CİNAYET

                “Hayır, hayır,” diye bağırıyordu yaşlı adam.
                “Bir doz ‘morphex’ verelim.”
                “Hemen efendim.”

                Doktor önlüğü giymiş adam, ekibin yanından çıkarak diğer odaya geçti. İçeri girer girmez sanal klavyeler masanın üzerinde görünür hale geldi. Yan yana dizilmiş ekranlarda veriler akıyordu. İki odayı birbirinden ayıran cam panelden yaşlı adamın masaya yatırılışını izledi ve ardından sandalyesine oturdu. Birkaç tuşa bastıktan sonra içeride hala bağırmakta olan adamın bilgileri ekrana geldi.

                “Denek No: 32
                Yaş: 53
                YongaX Versiyon 8.2.1
                Geçmiş: H Sınıfı çalışan, yonga ile bağlantısı bir yıl önce kesildi. Emekli.
                Teşhis: Şizoaffektif bozukluk, çoğunlukla depresyon hali”

                “Hazır mıyız?” dedi yüksek sesle. Dahili alıcılardan içeri iletilen sesi duyan odadakiler tamam anlamında elleriyle onayladılar ve ardından dışarı çıktılar. Yaşlı adam sayıklıyordu ancak herhangi bir direnç göstermiyordu. Elleri, ayakları ve kafası sabitlenmişti.

                “Operasyon başlatılıyor.”

                Ekranlar veriler ile dolup taşıyor, içeride yatmakta olan adamın beyninin görüntüsü bir kenarda sabit duruyordu. Aniden odanın içi hareketlendi. Yukarıdan hızlıca aşağı inen robotik kollar bir örümceğin ağ örmesi gibi çalışmaya başladı. Kolların biri adamın alnını işaretliyor, arkasından gelen diğeri lazer neşter ile kesiyordu. Adamın sağ şakağından başlayan kesik sol tarafında son buldu. Üçüncü bir kol tavandan aşağı hareketlendi. Yarım daire şeklindeki metalik uzvunu daha önce kesik oluşturulan kısma yerleştirdi ve yavaş yavaş yukarı kaldırmaya başladı. Dördüncü kol ise dönen testereyi andıran bir alet ile kafatasını açıyordu.

                Odanın içinde olanları izleyen görevli dahili alıcıyı kapatarak kafatası açma işlemi sırasında çıkan seslerin kendi tarafına geçmesini engelledi. İçeride sadece bilgisayarlardan gelen bir uğultu kalmıştı. Yeşil bir ışık ekrana yansıdı.

                “Frontal lob enjeksiyonu başlatılıyor.”

                Masada yatmakta olan adamın açık olan beyninin ön tarafında bir kablolama işlemi yapılıyordu. Bu sırada robotik kollardan bir tanesi de hipokampus yakınlarına yerleştirilmiş olan YongaX ile uğraşıyordu. Görevli sandalyesinde arkasına yaslandı, ayaklarını makinelerin olduğu masaya doğru uzattı ve beklemeye başladı.

                “Kısa dönem hafıza dijitalleştiriliyor.”

                Ekranda geri sayım başlamıştı. O sırada odanın kapısı açıldı ve Jason Stan içeri girdi. Görevli aceleyle ayaklarını uzattığı yerden indirdi ve ayağa fırladı.

                “Efendim, sizi beklemiyorduk.”

                “Belli oluyor,” diye karşılık verdi yaşlı adam. “Neler yapıyorsunuz?”

                “32 numaralı denek için işlemler başladı, efendim.”

                Geri sayım tamamlandı ve ekranda ışıklar yanıp sönmeye başladı. Görevli bir tuşa bastı.

                “Hayır, hayır,” diye yankılandı dijital bir ses odanın içinde. “Bırakın beni.” Aniden ses kesildi.
                “Algılıyor, Bay Stan. Her denekte olur.”

                “Ben kimim? Neredeyim? Siz kimsiniz?” dedi dijital ses. Ardından ekranda yeni bir yazı belirdi.
                “Uzun dönem hafıza dijitalleştiriliyor.”

                Görevli ve Jason Stan ekrana kilitlenmişti. Uzun dönem hafızanın dijitalleştirilmesi için gereken süre ekranda belirdi ve geri sayım başladı. Önce birkaç yeşil ışık yanıp söndü ardından kırmızı ışıklar.

                “Sanırım hala sorunlar var,” dedi yaşlı adam.

                “Evet, efendim. Şimdi bilgileri topluyor sistem ve yazılım ekibimize gönderecek. Buradaki sorunları halletikten sonra bir sonraki denek ile işlemlere devam edeceğiz.”

                Jason Stan’in yüzünü hüzün kaplamıştı. Yazılım ekibinin başında Nora olmadığı sürece bu düzeltmeler bir ömür sürebilirdi. En yetenekli, en güzel ve sevdiği tek yazılımcı.

                Yaşlı adam çalan telefonu ile düşüncelerinden sıyrıldı. Bir süre sessizce karşısındakini dinledikten sonra, “Tamam,” dedi. “Geliyorum.” Hiçbir şey söylemeden odadan çıktı ve Edenia’nın metal koridorlarında yürümeye başladı.

                Güvenlik odası her zamanki gibi hareketliydi. Jason Stan içeri girdiğinde klasik sahneler tekrar etti. Duraksayan androidler ve selam veren insanlar.

                “Sizi dinliyorum Bay Tyler.”

                “Efendim, sizin için dünyanın en iyi siber korsanlarından, bizimle çalışabilecek durumda olanların bir listesini hazırladık. İzninizle teklifinizi göndermek istiyoruz. Listeye son bir kez siz de bakmak istersiniz diye düşündüm.”

                “İyi düşünmüşsün,” dedi yaşlı adam. İri güvenlik görevlisi ekranlara bir grup siber korsanın resimlerini ve öz geçmişlerini yansıttı. Jason Stan hepsini tek tek ve dikkatlice inceledi. Parmağı ile bir tanesini işaret etti.

                “Rusya’dan JINX,” dedi Tyler. “Gerçek adı Valeria Petrova. Eski bir ajan. Hem sanal ortamda hem de gerçekte yetenekli biri.”

                “Teklifimizi gönder.”

                Yaşlı adam bir diğerini işaretledi.

                “Japonya’dan SUN. Gerçek adı Akio Shimomura. İşin her iki tarafında da bulunmuş. Hem beyaz hem siyah korsan. Son dönemde adı, X-Life içerisinde bulunan yakuza özentisi bir çete ile sıkça anılıyor. Ne yapacağı tam olarak kestirilemez.”

                “Gönder,” dedi Jason Stan ve ekrandaki yüzleri incelemeye devam etti. “Şu.”

                “Türkiye’den W0lf. Gerçek adı Ercan Dağlı. Sanal ortamda pek başarılı değil ama gerçekte tam bir iş bitirici. Eğer adamımız İstanbul’daysa bağlantıları işe yarayabilir.”

                “Gönder, o zaman. Teklifimizi kabul ederlerse JINX ve SUN’ın bütün yolculuk masraflarını ödeyin. İstanbul’un güzel bir bölgesinde kalacak yer ayarlayın. Sonrasında ben hepsiyle özel olarak görüşeceğim.”

                “Anlaşıldı efendim.”

                “Başkan Bülent Aslan’ı bağla bana.”

                “Hemen.”

                Güvenlik şefinin bağlamaya çalıştığı hat birkaç defa uzun uzun çaldı. Sonunda telefon açıldı. İstanbul Başkanı’nın görüntüsü ekrana yansıdı.

                “İyi akşamlar Bay Stan. Biz de sizi arayacaktık.”

                “Haberler iyi mi, Bülent?”

                “Korkarım hayır efendim. Hayd, denen adamdan bir iz yok ayrıca başka bir sorunumuz var.”

                “Lafı uzatmadan söylemeni tercih ederim.”

                “Şirketiniz yöneticilerinden Max Atayan bu sabah evinde ölü bulundu.”

                “Ne demek istiyorsun?” diye bağırdı Jason Stan. “Siz orada ne yapıyorsunuz? Evi 1. Sektörde değil mi? Siya teknolojisi kullanılmıyor mu?”

                “Siya kullanılıyor efendim. Evi, dediğiniz bölgede.”

                “O zaman, katili bulmuşsunuzdur şimdiye kadar.”

                “Korkarım hayır efendim.”

                Jason Stan, ellerini önündeki konsola yapıştırdı. Gözlerinden alevler çıkıyordu. Güvenlik şefi, terlemeye başlamıştı. Oturduğu sandalyeyi yavaşça geri çekerek yaşlı adamdan uzaklaştı.

