siberpunk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
siberpunk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayata dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek zorunda kaldığım İstankara Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni bir başlangıç yap.” Temiz bir sicil… Sonra bir daha kaçmak yok. Belki başka bir şehre, belki de küçük ve henüz bozulmamış bir kasabaya yerleşip kendime basit bir hayat kurar, yaşamımın geri kalanında sürekli arkamı kollamak, yüzümü saklamak zorunda kalmazdım.

İlk defa kaçak olarak binmediğim bir gemide son yaklaşma için operatörden izin beklerken şehre de uzun uzun bakma fırsatı buldum. Aslında son gelişimden bu yana pek fazla değişmemiş görünüyordu. Çoktan tüm doğal kaynaklarını kaybetmiş olan bölgeden geriye kalanları da şehrin üstünde leş kargaları gibi dolaşan gemiler, onların altında sürekli hareket halinde olan insanlar, geliştirilmişler ve robotlar sömürüyordu.

Bu arada, daha önce hayatımda hiç leş kargası görmemiştim. Uzun yolculuk boyunca izlediğim belgeseller sayesinde bu ilginç hayvanlar hakkında bilgi sahibi olmuş oldum. Bu da kayıtlı yolcu olarak seyahat etmenin başka bir güzel yönüydü.

Artık iniş için hazırlanma vaktim gelmişti. Geminin arka tarafındaki dolabı açtım ve şirketin çevreye uygun olabileceğini söyleyerek giymem için verdiği kıyafetlere baktım. Hiçbirini giymeye niyetim yoktu. Üstümdeki şirket logolu uçuş tulumu sanki doğduğumdan beri üstümdeymişçesine rahattı.

Ayrıca ben zaten bu şehirde büyümüştüm. Terk etmek zorunda kalmış olsam da her köşesini çok iyi bilirim. Kimsenin başkasının ne giydiğine bakacak zamanı yoktur. Sokaklar kalabalıktır. Üstelik yola çıkmadan bana verilen bilgiye göre nüfusun daha da arttığı, yüz milyon kişinin bölgede tıkılıp kaldığı söylenmişti. Bence gerçekten kimin ne giydiğinin bir önemi yok.

Kıyafet değiştirmeyeceğime göre silahımı, mermileri ve bayıltıcı okları tulumumun özel hazırlanmış bölmelerine yerleştirdim. Rahat olduğu kadar kullanışlı da bir giysi bu.

Dolabın içindeki aynada kendime bir kez daha baktım. Sanki her defasında farklı bir kişiye bakıyor gibiydim. Aynadaki yansımam dün gördüğüm ben değildi; hatta ne şimdiki ne de bir hafta önce gördüğüm ben aynıydık. Abartıyor olabilirim tabii. Ne de olsa yol boyunca belgesel izleyip yeni bilgiler edindim. Düşüncelerimi etkilemiş olmalı. Peki ya yüzüm? O da değişmiş miydi? Ellerimle yüzüme dokundum. Düne göre kendimi farklı mı hissediyordum? Eh, aynı çene aynı burun işte…
Otomatik operatörden gelen sesle irkildim.

“İstankara limanından Şahin 3’e, belgeleriniz onaylandı. İskele 82 inişe hazır. Lütfen yerlerinize oturun ve kemerlerinizi bağlayın. İki dakika içinde kenetlenme başlıyor.”

Hemen yerime geçtim ve kemerimi bağladım.

Sistemler gemiyi indirip bağlayıcı zincirler gövdeye yapıştığında tam bir sessizlik olmuştu. İçinde bulunduğum aracın kalın metal kaplamasına rağmen etrafını çevreleyen statik elektrik boşaltma halatlarının gıcırtısını duyabiliyordum. Ufak bir sarsıntıyla iniş tamamlandı. Kokpit penceresinden dışarıya bir göz attım.

Her şey bıraktığım gibi.

Limanın meşhur hamalları iş kapmak için geminin indiği iskelenin başına üşüşmüştü bile. Kapılar açılır açılmaz geliştirilmiş insanların bağırışlarını duyacağımı biliyordum.

Daha önceden hazırladığım ve işime yarayacağını düşündüğüm malzemeleri yerleştirdiğim çantayı aldım. Uçuş tulumumun üzerine kapüşonlu ceketimi geçirdim ve kapakları açtım.

Anında başladılar.

Hamalların anlaşılmayan bağırışları eskiden dinlediğim çok sesli bir orkestrayı yeniden dinlemek gibiydi. Hatırladığım en net sesler, birkaç güncelleme veya vücutlarına katacakları birkaç geliştirme için birbirlerini ezen, bu uğurda birbirlerini bile öldürebilen bu insanlara aitti.

