. Ne yapıyorsun? Yapay sinir ağını mı tarıyorsun? Aynısını
ben de yaptım ve insanların mutlu olduklarını gördüm. Şirketi her sabote
ettiğimde birilerinin hayatını kurtardım. Bu bana keyif veriyor. Ya sana?”
“Benim
öyle anılarım yok,” dedim ve kestirip attım. Artık vazgeçmiştim. Kendini ben
sanan sahtekâr açık vermeyecekti. Onu yakaladığıma göre bir daha da aynı şeyi
de yapamazdı. Bundan sonra daha dikkatli davranıp hafıza kartımdaki bilgileri
kimseye kaptırmayacaktım.
Yolun geri
kalan üç saati boyunca sahte Namtar’ın mutluluk, hüzün, sinir, şaşkınlık gibi
duygular üzerine ettiği lafları dinlemek zorunda kaldım. Sonunda o da pes etti.
“Boşuna
uğraşıyorum. Kör bir adama renkleri anlatmaya çalışıyorum sanki…” dedi ve
sustu.
Merkeze
ulaştığımızda sahtekârı önüme taktım ve yönetim kurulu salonuna doğru ilerledim.
İçeri girer girmez bir alkış koptu.
“Bir görev
daha başarıyla tamamlandı,” dedi başkan. “Giderek daha iyi oluyor.”
Ne daha
iyi oluyordu? Kurdukları sistem mi? Suçluları başka suçlulara yakalatma düzeni
mi?
“Namtar!”
“Efendim?”
dedik önümdeki adamla aynı anda.
“Biri şunu
susturabilir mi? Görev amiri?”
“Hemen
efendim.”
Artık
sahte benin konuşmasına gerek yoktu. Suçları sabitti. Ben de temiz bir
başlangıç yapabilirdim. Tabii tebrikleri kabul ettikten sonra.
Görev
amiri ayağa kalktı ve yanıma geldi.
“Şahin 3,
kapan.”
…
Sistem yeniden
başlatılıyor.
…
Yeni
görev yükleniyor.
…
Tüm
sistemler aktif.
…
***
Hayata
dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek
zorunda kaldığım San Angeles Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek
bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni
bir başlangıç yap.”