                “Siya’nın kayıtlarına baktınız mı?”

                “Baktık efendim. Şimdi size de gönderiyorum. Kayıtlarda hiçbir şey yok. Akıllı ev sistemi herşeyi normal olarak kaydetmiş. Ayrıca güvenlik kameralarını, uçargözlerden aldığımız bilgileri inceledik.”

                “Sonuç?”

                “Üzgünüm efendim. Olay tam bir muamma. Görüntülerde kimse yok, siber yardımcı Sia’da da hiçbir şey yok.”

                “Peki nasıl olmuş? Öldürüldüğünü nasıl anladınız?”

                “Boğazı kesilmiş, Bay Stan.”

                Yaşlı adam sinirlerine hakim olamıyordu. Önce konsolu tekmelemeye başladı, ardından ellerini saçlarına götürdü.

                “Sizin güvenlikçileriniz ne işe yarıyor? Orada ne yapıyorlar? Beni iyi dinle Bülent Aslan. Yarın bir açıklama yapacaksın ve tüm güvenlik şeflerinin kademeli olarak “Gereksizler” sınıfına ayrılacağını ilan edeceksin. Sayılarını öğren. Onların yerine size son model androidlerimizden bir ordu göndereceğim.”

                “Efendim, bunu yapmasak daha iyi…” Başkan Aslan sözünü bitiremeden araya Jason Stan girdi.

                “Olmaz,” diye bağırdı sinirli bir şekilde.

                “Gereksizler sınıfına koyduğumuz her meslek, Kami Kavsi’ye adam kazandırıyor. Hem bu seferkiler güvenlikçiler.”

                “Umrumda değil. Bir de o sorun var zaten. Senin yozlaşmış güvenlik birimin yüzünden, kendisine Kam diyen o heriften bir türlü kurtulamadık. Yeter artık.”

                “Anlıyorum efendim.”

                “Unutma, bu durumu iyi bir şey olarak göstereceksin. Yolunda gitmeyen bir durum yok. Kutlama havasında olsun. İnsanlara faydalarını falan anlat işte.”

                “Peki Bay Stan. Cinayetle ilgili topladığımız tüm kayıtları da şimdi gönderiyorum.”

                “Bekliyoruz,” dedi yaşlı adam ve görüşmeyi sonlandırdı. “Biri bana viski getirebilir mi?” diye bağırdı odanın içinde. Androidlerden bir tanesi hızlıca odadan dışarı çıktı.

                “Bilgiler geliyor efendim,” dedi koltuğunda oturmakta olan Tyler. Ekranda veriler dolaşıyor, hazırlanan yazılı raporlar sırasıyla bir kenarda birikiyordu. Siya’nın topladığı sensör verileri tamamlandığında yeşil bir ışık parladı. Son olarak kamera ve uçargöz görüntüleri gelmeye başladı.

                “Ana hatları çıkar,” dedi Jason Stan. İri güvenlik görevlisi parmaklarını klavyede dolaştırdı ve yazıları önlerinde bulunan ekrana yansıttı. Tahmini cinayet saati, nasıl olduğu ile ilgili görüşler ve birkaç bilgi daha. Son bölümde üç kelime göze çarpıyordu.

                “Cinayet aleti bulunamadı.”

                Siya’nın ev içi verileri de hiçbir anormallik göstermiyordu. İzinsiz giriş yapılmamıştı. Hiçbir dijital alette bozukluk yoktu. Herşey olması gerektiği gibi çalışıyordu. Isı sensörleri olayın olduğu saatler boyunca evde tek kişi olduğunu doğruluyordu.

                “Kamera görüntüleri,” dedi yaşlı adam. “Tahmini cinayet saatine göre önce sokaklardan başlayalım.”

                Tyler, klavyeyi kıracak kadar sert ve bir o kadar hızlı parmak hareketleri ile görüntüleri ekrana yansıttı. Sokaklar boştu. Başka evlere giren birkaç kişi ve sokakta durmadan geçen üç beş araba dışında hiçbir şey yoktu. Ev içerisindeki güvenlik kameralarında da hiçbir şey çıkmamıştı.

                “Korsan yetmiyormuş gibi bir de karşımıza hayalet katil çıktı. Kami Kavsi’nin bir yöneticimizi öldürecek kadar ileri gideceğini hiç düşünmemiştim.”

                “Efendim, benim aklıma bir olasılık daha geliyor.”

                “Nedir o Bay Tyler?”

                İri güvenlik görevlisi çekiniyordu. Terlemeye başladı. Lafı ağzından çıkarana kadar bir süre daha geçmesi gerekmişti.

                “Saldırının yıl dönümü yaklaşıyor. Belki de bunu yapan Hayd’dır.”


                “Belki de…” dedi Jason Stan. “Hayd, Kam’ın adamıdır. Bunlar bir şeyler çeviriyor ve bunu mutlaka öğreneceğiz.”

a

HAPİS


01001000
01100001
01111001
01100100

“Biri bir şey mi söyledi?”

                Neredeyim ben?  Başım neden ağrıyor?

                Yattığım yerden doğrulmayı başardım. Renksiz bir odanın içindeydim. Yatağımın hemen karşısında duran metalik kapının parmaklıklı küçük penceresinden içeri ışık süzülüyordu. Gücümü topladım ve ayağa kalktım. Bir,iki ve üç adım sonra karşı duvarda olmalıydım ama mesafe değişmiyordu. Arkamı döndüm. Az önce kalktığım yatağı göremiyordum. Yanımdaki duvardan destek almak için elimi uzattım. Boşlukta savrulan kolumla birlikte ben de dengemi kaybettim ve yere yapıştım. Gösterdiğim refleks ile yüzümü yere vurmaktan kurtardım ama omzum o kadar şanslı değildi.

                Beton zeminde oturup etrafa baktım. Her tarafım duvarlarla çevriliydi ama onlara dokunamıyordum. Önümde bir kapı vardı ama ona yaklaşamıyordum.

                “Heey,” diye bağırdım. Sesim odanın içinde yankılandı. “Kimse yok mu?”

                Bir cevap almayı bekledim. Boşunaydı. Beni duyan kimse olmayabilir, duysa bile karşılık vermeyebilirdi. Sessizlik, yalnızlık.

                Hatırlamaya çalıştım. Büyük siber saldırı sırasındaydı. StanX’in derinlerine girmeyi başarmıştım ve sonra gözlerimi kamaştıran kusursuz güzelliği karşımda görmüştüm. Mavi ve pembe saçları unutmak mümkün değildi. Peki ya sonra?

                “08,” demişti bana. Arkadaşlarım ile konuşuyordum. Pervane sesleri, gürültü.

                Almanya’nın Hamburg kentine eğitim için gittiğimde, öğretmenlerden bir tanesi, insanın en güçlü silahı beynidir, aynı zamanda en zayıf olandır, demişti. Bulunduğum durumda çok yerinde bir tespit olduğunu daha iyi anlıyordum. Yaptıklarımı zekâm sayesinde başarmıştım ama şimdi beni yarı yolda bırakıyordu. Hatırlayamıyordum.

                Betonda oturmaktan kıçım ağrımaya başlayınca tekrar ayağa kalktım. Yaklaşık üç adımlık mesafede bulunan kapıya doğru yürüdüm. Yine aynı konumdaydı. Tekrar üç adım attım. Değişen bir şey olmamıştı. Pes etmeye niyetim yoktu. Bir kez daha adımlamaya başladım ve kapıya dokundum.

                Parmaklıklı pencereden dışarı baktım. Elbe nehri ve liman tam karşımda duruyordu. Hamburg’da olamam.  Hayır, hayır. En son toplu kullanıma açık bir yerde bilgisayar başındaydım, İstanbul’da.

                Düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Gözlerimi kapadım. Yine mavi ve pembe saçlar. Faydası olmayacaktı. Rahatsız hissediyordum. Burada olmamalıydım. Tekrar dışarı baktım ama bu sefer İstanbul’a.

                “Tamam,” dedim. “Şimdi anladım. X-Life’ın içindeyim. Bu kadar şaka yeter. Dışarı çıkmak istiyorum.”

                “Üzgünüm,” diye karşılık verdi dijital bir kadın sesi. Bir an korktum ve titredim.

                “Kimsin?”

                Soruma cevap alamamıştım. Şimdi o sesi gerçekten duyup duymadığımdan bile emin değildim. “Benden ne istiyorsunuz?”