Dışarı adımımı atar atmaz robot görevli beni taramadan geçirdi.

“Hoş geldiniz Bay Namtar. Üzerinizde bulunan tüm eşyalar ruhsatlı ve şirket onaylı. Şehrimizde iyi vakit geçirmenizi diliyoruz.”

“Teşekkür ederim.”

Bir makineye teşekkür etmek tuhaf gelse de ilk defa bu şekilde karşılanıyor olmak daha da tuhaftı. Hatırladığım kadarıyla son seferimde gemiyi, dışarı atılan safra ve lağımla birlikte terk etmiştim. İşlerimi halleder halletmez de şehri yine kaçak olarak terk etmiştim.

Fakat bu kez anlaşmam sağlamdı. Elimde şirketin verdiği bir görev emri vardı elimde. Bu da neredeyse dokunulmazlık anlamına geliyordu. Yapılmasını istedikleri iş için beni seçmelerini de anlayabiliyordum. Etrafta nam salmış bir kırıcı ve kaçaktım. Ayrıca peşinde olduğum adam da benim kimliğimi kullanarak iş çeviriyordu. Şirketin söylediğine göre sistemlerini sabote etmişti. Önce ben sanıp peşime düşmüşler, ardından da başkası olduğunu anlamışlardı. O arada da beni yakalayıp özgürlük anlaşmasını teklif etmişler, ben de memnuniyetle kabul etmiştim.

Aslında bu sahtekârın kimliğimi kullanmasında benim de suçum vardı. O kadar çok viranede takılmıştım ki, herhangi birinde ek hafıza kartımı kırmış olabilirlerdi. Sonrasında üç beş krediye de adamın eline geçmişti zaten.

Sahtekârı yakalamak için İstankara’ya gideceğimi öğrendiğimde adamın davranış biçimi çok mantıklı gelmişti. Sadece ismimi ve anılarımı kullanarak birçok kapıyı açabilir, istediklerini elde eder ve rahatlıkla gizlenebilirdi. Ne de olsa yıllardır ben de aynısını yapıyordum.

Limanın güvenli bölgesinden çıktım ve insanların arasına karıştım. O anda kopan gürültüyle istemsizce sağıma döndüm. Az ötede iki geliştirilmiş hamal üç kredilik yük için birbirine girmişti. Buralarda kalabalık dışında en net hatırladığım bir diğer şey de iki serserinin kavgasıydı. Sanırım sonradan ben de onlardan birine dönüşmüştüm. Bir dövüş mü var, ben derhal oradaydım. Eğer yakalamam gereken sahtekâr, anılarımla birlikte aynı düşüncelere de sahipse bu tarz gürültülerden uzakta kalamayacaktı. Belki de yakınlarda bir yerdeydi.

Şirketin sağladığı yüz tarama lensini aktive ettim. Uzun yolculuk boyunca adamın yüzünü ezberlemiş olsam da elimdeki teknoloji benden hızlı davranabilirdi. Ben de o sırada kavgayı izlerdim.

İki geliştirilmişin mücadelesinde mutlaka bir şeyler kopar. Birkaç yumruk darbesinden sonra adamlardan birinin mekanik kas bağlantılarından kablolar fırlamıştı bile. Eh, beyin yerine mekanik kasa yatırım yaparsanız olacağı buydu işte. Ucuz işçilik ve en ucuz geliştirmeler her zaman kaslarla ilgili olanlardı. Bu adamlar hayatları boyu her gün çalışsalar bile yapay sinir ağı geliştirmelerinin bir nöronluk devresini bile alamazlardı.

İşte birkaç metal parça fırladı bile!

Daha önce hatırladıklarımdan farklı olarak bu sefer fırlayan kablolar ve parçalanan devrelerden zevk almamıştım. Daha fazla izlememeye karar verdiğim anda lensin taraması da sonlandı. Aradığım üç kağıtçı burada değildi. Tam ayrılacağım sırada adamlardan biri yere düştü ve öylece kaldı.

Eskiden böyle durumlarda ambulans ve polis geldiğini hatırlıyordum. Arada bir de olsa gelirlerdi. Şimdiyse şehir o kadar kalabalıktı ki birkaç serserinin ölmesi veya devre dışı kalması kimsenin umurumda değil gibiydi. Bu zamanlarda olay yerine ilk gelenler hurdacılar olur, işe yarar malzemeleri toplayıp giderlerdi.

Artık benim de gitme zamanım gelmişti. Nereden başlayacağımı biliyordum. Buraya döndüğüm zamanlar mutlaka Doğubank İş Hanı’na uğrar, kendimi gizleyecek ve kaçışımı kolaylaştıracak güncellemeler alırdım. Bir kaçak olarak sahtekârın da ilk yapacağı iş bu olmalıydı.

Bir süre handa takılmaya karar verdim. Benden üç gün önde olduğuna göre mutlaka onu görenler olmuştur. Eğer orada da bir ize rastlamazsam en sevdiğim eğlence mekanlarına göz atabilirdim. Oralarda sadece ismimi kullanması bile yetebilirdi ama tabii ben buna izin verecek değildim. En fazla birkaç gün içerisinde o hıyarı yakalayıp yeni ve temiz hayatıma başlamak niyetindeydim.

Kısa bir yürüyüşün ardından Doğubank’ın girişine ulaştım. Son gelişimin üzerinden epey zaman geçmişti. Şehrin geri kalanı gibi burası da nefes alan bir organizma gibiydi. Yaşıyor, değişiyor, dönüşüyordu. Bir defa gördüğünüz kişi sonraki gelişinizde tanınmayacak halde olabilir, daha da kötüsü çoktan tahtalı köyü boylamış olabilirdi.

Bu şehirde yaşam ne kadar değersiz böyle.

Merkezi tarama sisteminden geçer geçmez otomatik ve sesli olarak selamlandım. İsmimi duyanlar dönüp bakıyordu. Herkesin saygıyla karışık bir korkuyla bana baktığını anılarımdan biliyordum. İçeride yürümeye başladım.

Soldan ikinci dükkân… Evet, burayı hatırlamıştım ama kapıdaki adam pek tanıdık gelmiyordu. Peki, niye halâ suratıma dik dik bakıyordu?

“Bay Namtar?” dedi sonunda.

“Evet, benim.”

“Sizi bu kadar çabuk göreceğimi sanmıyordum.”

Evet, tam isabet! Demek ki sahtekâr buraya uğramıştı.

“Biraz değişmişsiniz.”

“Evet. Hazır buralardayken biraz estetik ve yazılım güncellemesi yaptırdım.”

“Çok iyi olmuş efendim. Geçen gün sorduğunuz cihazları buldum. Birkaç gün içinde elimde olacaklar.”

“Geldiğinde nereye haber yollayacağını biliyorsun değil mi?”

“Hiç unutur muyum? Keçi’nin Yeri’ne bizzat ben getireceğim.”

İşte buna hedefi on ikiden vurmak derim. Artık vakit kaybetmeden mekâna geçme zamanı gelmişti.

“Teşekkür ederim. Karşılığını alacaksın.”

“Biliyorum efendim.”

Handan hızla çıkıp anayola geçtim. Karşıma çıkan ilk ototaksiye atladım, krediyi şirket hesabından karşıladığımdan ilk kez yolun kaç kilometre olduğu konusunda kaygılanmama gerek yoktu. Görevim belliydi.

Bir saat sonra Keçi’nin Yeri’ne vardım. Geniş cam vitrininin önünde durdum ve tarayıcı lensi çalıştırdım. Adamım henüz burada değildi.

Şimdi kafamda beliren sorulara mantıklı cevaplar vermeliydim. Benden önce buraya gelmiş miydi? Eğer birkaç saat önce mekânda idiyse tip değişikliğini açıklamak zor olacaktı. Keçi burada mı? Buradaysa onun ben olmadığımı anlayıp herifi bir güzel pataklamış olabilir miydi?

Hızlı düşün, ek işlemciyi çalıştır. Sorunlara mantıklı çözümler bul.

Daha fazla zaman kaybetmeden içeri girdim.

“İyi akşamlar.”

“Hoş geldiniz,” dedi barın arkasında Keçi’nin yerinde duran adam.

“Bir arkadaşa bakmıştım.”

“İsim alırsam veri tabanımı tarayıp yardımcı olabilirim.”

“Namtar.”

“Ooo… Onu biliyorum. Yıllar önce uğramış en son. Ben buralarda değildim o zamanlar.”

“Evet, burada Keçi vardı. O nerelerde?”

“Babam sizlere ömür…”

“Ne oldu? Kavga mı?”

“Hayır efendim. Beyin virüsü. Yapay sinir ağına bulaşmış. Tüm sistemini silmesi ve iç organlarını çalışmaz hale getirmesi çok uzun sürmedi. O boklara bulaşmamasını söylemiştim ona.”