                Sessizlik. Delirmeye mi başlamıştım? Halüsinasyonlar, duyduğumu sandığım sesler. Kapıdan uzaklaşıp odanın ortasına geri döndüm. Dört duvara, tavana ve yere baktım. Ayaklarımla yere vurmaya başladım. Sanki her vuruşumda bütün oda esniyor gibiydi. Dışarı doğru bir kavis yapıyor ve sonra tekrar eski haline dönüyordu.

                Bir cevap gelmesini umut ederek tekrar bağırdım.

                “Kimsiniz ve benden ne istiyorsunuz?”

                “Yardım etmeni,” diye cevapladı dijital ses.

                 “Burada tıkılı kalmış bir vaziyette nasıl bir şey bekliyorsunuz benden? İsterseniz anlaşalım. Beni çıkarın ve size yardım edeyim.”

                “Üzgünüm,” dedi tekrardan.

                “Niçin üzgünsün?”

                “Sana nasıl yardım edebileceğimi bilmiyorum.”

                Söyledikleri anlamsızdı. Beni dijital bir şeyin içine soktularsa, çıkarmasını da bilirlerdi. Gerçek bir mekanda oturuyor veya belki yatıyor olabilirim. Yapmaları gereken tek şey programı kapamak veya beni bağlı olduğum cihazlardan ayırmak. Bu kadar kolay olmalı.

                “Hadi ama ben dersimi aldım.”

                “Hayd.”

                Buna cevap vermeyecektim. O takma adın arkasındaki kişiyi bilmelerine imkan yoktu. Şanslarını denediklerini hemen belli ettiler. Ellerinde benimle ilgili hiçbir şey yok. Olamaz.

                “Tamam işte,” dedim gülerek. “Beni birisiyle karıştırmışsınız. Ben bahsettiğiniz kişi değilim.”

                Önce karşımda duran duvar, ardından içinde bulunduğum oda karardı. Duvarın üzerinde bir görüntü belirdi. İstanbul sokakları.

                “Pekalâ. Böyle şeyler yapabildiğinizi biliyorum. Gerçekten iş bilen korsanlarsınız. Özenti değilsiniz. Sizi tebrik ediyorum.”

                Söylediklerime hiçbir karşılık verilmedi. Ekranda artık güvenlik kamerası görüntüleri vardı. Bir sokaktan diğerine atlıyordu. Ardından bir tanesinde durdu. Yolda yürüyen bir adama yakınlaştı. Kaldırım karolarını birleştiren çizgilere basmadan yürümeye çalışan kapişonlu bir üst giymiş, zayıf biri.

                “Ben de çizgilere basmaktan nefret ederim,” dedim.

                Görüntüdeki adam yürümeyi bıraktı. Gözündeki AG gözlükleri ile kameranın olduğu yere baktı. Ekrandaki herşey dondu. Sistem adamın yüzünü yakalayabilmek için tekrar yakınlaştı.

                Dehşet içerisinde karşımdakine bakıyordum. Göğüs kafesim daha hızlı şişip iniyor, nefes alamayacak gibi hissediyordum. Kameranın odaklandığı kişi bendim.

                “Hayır, hayır. Bu eski bir görüntü olmalı,” diyebildim sonunda.

                “Evet,” diye karşılık verdi dijital ses. “İzlemeye devam et.”

                Ekrandaki ben tekrar yürümeye başladı. Yavaş adımlarla, etrafı bir turist gibi izleyerek… Bir sonraki kamera görüntüsü 1. Sektör’dendi. Şimdi rahatlamıştım. Hayatım boyunca gitmediğim, gidemeyeceğim bir yerdi orası. Artık başka birinin kayıtlarına geçmiş olmalıydı.

                Bir önceki ben, yürümeye devam ediyordu. Zengin mahallesi ve ben…

                “İşte bu uydurma bir görüntü,” dedim. “Ben hayatım boyunca 1. Sektör’e geçmedim.”

                “Sadece izle.”

                AG gözlüklerim ile yürüyen ben, etrafa bakındı ve bir eve girdi. Görüntüler her geçen saniye daha da fantastikleşiyordu. Kameralar evin içini çekmeye başladı. Hayatım boyunca hiç görmediğim bir evin içerisinde gizlice dolaşıyordum. Mutfaktan bir bıçak aldım ardından yatak odasına girdim. Evin tüm odalarını biliyor gibiydim.

                Görüntü karardı. Işıklar bir şekilde kapanmıştı. Kamera çekmeye devam ediyordu. Işıklar geri geldiğinde bornozlu şişman bir adam banyodan çıkıp yatak odasına yöneldi. Biraz sonra karşı karşıya geleceklerdi.

                Ekrandaki ben kapının arkasında saklanıyordum. Şişman adam odaya girdiği anda üzerine atladım. Kısa bir boğuşmanın ardından bıçağı adamın boynuna dayadım. Zorla bir şeyler yaptırıyordum. Önce parmak izi, ardından retina taraması yapıldı adama.

                Evet, adamdan istediğimi de, -muhtemelen para- almış olduğuma göre arkama bakmadan kaçmış olmalıydım. Ancak yine beni şaşırtan bir hareket yaptım. Aniden bıçağı adamın boynundan geçirdim. Adam kasılırken, mükemmel döşeli evinin zemininde bir kan gölü yavaş yavaş yayılmaya başladı.

                “Bu ben olamam,” dedim benimle iletişim kurmaya çalışan dijital sese. “Hayatım boyunca X-Life dışında kimseyi öldürmedim.” 

                “Her şeyin bir ilki vardır.”

                “Hayır. Ben birini bıçakladığımı hatırlamıyorum. Böyle bir şey yok. Bu uydurma bir görüntü.”

                “Ne hatırlıyorsun? Daha nerede olduğunu bile bilmiyorsun?” dedi dijital ses.

                “Biliyorum,” dedim. “DRM’deyim ve orada beni cezalandırmak için veya sizin deyiminizle rehabilite etmek için bana bunları yapıyorsunuz.”

                Odanın içinde yankılanan dijital ses cevap verdi. “Sen rehabilitasyondan çıkarıldın Hayd. Tam 250 gün önce.”



BEYAZ KORSAN

                Makine Kulübü ismi verilen bar, dışarıdan tarihi yapıları andıran ama aslında büyük depremden sonra yapılmış taklit bir binadaydı. Ahşap gibi görünen dokunmatik yüzeyler ile donatılmış masalar, duvarlara asılmış eski film afişlerini gösteren çerçeveler -ki onlar da dijitaldi ve belirli aralıklarla değişirdi- ve hep aynı makineden çıkan içerisine çeşitli içkilerin aroması katılmış sıvılar ile dışı kadar içi de sahteydi.

                Hande, İstanbul’da neredeyse hiç durmadan yağan yağmurdan sırılsıklam bir halde içeri girdi. Üzerinde bacaklarını olabildiğince ortaya çıkaran bir pantolon ve deri bir ceket vardı. Kafasına koyduğu herkesi tavlayabilecek kadar etkileyici olması gerekiyordu ama kısa sarı saçları ıslanıp gözünün önüne düşmüştü. Bir erkek çocuğu gibi gözüktüğünü tahmin edebiliyordu.

                “Lavabo ne tarafta acaba?”

                “Bir şeyler içecek misin? Yoksa sadece ihtiyacın için mi geldin?” diye sordu barmen.

                Genç kız, yavaş adımlarla bara yaklaştı ve deri ceketinin fermuarını biraz açtı. Parmaklarını iki göğsünün arasına soktu.

                “Eski tip kağıt para mı istersin yoksa kripto olanlardan mı?”

                Barın diğer tarafındaki adam gülümsedi. Elindeki bez, temizlemeye çalıştığı bardağın içinde  kalakalmıştı.

                “İstediğin gibi ödeyebilirsin canım,” dedi. “Lavabo şu tarafta.”

                Parmağıyla barın diğer ucunda bulunan kapıyı işaret etti.

                “Teşekkür ederim.”

                “Yardıma ihtiyacın olursa seslenmen yeter. Buradan seni duyabilirim.”

                Hande, yumruklarını sıktı ve bir an sonra gevşetti. Hedefine ulaşmadan önce güç gösterisine gerek yoktu. Minik dolandırıcıyı ürkütmek istemiyordu. Hızlıca arka tarafa geçti. Sırt çantasını lavabonun üzerine koydu ve ufak bir paket jöle çıkardı. Saçlarının öne düşen kısmını havaya kaldırıp tepesini biraz dağıttı. Aynada kendini kontrol etti ve siyah göz kalemi ile son dokunuşunu yaptı. Dar ve pis tuvaletin kapısını açmadan hemen önce ceketini çıkardı ve göbeğini açıkta bırakan kolsuz bluzunun göğüs kısmını düzeltti. Ardından çantasını alarak dışarı çıktı.

                Barın içinde yürürken masalara hızlıca göz atıyordu. Cam kenarında oturan bir çift ve tek başına oturan bir adam… Gözlerini asma kata çevirdi, bir grup genç gürültülü şekilde sohbet ediyordu. Kendisine OvDoz diyen hırsız da onlardan biri olmalıydı. Ağır ağır merdivenleri tırmandı.

                Kendilerine yaklaşan genç kızı gören grubun sesi kesilmişti. İçlerinden biri ıslık çaldı. Başka bir tanesi de arkası dönük arkadaşını dürtüyordu. Genç adam kafasını Hande’nin geldiği yöne çevirdi. Gözleri aniden fal taşı gibi açılmıştı. Kendini toparladı ve ayağa kalktı.

                “Sen Ivy olmalısın,” dedi.

                “Ve sen de…”

                “OvDoz, yani şey Serkan.”

                “Memnun oldum.”

                “Gerçek ismin?”

                “Ivy, demen yeterli.”

                “Peki, sen bilirsin. Arkadaşlar,bu Ivy. X-Life’da tanıştık. Kendisi 15. Seviye.”

                “Güzel olduğu kadar başarılıymış da,” dedi gençlerden biri.

                “Lütfen, arkadaşlarımın kusuruna bakmayın.” Sandalyesini Hande’nin oturması için kenara çekti, OvDoz. “Ne içersiniz?”

                “Cin tonik, lütfen.”

                Gençlerden bir tanesi aşağıdaki barmene bağırdı ve siparişi hızlıca iletti. Hande, çantasından çıkardığı bir parça kağıt ve tütünü masaya koydu. Yanına oturan Serkan’ın gözlerinin içine baktı. Sigarasını sarmaya başladı.

                “Ivy, benim 10. Seviye olmama yardım etti,” dedi arkadaşlarına OvDoz. “Ona bir teşekkür borçluydum ve bunu bu akşam burada gerçekleştirmek istedim.”

                Masanın etrafından alkış ve ıslık sesleri yükseldi.

                “Avatarından daha güzelsin,” diye fısıldadı Hande’nin kulağına. Genç kız, tütün kağıdını yalarken Serkan’ı izliyordu. Uzun boyluydu ama yapılı biri değildi. Rahatça başedebileceğini düşündü ama önce şu arkadaşlarından kurtulmalıydı.

                Hande, elini masaya uzattı ve çakmağını aldı. Parmaklarının arasında dolaştırdı. Etrafındakilerden birkaç tanesi sigarasını yakmak için hamle yaptılar ama hiç biri başarılı olamadı. Kağıdın dışına taşan tütünleri kendisi tutuşturdu,derin bir nefes çekti ve grubun ortasına doğru üfledi.

                Bir süre etrafındaki insanları dinledi. Korsan olmaya özenen bir çocuk grubundan farkları yoktu. Basit dolandırıcılıklarını anlatıyor, kazandıkları milyonda bir oranında kripto paralar ile gurur duyuyorlardı. Hande, sessizce oturuyor konuşulanları dinliyordu. Serkan, birkaç defa kıza dokunmak için teşebbüste bulunmuştu ancak vazgeçmişti. Bir sonraki denemesinde elini kızın dizinin üstüne koydu. Hande, bacağındaki eli yakaladı ve bulunduğu yerden biraz yukarı doğru sürükledi. Genç adam şaşırmıştı. Ona seslenen bir arkadaşını duymadı.

                “Dostum, sana söylüyorum. Artık X-Life’da kendine daha büyük hedefler koymalısın. Hem böyle bir fıstığın desteğini de almışsın.”

                Kahkahalar yükseldi. Serkan, konuşamıyordu.

                “E-e-evet. Ben başarılı bir korsanım.”

                Bir yudum cin tonik, ardından OvDoz’un suratına üflenen sigara dumanı. Hande, sıkıntıdan patlamak üzereydi ve yeterince oyalanmıştı. Serkan’ın kulağına yaklaştı.

                “Gidebileceğimiz daha iyi bir yer yok mu?” diye fısıldadı.

                “Na-nasıl bir yer?”

                “Bilmem. Daha sessiz, sakin. Başbaşa kalabileceğimiz…”

                “Benim kübiğe gidebiliriz istersen,” diye geveledi genç adam. Hande, bu serserinin bir kübik sahibi olmasına şaşırmıştı. Ucuz bir otel odasından daha iyiydi. İşini rahatlıkla yapabileceği bir mekan.
                “Tamam öyleyse, gidelim,” dedi ve Serkan’ın elini vücudundan çekti.

                “Arkadaşlar benim biraz dinlenmem gerekiyor. Siz eğlenceye devam edin,” dedi Serkan ve masayı sarsarak ayağa kalktı. Neredeyse tüm bardakları devirecekti.

                “Yapma ama daha yeni başlamıştık. Hem kutlama için bizi sen davet ettin,” dedi masadakilerden bir tanesi.

                “Bensiz de içebilirsiniz herhalde.”

                Hande, yavaşça ayağa kalktı. Büyük bir “ooo” sesi yükseldi. Arkasından gelen uğultu, ikilinin ayrılmasını fazla da dert etmeden muhabbete devam ettiklerini göstermişti. Birlikte alt kata indiler. Genç adam iyi niyet göstergesi olarak hesabın tamamını ödedi. Ne de olsa bir gün önce birkaç enayi tokatlamıştı.

                Makine Kulübü’nün dışına çıktıklarında hiç değişmeyen kurşuni İstanbul gökyüzü karşıladı onları. Yağmur ince ince yağmaya devam ediyor, rüzgâr, damlaları dümdüz aşağı düşmekten alıkoyuyor ve yönlerini suratlarına çeviriyordu. Şehirde yaşayan herkes, haftanın yedi, yılın üç yüz altmış beş günü yağan yağmura alışmıştı.

                Hande, sırt çantasından bir avuç boyutunda katlanmış yağmurluğunu çıkardı ve hızlıca üstüne geçirdi.

                “Haydi gidelim artık.”

                “AG gözlüklerini takmıyor musun?” diye sordu Serkan.

                “Hayır.”

                AG gözlüklerini takmadıklarında şehir grinin tonlarından oluşurdu. Tek renk binalar ve dükkanlar… Üzerilerine çizilmiş barkodlar dışında hiçbir şey olmazdı. Ama gözlükler takıldığında ve kodlar gözlük tarafından tarandığında tüm dükkanların sanal vitrinleri ortaya çıkar, bir renk cümbüşü gerçekliğin yerini alırdı. Neon ışıklarının arasında son moda ürünlerin tanıtımları, yiyecek içecek reklamları baş döndürücü bir hızla değişir dururdu.

                “Ben takıyorum. Yolda ilerlerken bir içki dükkanından sipariş verebilirim. Biz kübiğe ulaşana kadar bir uçargöz teslimatı yapar.”

                “Gerek yok,” dedi Hande.

                “Hemen olaya girmek istiyorsun demek,” diye karşılık verdi genç adam pis pis sırıtarak. Genç kadın o sırada pantalonun sağ bacağının üst tarafındaki gizli bölümü kontrol ediyordu.

                Yağmur altında bir süre yürüdüler. Sokaklar günün her saatinde olduğu gibi kalabalıktı. Neredeyse her milletten insan yığılmıştı. Amerika – Rusya siber savaşı sırasında StanX’in yatırımları İstanbul’a kaymış ve şehir önemli bir sanal merkez haline gelmişti. Berlin – Tokyo optik hattının tam ortasında yer alıyordu. Yasal veya yasa dışı her türlü yazılım, sanal sistem, eğlence birimleri, eski ve yeni donanım parçaları şehirde rahatlıkla bulunuyordu. Sanal ortamın cazibe merkezi…

                “İşte geldik.”

                OvDoz, bir çokları gibi 2. Sektör’de yapılan yirmi katlı toplu konutlarda yaşıyordu. Şirket şehre gelmeden önce parasız kalan belediyenin inşa ettiği, sadece asansör ve merdiven sisteminden oluşan betonarme yapılar. Sistemin geri kalanı tamamen modülerdi. Eğer bir kübiğiniz var ise boş bir kuleye ekleme yaptırmanız yeterliydi.

                “Kaçıncı kattasın?” diye sordu Hande.

                “Beş ama yakında iki kat yukarı çıkacağım. Yeterince kripto para kazandım.”

                “Öyle mi?”

                Serkan, pis pis sırıttı. “Seninle birlikte daha yükseklere bile çıkabilirim.” Hızlıca parmak izini demir kapıya okuttu ve içeri geçtiler. Eski asansör, gürültü bir şekilde titreyerek katları çıktı. Altıgen kuleye yerleştirilmiş altı kübik. Her kapının kendisine özel bir işareti vardı. İngilizce işaretlenmiş bir tanesi ve altında bir kare kod, diğerinde kanji ile yazılmış “kadın” kelimesi ve başka bir kare kod. OvDoz’un girişi kişiliği kadar abartıydı. Rakamlar, kare kod, mavi neon ile parlayan ve OvDoz olduğunu belirten bir avatar resim bile vardı.

                “İşte benim fakirhane.”

                Hande, kapıyı yavaşça kapattı. Yağmurluğunu üstünden çıkarıp yere bıraktı.

                “Makineni görmek istiyorum,” dedi karşısında şapşal şapşal bakan genç adama.

                “He-he hemen mi?”

                “Bana şu korsancılık oynadığın bilgisayarı ve cihazları göstersene.” Vücudunu Serkan’ınkine yapıştırdı ve deri ceketinin fermuarını açtı. Ardında bir eliyle adamı ittirip uzaklaştırdı.

                “İşte burada.”

                Basit bir bilgisayar, Doğubank’tan ucuza alınmış birkaç alet, onlardan çok daha ucuza mal edilmiş bir SG gözlüğü. Bunlarla kendini bir şey sanması tam bir aptal olduğunu gösteriyordu.

                Hande, minik hırsızının bilgisayar karşısındaki sandalyeye oturmasını sağladı. Kendi elleriyle SG gözlüklerini taktı.

                “Hadi bana marifetlerini göster.”

                “Şimdi mi? Ama ben şey sanıyordum.”

                “Herşeyin bir sırası var,” diye karşılık verdi Hande ve elini omzundan çekip vücudunun alt taraflarına dolaştırdı.

                “Giriş yapıyorum.” Birkaç saniye sessizlik, ardından ucuz klavyeden gelen tuş sesleri… “OvDoz içerde.”

                Elini adamın vücudundan çekti ve bacağında bulunan gizli bölümü açtı. Kendi tasarımı olan minik bıçağı çıkardı ve sivri ucunu Serkan’ın boynuna dayadı.

                “Şimdi beni iyi dinle kendini bir halt sanan küçük serseri. Küçük oyunlarınla çarptığın bir müşterim var ve parasını geri istiyor. Bana hiç itiraz etmeden işlemlere başlayacak mısın yoksa seni biraz hırpalamam mı gerekecek?”

                Yaklaşık bir saat önce arkadaşlarına hava atan genç gitmiş yerine korkudan tir tir titreyen bir böcek gelmişti.

                “Kimden bahsettiğini bilmiyorum,” dedi korku içinde. “Be-ben kimseden bir şey çal…”

                Cümlesini bitiremeden Hande, koltuğu kendine doğru çevirdi ve adamın suratına bir tokat patlattı.

                “Belki bu hatırlamana yardımcı olmuştur.”

                “Tamam, tamam. Hatırladım. Geçen hafta büyük miktarda çarptığım şu adamı diyorsun herhalde.” Sözünü bitirir bitirmez Hande’nin üzerine atladı. Birlikte yere yuvarlandılar. Hande, dudağını sert bir yere çarptı. OvDoz kaçmak için kapıya yöneldi. Genç kadın hızla elindeki bıçağı fırlattı ve hedefini baldırından vurdu.

                “Sakın kıpırdama küçük serseri. Peşini bırakmayacağımın farkındasındır sanırım.”

                Adam kapının dibinde inledi.

                “Bu biraz acıtacak,” dedi Hande ve bıçağını tüm gücüyle çekti. Adamın çığlığı kübikte yankılandı. “Burayı ses geçirmez yaptırmışsındır diye düşünüyorum. Öyle değilse bile eminim kimsenin umrunda değilsindir.”

                Yakasından sürüklediği OvDoz’u tekrar koltuğuna oturttu. Sırt çantasından çıkardığı tableti de uzattı. “Şimdi şunu bağla ve işlemlere başla. Kripto para transferlerini yapacağın hesaplar burada. Önce müşterimden aldıklarını geri vereceksin. Sonra da diğer hesaba elinde kalanların hepsini.”

                “Hepsini mi?” diye inledi Serkan.

                “Evet hepsini. Çalarken hepsini çekmeyi biliyorsun.”

                “Lütfen,” dedi ve ağlamaya başladı. “Bunları elde etmek için çok çalıştım.”

                “Zırlamayı kesecek misin? Yoksa seni susturmam mı gerekecek?”

                İstemeyerek de olsa tableti aldı ve bilgisayarına bağladı. Birkaç şifre işleminden sonra para transferlerini yapmaya başladı.

                “Küçük korsan özentisi seni. Satın aldığın çakma programlarla izini kaybettirebileceğini mi sandın?”

                Tabletin ekranında bulunan kutucuklar kırmızıdan yeşile döndüğünde Hande’nin de işi bitmişti.

                “Bir daha seni böyle işler yaparken görmeyeyim, affetmem ona göre.” Kanlı bıçağını adamın üzerinde temizledi ve eski yerine yerleştirdi. Eşyalarını çantasına koydu, yağmurluğunu giydi ve dışarı çıktı. Müşterisine hızlıca bir mesaj gönderdi. Tüm bu hareket ve adrenalin karnını acıktırmıştı. Her zamanki gibi köfte ekmek yemek için Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki “Kaptan’ın Yeri”’ne doğru yürümeye başladı.

                Kaptan’ın bulunduğu sokağa girerken birkaç gencin koşarak geçtiklerini gördü. Biraz ilerideki duvarda kırmızı boya ile çizmeye çalıştıkları yay şekli parlıyordu. Köfte tezgâhının başında Kaptan elindeki sopasıyla etrafa bakınıyordu. Hande’yi görünce gülümsedi.

                “Hoş geldin, kızım,” dedi.

                “Hoş bulduk. Çok açım. Her zaman olduğu gibi Kam’ın küçük serserilerini kovalamışsın.”

                “Bir rahat bırakmıyorlar. Pirinç ekmeği arasına proküp, ne aroması istersin?”

                “Köfte var mı?”

                “Olmaz olur mu? Keşke sana buğday ekmeği ve gerçek etten bir şeyler yapabilseydim. Gerçek proteine ihtiyacın var gibi gözüküyor.”

                “Hiç buğdaydan yapılmış ekmek yemedim ama bir keresinde gerçek etin tadına bakmıştım. Aromalara hiç benzemiyordu.”

                “Siz çok alıştınız bu sahte şeylere. Hiç durmayan bu yağmurda artık buğday yetişmez. Zaten yetiştirmek isteyeni de bulamazsın. ”

                Hande, kırmızı ışıkla aydınlatılmış tezgaha yaklaştı. Kaptan gözlerini kısarak suratına baktı.

                “Dudağına ne oldu senin?”

                “Ufak bir iş kazası.”

                “Yine mi? Senin sanal dünyadan dışarı çıkmaman lazım evlat.”

                “Ben o kadar iyi bir korsan değilim.”

                “Yine aynı kişiden bahsedeceksin değil mi?”

                “Evet Kaptan, Hayd öyleydi,” dedi Hande, gözlerini Kaptan’dan kaçırarak.

                “Hiç karşılaşmadığın, sanal dünya dışında hiç bilmediğin biri ve yanlış hatırlamıyorsam en son bir sene önce büyük saldırı sırasında görüştünüz. Sonra…”

                “Sonrası yok. Bir daha hiç haber almadım.”

                “Öyle birinin hiç var olmadığını düşünmeye başlamıştım.”

                Yaşlı adam sanki söyleyecek başka bir şeyi varmış gibi cümlesini yarıda kesti. Hande şaşırdı.

                “Ama…”

                “Ama artık öyle biri olduğunu düşünüyorum. X-Life’ta Kam’ın adamları onu soruşturuyor. Ayrıca bugün iki polisi Hayd hakkında konuşurken duydum.”

                Hande’nin şaşkınlığı bir kat daha artmıştı. Hayd tekrardan ortaya mı çıkmıştı? Yoksa eski dosyaları tozlu raflardan çıkaracak bir şeyler mi oluyordu? Deri ceketinde duran AG gözlükleri titreşti.

                “Bir saniye Kaptan.”

                Gözlükleri gözüne yerleştirdi ve açtı. Neredeyse bir yıldır hiç kullanmadığı bir adrese mesaj gelmişti. Küçük resmi parmağı ile işaretledi. Ardından Gelen Kutusu açıldı.

R@y: 1 Okunmamış Mesaj

EDENİA

Yaşlı Jason Stan oturduğu kambur pozisyonda yorulduğunu hissederek arkasına yaslandı. Saatlerini düşünmekle geçirdiği odasından çıkıp biraz rahatlamak istiyordu. Masasının üzerine yansıtılmış olan görüntüdeki birkaç tuşa bastı. Odanın duvarları, Edenia’nın çevresinde bulunan kameralardan en iyi dünya manzarasını alan görüntüyü aktarmaya başladı. AG gözlüklerinin yansıttığı menüden bir kahve seçti.

Dakikalar içerisinde yarım akıllı bir hizmet androidi içeri girdi ve yaşlı adama kahvesini uzattı.

“Bu iş çok uzadı,” dedi Jason.

“Başka bir isteğiniz var mı efendim?”

“Yok. Seni gerizekalı makine.”

Android hizmetçi “yok” komutunu alır almaz arkasını dönüp odadan çıktı.

Aslında çok yaklaşmıştık diye içinden geçirdi yaşlı adam.

Başarmaya birkaç adım kalmıştı. Ta ki lanet bir pazartesi sabahı büyük bir siber saldırıyla uyanana kadar... Yirmi yıllık çalışmalarının durma noktasına gelmesi, tüm dünyada borsaların çökmesi ve ardından başlayan Amerika-Rusya siber savaşı.

                Jason Stan kahvesinden bir yudum aldı. Düşmanlarını hep yakında tuttuğunu düşünürdü. Rakip şirketler, devlet başkanları… Ama darbe hiç beklemediği bir yerden gelmişti. Henüz kimsenin tam olarak anlayamadığı, kimin yaptığını bulamadığı birinden.

                AG gözlüklerinden dünya saatlerine baktı.  Berlin’de sabah olmuştu. Projenin baş sorumlusunu aramak üzere parmağını gözlerinin önüne kaldırdı, rehberi açtı ve hızlı aramalardan Müller’i seçti. Telefon uzun uzun çaldı, sonra aniden kesildi ve gözlüğün küçük ekranında uykulu gözlerle ekrana bakan bir adam belirdi.

            “Günaydın Profesör. Umarım rahatsız etmiyorumdur.”

“Hayır, efendim. Size nasıl yardımcı olabilirim?“

“Bir gelişme var mı?  Ne kadar ilerleyebildik?”

“Bay Stan, elimizden geleni yapıyoruz. Deneklerimizin birkaç tanesinde kayda değer ilerlemeler sağladık ancak eski çalışmalar olmadan sıfırdan başlamış gibiyiz. Çok zaman alabilir.”

“O kadar zamanımız olmayabilir,” diye beklenmedik biçimde bağırdı yaşlı adam.

“Anlıyorum efendim.”

“Kusura bakma Hans. Senin suçun olmadığını biliyorum. İstanbul ve Tokyo’dan bir haber var mı?”

“Araştırmalarını bizimle düzenli olarak paylaşıyorlar. Eskisinden daha tedbirliyiz. Üç büyük makine sürekli olarak birbirlerini yedekliyor. Ayrıca tüm güçleri ile olasılıkları deniyorlar.”

“Tahmini bir süre çıkardılar mı?”

“Hayır, Bay Stan.”

“Teşekkür ederim Hans. Bir gelişme olursa haber verirsin.”

“Tabii efendim.”

                Profesör Hans Müller’in görüntüsü yaşlı adamın gözünün önünden kayboldu. Jason düşüncelere dalmıştı. Kahvesinden birkaç yudum daha aldı. Odasından dışarı çıktı ve bardağını kapının hemen önünde bekleyen yarım akıllının eline bıraktı. Şimdi Edenia’nın metal koridorlarında dolaşıyordu. Güvenlik birimine yaklaştıkça etraftaki görevlilerin sayısı artıyor, her biri ufak bir baş selamı ile Stan’in yanından geçiyordu. Ana kontrol odasının önüne geldiğinde içeride çalışan makinelerin sesini rahatlıkla duyabildiğini fark etti. Konuşmalar, yarım akıllılardan çıkan sesler ve diğer makinelerin seslerinin oluşturduğu bir kakofoni dışarıya yayılıyordu.

                Jason Stan, derin bir nefes alarak kapıyı açtı. Ekranlarının başında tüm dikkatlerini işlerine vermiş olan insanlar yaşlı adamı karşılarında görünce ayağa kalktılar. Androidler ise bir anlık duraksamanın ardından derhal işlerine geri döndüler. Stan eliyle oturun işareti yaptı.

                “Hoşgeldiniz,” dedi iri yarı güvenlik şefi.

                “Ne durumdayız?”

                “Berlin ve Tokyo’da her şey kontrol altında. Şirketin seçtiği başkanlar görevlerine devam ediyor. Herhangi bir isyan durumu yok. Ancak İstanbul daha karışık.”

                “Nasıl daha karışık?”

                “Tam olarak kontrolü sağlayamadık. Ayrıca hala eski hatlardan sanal ağlara girilebiliyor. Takibi çok zor.”

                “Şu kendisine Hayd adını veren serserinin İstanbul’da olma ihtimali var mı?”

                “Diğer şehirleri büyük oranda eledik efendim. Orada olma ihtimali çok yüksek.”

                “Neredeyse bir yıl olmak üzere, saldırının yıldönümü yaklaşıyor. Hala herhangi bir talep gelmedi mi?”

                “Hayır, Bay Stan. Ne bir istek var, ne de Hayd denen adamdan bir iz.”

                “Buhar olup uçmadı ya,” diye söylendi yaşlı adam. Bir yandan da odanın içerisinde ağır ağır dolaşıyordu. “Bir fikriniz var mı, Bay Tyler?”

                İri yarı adam alnındaki terleri sildi. Kendini sıkmaktan yüzü buruş buruş olmuştu. Bir süre önce makinelerin önünde dev gibi duran adam giderek küçülüyordu.

                “Saldırının yıl dönümünde bir istekte bulunmasını bekleyebiliriz. Korsanların genel davranış biçimlerine…” dedi ve duraksadı. Yaşlı adam hemen lafa girdi.

                “Başlatma şimdi genel davranış biçimine! Adam beklediğimiz hiçbir şeyi yapmadı. Onu saklandığı delikten bizim çıkarmamız gerekebilir.”

                “Daha önce dediğim gibi efendim, İstanbul’da durum biraz karışık.”

                “Nasıl karışık olabilir? O şehri batmaktan kurtardık, yatırımlar yaptık. Teknoloji verdik. Başkanları o koltukta kalmak için istediğimiz herşeyi yapar.”

                “O yapar ama Kam adını verdikleri adam ve onun grubu Kami Kavsi hala isyan halinde. Başkanı istemediklerini açıkça söylediler ve şirketimizi tehdit edecek kadar ileri gittiler.”

                “Kim olduklarını sanıyor bunlar?” diye bağırdı yaşlı adam. Ardından kendinden beklenmeyecek bir güç ile önünden geçmekte olan yarım akıllıya vurdu. Android, bir an için tökezledi ardından hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etti.

                “Tam olarak ne istediklerini öğrenmeye çalışıyoruz efendim.”

                Jason Stan birkaç adım attı. Elini güvenlik şefinin omzuna koydu.

                “Beni iyi dinle genç adam. İnsanlar bir şey istemez, isteyemez. İsteklerini biz belirleriz. Neyi arzulayacaklarını, neye ihtiyaçları olduğunu biz onlara gösteririz. Bizim ürünlerimizi alırlar. Bizim istediğimiz kişileri yönetici seçerler. StanX şirketi yapar, onlar kullanır. Biz üretiriz, onlar tüketir. Kam veya adı her neyse, bir talebi olmamalı. Bir şey talep edecek durumda olmamalı. İstanbul’da insanların YongaX’i yok mu?”

                “İstanbul nüfusunun yüzde doksan ikisinde yongamız mevcut efendim. Geri kalanlarda sisteme dahil edilmeye çalışılıyor.”

                “Öyleyse bahsettiğin bu grup içerisinde yongamız kullanılıyor. Bir çoğunun, hatta belki de kendini bir şey sanan şu herifin beyni bile elimizde olabilir.”

                “Olabilir,” dedi güvenlik şefi, kendisinin bile zor duyabileceği bir ses tonu ile.

                “Harekete geçme zamanımız geldi de geçiyor bile. Başkan’a söyleyin şu Kam işini bir an önce çözsün. Eğer çözemiyorsa biz bir yol buluruz. Siz de tüm dikkatinizi Hayd’a verin Bay Tyler. Hangi deliğe girdiyse çıkarın onu.”

                “Anlaşıldı efendim.”

                “Ben Nora’nın yanında olacağım. Bir gelişme olursa haber verirsiniz.”

                Güvenlik şefi anladığını belli edercesine başını salladı. Jason Stan ağır adımlarla odadan çıktı. Edenia’nın metal koridorlarında tek başına yürüyordu.

                Lanet bir korsan ne isteyebilir diye düşündü. Mal, mülk, para. StanX şirketi dünyanın her yerinde, Karun’dan daha zengin edebilirdik onu. Eğer sessizliğini korursa kendi sonunu da hazırlamış olacak. Siktiğimin herifini kimse elimden alamayacak.

                Nora’nın odasına yaklaştıkça kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Onun karşısında her zaman sükunetini korumuştu, şimdi de aynısını yapacaktı. Birkaç köşeyi dönüp, asansörle en üst kata çıktı ve Edenia’nın en özel odasına ulaştı. Önce parmak izi, ardından retina taramasını geçti. Nihayet kapılar açıldı.

                “Ben geldim,” dedi Jason Stan, loş bir ışıkla aydınlatılmış odaya girerken.  Etrafa bir göz gezdirdi. Her şey olması gerektiği yerde duruyordu. Bu oda dünyada, Florida’daki yazlık evlerinin bir kopyası olarak dekore edilmişti. Nora’nın kendi seçtiği oturma grubu, en sevdiği tablolar ve köşede yer alan bir şömine…

                Yaşlı adam önce Edenia’nın en büyük camından dışarıdaki karanlık uzaya baktı. Uzaktaki yıldızlara ve Edenia’nın yörüngesinde döndüğü dünyaya. Ardından odanın tam ortasında duran, etrafından sarkan kablolar ve borularıyla büyük bir makineyi andıran, içi mavi jel dolu kapsüle baktı.

                Yavaş yavaş oraya doğru yürüdü. Parmaklarını kapsülün metal yüzeyinde dolaştırdı. Cam bölüme geldiğinde durdu. Yüzünü yakınlaştırdı, avucunun içi ile camı okşadı. Nora’nın huzur içinde uyuyormuş gibi görünen yüzüne baktı.

                “Ne pahasına olursa olsun seni geri getireceğim aşkım,” diye fısıldadı.





GİRİŞ

                “Hayd içerde.”

                Sanal ortama girmek oldum olası beni mutlu etmiştir. Özellikle bir iddia sonrasında içerdeysem. Herşey küçük bir şakalaşma ile başlamıştı. StanX gibi büyük bir şirketin neden oyun işine girdiğine anlam veremeyen bir grup arkadaşın sohbeti komplo teorilerine dönüşmüş ve içimdeki gerçeği öğrenme isteğini açığa çıkarmıştı.

                “Yaptıkları oyunun sunucuları bile bir kaleden daha iyi korunur,” demişti R@y. “Sonuçta dünyanın en büyük şirketi ve neredeyse her sektördeler.”
                “İyi de neden? Bugüne kadar her oyunda bir açık bulundu, her oyunun içine sızıldı. Bu oyunu özel yapan ne?”
                “StanX’in oyunu olması,” diye karşılık vermişti Ivy.

                Bilgisayar ekranında beliren birkaç gülme efektinin ardından R@y son darbeyi vurmuştu.

                “Bence bundan sonra da kimse sızamaz oraya. Adamlar dünyayı yönetiyorlar. Onlardan büyük bir şirket yok.”

                Son cevabım, ben sızabilirim olmuştu ve işte buradayız. Olay tamamen bir zamanlama meselesiydi. En zayıf olduklarını hissettirdikleri an, benim de saldırımı başlatacağım andı. Neyse ki fırsat için çok beklemem gerekmemişti. Konuşmamızdan bir ay sonra sanal ağlar Japon w0rms grubunun büyük bir saldırı hazırlığında olduğuyla ilgili haberler ile çalkalanıyordu. Ardından diğer gruplardan benzer açıklamalar yükseldi. Sonu ise çılgınlık, tam bir sanal savaş.

                Hiç biri umrumda değildi. Ben, kendi hedefime tam olarak odaklanmıştım. Bir karton sigara, strese karşı birkaç yatıştırıcı hap ve AG’lerin (Arttırılmış Gerçeklik) üzerine taktığım SG (Sanal Gerçeklik) gözlüklerim.  Artık herkesin Hayd ismini öğrenme zamanı gelmişti.

                “Geldim,” yazdı SG’nin yan tarafında. R@y’in ışığı yeşile dönmüştü.
                “Bir şey kaçırmadım değil mi?” diye sordu Ivy ve onu temsil eden ışıkta renk değiştirdi.
                “Yeni başlıyorum.”

                Oyunun içerisinde dolaşmak ve hile yapmak kolaydı. Özentilerin bile sağdan soldan buldukları kodlarla yapabildikleri inanılmaz şeyler oluyordu. Tabii, hiç kimse hileden sonra oyunda kalamıyordu. Hem StanX’i kandırıp, hem de içeride kalabilenler her zaman gerçek kırıcılardı.

                “Şimdi. Her şeyi görebilmeniz için oyun içi haklarınızı biraz yükseltiyorum.”

                Ivy hiç zaman kaybetmeden SG’nin bir tarafını efektlerle doldurmuştu. Parmaklarım ısınmaya başlamıştı. El yordamıyla sigara paketini buldum ve bir dal yaktım. Birkaç ufak numara denedim ama başarısız oldum. X-Life oyununun sahte sokaklarında ufak çukurlar oluşturmaya başlamıştım. Hemen peşimden gelen R@y’in olan biteni rahatça gördüğünden emindim.

                “Oyunun içinden StanX’in merkezine ulaşabileceğine emin misin?” diye sordu Ivy. “Henüz bir şey göremedik de.”
                “Biraz sabırlı olur musunuz?”

                Bir taraftan sistemin derinlerine dalmaya çalışırken diğer taraftan da başında oturduğum masanın üzerindeki su şişesini arıyordum. Sonunda buldum ve bir iki yudum içtim. Gözümün kaymasından mı yoksa oyundan mı kaynaklandığını bilemediğim bir piksel atlaması fark ettim. Elimdekini bir kenara bırakıp tüm dikkatimi ekrana verdim.

                “Şunu gördünüz mü?”
                “Neyi?” dedi Ivy.
                “Şu bahçe duvarını.”
                “Normal bir bahçe duvarı işte.”
                “Az önce düz değildi.”
                “Sana öyle gelmiş olmasın?” diye araya girdi R@y.
                “Bir de şimdi bak.”

                Mavi ve yeşil fosforlu boya ile oluşturulmuş bir yay çizimi tuğla duvarın üzerinde belirdi.

                “Kami Kavsi,” dedi Ivy.

                Büyük saldırıdan istifade ederek onlarda kendilerine hedef olarak StanX’i seçmiş olmalıydılar. Oyun üzerinden güvenlik duvarlarını aşmayı planlayan başkaları da etraftaydı artık. Neden olmasındı ki? Şirketin bir kolu İstanbul’daydı ve neredeyse şehrin tamamını kontrol ediyorlardı. Her ne kadar başkan aksini iddia etse bile bu su götürmez bir gerçekti.

                Elimi çabuk tutmalıydım.

                “Ivy.”
                “Buradayım Hayd.”

                “Bu işi biraz eski metodlara başvurarak hızlandırabiliriz. Ben burada bir delik açmaya çalışırken, sen de şirketin İstanbul merkezini ara. Yardım masasından aradığını, saldırı dolayısıyla bir çok bilgisayarın etkilendiğini, acilen ana sunucu yöneticisi ile görüşmek istediğini söyle. Dahili numarasını ve tam adını sor. Seni bağlamaya çalışırsa bir bahane uydur ve telefonu kapat.”

                “Tamamdır, dostum.”

                Ivy, bana bir isimle gelene kadar ben de X-Life’ın soluk sokaklarında dolaşıyordum. Birkaç duvarda daha yay çizimine rastladım. Ardından yanıma yaklaşan bir avatar beni durdurdu.

                “Bize katılmak ister misin, Hayd.”

                “Teşekkürler. Ben yalnız çalışırım.”

                Meşhur isyancı Kam’ın adamlarından biri olmalıydı ama önemli değil. Hiçbir zaman kendimi bir topluluğa yakın hissetmedim. Ne yaptıklarını, ne uğruna savaştıklarını umursamıyordum. Tek bildiğim benden önce StanX’e giremeyecekleriydi.

                “Geldim, seni manyak,” yazdı Ivy.
                “İsim ve numara?”
                “Ahmet Kara, 7515”

                Hızlıca dil çeviriciyi aktif hale getirdim ve bir mail hazırladım.

                “Acil. Ahmet Kara’nın dikkatine.

                Dünya çapındaki saldırı nedeniyle zor durumdayız. Kullanıcı adımın ve şifremin yenilenmesini rica ediyorum. X-Life ana sunucuya erişmem gerekiyor.
                Neumann, Albert”

                Elektronik posta anında Almanca’ya çevrildi. Gönderilmeye hazırdı. Hızlıca telefon hattımı birkaç vekil sunucu üzerinden Berlin numarasına çevirdim. Ardından dahili numarasını tuşlayarak Ahmet’i aradım.

                Ses değiştirici aktif, simultane tercüme aktif.

                “Merhaba Ahmet. Ben Berlin’den Neumann, güvenlik biriminden. Saldırı sebebiyle zor durumdayız. Acilen İstanbul’daki ana sunucuya bağlanmam gerekiyor.”
                “Tabii, anlıyorum,” dedi karşıdaki ses. “Aslında biz de pek iyi sayılmayız. Ortalık karışmış durumda.”
                “Sana hızlıca bir eposta atıyorum. Üstlerin sorarsa diye sebepleri de açıkladım. Yeni bir kullanıcı adı ve şifre verebilir misin? Şey, ana sunucu için. Hani şu makine vardı ya, sizin oradaki.”
                “TURLFX,” dedi nazikçe.
                “Evet, evet. Bu arada şimdi gönderdim. Birazdan sana ulaşır, onun üzerinden dönüş yapabilirsin. ”
                “Geldi Neumann. Şimdi sana yeni bir kullanıcı oluşturup dönüş yapıyorum.”
                “Çok teşekkürler.”

                Telefonu kapadım ve epostanın gelmesini bekledim. Eğer “Yanıtla” tuşu yerine adresi kendi girmeye kalkarsa bütün planım suya düşecekti. StanX şirketinin Berlin ofisinden geliyormuş gibi gözüken bölüm basit bir aldatmacadan ibaretti. Beklerken tekrar Kam’ın adamlarından biriyle karşılaştım. Belli ki, hala uğraşıyorlardı.

                Sonunda beklediğim cevap geldi. Eski ve kirli numaramı yutmuşlardı. Kimsenin denememiş olmasına şaşırdım.

                “Tamamdır arkadaşlar. İçeri giriş için biletim hazır.”
                “Asıl iş bundan sonra başlıyor,” diye araya girdi R@y.
                “O kısmı bana bırakın. Bu işten sonra adım tarihe geçecek.”

                Bir taraftan oyun içerisinde ilerliyordum, diğer taraftan gözümün önünde akan kod parçaları ile uğraşıyordum. Kullanıcı adı ve şifre. Tabii ki. Kapılar açılıyordu.

                “Gençler şehir manzarasından sıkıldınız mı?” Cevap gelmesini beklemeden ortamı biraz değiştirdim. Artık büyük bir yatın içinde açık denizlerdeydik. AG gözlüklerimin önünde tebrik ve gülümseme işaretleri akıyordu. Bir süre daha çabaladıktan sonra daha derinlere inmeyi başardım.

                Küçük hizmet robotları, kendi kendini idare eden araçlar, yarım akıllı androidler, güvenlik uçargözleri, akıllı evler ve son olarak yapay zeka araştırmaları. En zor olan en büyük olandır. Bir saniye daha düşünmeden YZ bölümüne geçtim.

                Birkaç başarısız denememden sonra şirketi fazla hafife aldığımı düşündüm. Ardından aklıma gelen tüm metodları denemeye başladım. O kapının arkasında ne saklıyorlarsa büyük bir şeydi. Dakikalar geçiyordu ve ben hala uğraşıyordum.

                “Başka neler yapabilirsin, Hayd?” diye sordu Ivy. “Biz yeterince deniz havası aldık.”

                Önümdekini bir kenara bırakıp, klavyede birkaç komut tuşladım. Durumlarından menun olmayan dostlarımın avatarları tam kapasiteye çıktı. Ardından onları yüksek bir dağın tepesine bıraktım.

                “Madem öyle biraz da dağ havası alın.”
                “Hiç komik değil,” dedi R@y.
                “Büyük bir şeyin peşinde olduğumun farkındasınız sanıyordum.”
                “Farkındayız ama o yatta saatler geçirdik.”
                “Ne saatler mi?”

                Bir sigara daha yaktım. Ne kadar süredir kapılarla uğraştığımın farkına varamamıştım. AG gözlüklerimden saati kontrol ettim. Tüm saldırının bitmesine daha iki saat vardı. Bu süre içerisinde alacağımı alıp, çıkıp gitmeliydim. Onlar beni bulmadan iş bitmeliydi.

                “Bir YZ araştırması var. Buradaki en iyi korunan şey o.”
                “Yani? Hadi ama imzanı at ve çık artık. Yeterince eğlendik,” dedi Ivy.
                “Bir saat daha verin bana. Ondan sonra çıkıyorum.”

                Sisteme ekstra kodlar ekliyordum, hangisinin etki edeceğini bilmeden. Sadece yazıyordum. Bildiğim, öğrendiğim her şeyi, içgüdüsel olarak hissettiğim her şeyi deniyordum. Aniden büyük kapı açıldı. Sigaram ağzımdan kucağıma düştü. Gözlükleri kaldırıp gerçek hayata bir göz attım. Pantolonum henüz tutuşmaya başlamamıştı. Hafif bir hareketle üzerimdekiler yere düşürmeyi başardım ve ayağımla ezdim. Gözlüğü tekrar taktığımda o karşımdaydı.

                Bugüne kadar dizayn edilmiş en gerçekçi sanal görüntü. Her iki dünyada da var olmuş en mükemmel vücuda sahip kadın. Altın oran vücudunun her yerindeydi. Her tarafını saran tek parça tulum üzerinde parlıyordu. Mavi pembe uzun saçları yüzünün iki yanından aşağı inmişti. Elini bana uzattı.
                “Yardım et.”

                Donmuştum. Mesaneme baskı yapan idrar dışında bir şey hissetmiyordum.

                “Kimsin?” diyebildim sonunda. Ya da nesin diye düşündüm.
                “Çıkar beni buradan, yardım et.”

                Düşünüyordum. İzinsiz girdiğim bir sunucudan nasıl çıkacağımı hesaplamayı bırakıp karşımda duran varlığı oradan nasıl çıkaracağımı düşünüyordum. Ardından sarsıldım. Camların kırılma sesleri her yeri sarmıştı. Etrafıma bakındım. Kız karşımda kıpırdamadan duruyordu.

                “Gel benimle,” dedim. “Fazla zamanım olmayabilir. Seni oradan çıkartalım ve kimsenin bakmayacağı bir yere koyalım.”

                Gerçekte bulunduğum binanın içerisinden uçargözlerin pervane sesleri geliyordu. Beni nasıl bulduklarını anlayamıyordum. Bu kadar çabuk olmamalıydı. Bütün izleri kapatmıştım. Bu şekilde olmamalıydı.

                “08,” dedi şimdi yanımda duran varlık.
                “Bu ne şimdi? Senin ismin mi?”
                “08.”

                Üst katlardan gelen koşturma sesleri güvenlik güçlerinin yakın olduğunu haber veriyordu. Sanal ortamda bulunan kapılara baktım. Ufak bir tekerlemenin ardından parmağım bir tanesini işaret eder vaziyette durdu.

                “Sakın kıpırdama,” diye bağırdı arkamdan bir ses.
                “Hayd. İyi misin?” yazdı R@y. “Hala orada mısın? Çıksan iyi olacak, tüm dünyada saldırı bitmek üzere.”

                Şimdi kafama dayanmış namlunun soğuk çeliğini hissedebiliyordum.

                “Sana diyorum. Ellerini makineden çek ve gözlükleri çıkar.”

                Son bir tuşa bastım ve son bir komut çalışmaya başladı. Ekranlar karardı. Makineler patlayacakmış gibi ses çıkartıyor, tüm hızlarıyla içlerindeki tüm bilgileri siliyorlardı. SG ve AG’lerimi çıkarıp ellerimi havaya kaldırdım.

                “Alper Tektaş, yasadışı alkol ve kimyasal bulundurmaktan tutuklusun.”

                Şaşırmıştım. Arkamdaki adam istese bile kıpırdayamazdım. Ellerimden tuttu ve sırtımda birleştirdi.

                “Bu kadar basit bir şey için beni hapse mi atacaksınız?”
                “Tabii ki hayır, DRM’ye gönderiliyorsun.”


                DRM. Depresyon Rehabilitasyon Merkezi.