“Peki ya sen? Hiç geliştirmen yok mu?”

“Bir tane dışında yok efendim. Yüzde doksan sekiz biyolojik insanım hala.”

“Daha gençsin de ondan. Biraz yaşlanınca bağımlısı olursun. Ne derler bilirsin her yenilik sonsuzluğa atılmış bir adımdır.”

“Evet. İyi bir kırıcı seni bozana kadar süren sahte bir sonsuzluk.”

“Bu da doğru… Ben şurada oturacağım. En sert içkinden bir tane gönder. Namtar gelirse de beklediğimi söyle ve beni işaret et. Burada buluşacaktık. Çantada onun istedikleri var.”

“Tamamdır.”

Barı tam karşıdan gören bir masaya geçtim ve çantayı ayaklarımın arasına yerleştirdim. Kapüşonlumu ceketimi çıkarıp kucağıma koydum. Hemen altından silahımı çıkardım ve içine bayıltıcı ok yerleştirdim. Sahtekârı bacaklarımın üstünden rahatlıkla onu indirebilecek pozisyondaydım. Otomatik nişangâh zaten gerekeni yapacaktı.

İçkim masama henüz konmuştu ki kapı açıldı. Kendimi hazırladım. Keçi’nin oğlu elini kaldırdı.

“Hoş geldin dedektif.”

“Bana şöyle demekten vazgeçsen artık? Sıradan bir polisim işte.”

“Zor bir gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”

İçimden bir küfür ettim. İşimi bitirirken içerde olmasını isteyeceğim son kişi bir polis olabilirdi.
Önemli değil. Şirket icabına bakar. Hepsi onların maaşlı adamı değil mi?

İçkimden birkaç yudum aldım. Daha önce burada çok sarhoş olduğumu ve içtiklerimden büyük keyif aldığımı hatırlıyorsam da bu sefer hiçbir şey hissetmemiştim. Kendimi tamamen görevime odaklamıştım.

Bardağım bitmek üzereyken kapı tekrar açıldı.

“İyi akşamlar,” dedi içeri giren adam. “Keçi yok muydu?”

“Kim arıyor?” diye sordu barmen.

“Ben Namtar.”

“Babam sizlere ömür efendim. Ama sizi bekleyen birisi var. Geliştirmelerinizi getirmiş. Şu masada…”

Parmağıyla beni işaret ediyordu. Adam bana döner dönmez silahımı ateşledim. Ok tam olması gerektiği gibi kalbine saplandı ve sahtekâr yere devrildi. Şirket yetkililerinin söylediği doğruysa ilacın en az dört saat uyutması gerekiyordu.

“İki dozla tüm yolculuğu başın ağrımadan geçirebilirsin,” diye eklemişlerdi.

Polis olduğunu söyleyen adam bir anda silahını çekerek üstüme yürüdü: “Kıpırdama!”

“Dedektif, sakin ol!” diye bağırdı barmen.

Dedektif onu duymazdan gelerek silahını bana doğrultmuş halde cesedin üstüne eğildi ve nabzının atıp atmadığını kontrol etti.

 “Beni dinlemelisin dostum,” dedim. “Şirket için çalışıyorum. Parmak izimi veya yüzümü tarama cihazınla kontrol edebilirsin. Yaptığıma onay vereceklerdir. Bu adam şirket tarafından aranan bir sabotajcı!”

“Adının Namtar olduğunu söylemişti,” diye araya girdi barmen.

 “O bir sahtekâr ve suçlu. Namtar benim. Eğer sakin olursanız hesabımı ödeyeyim, orada kimliğimi doğrulayabilirsiniz. Şirket için çalıştığımı göreceksiniz.”

Dedektif itiraz etti: “Namtar bir kırıcıdır, şirkete çalışmaz.”

Dedektifin şirketin adını duyunca kararsız kaldığını gören barmen araya girdi.

“Bırak da adam kimliğini doğrulasın,” dedi.

Parmağımı ödeme sistemine uzattım ve hesabımdan iki içki düşülmesi için izin verdim.

“İçkinin biri benden sana sayın polis memuru.”

“Adam sallamıyormuş. Kesinlikle söylediği kişi!”

“Şimdi müsaadenizle bu üç kağıtçıyı alıp gidiyorum. Şirket yetkililerine yardımlarınızdan bahsedeceğim.”

Baygın sahtekârı bir ototaksiye yükleyerek limana döndüm. Kalabalığın arasından geçip robot görevliye işlemin tamam olduğunu söyledim. Birkaç saniye gecikmeyle onay verdi ve gemime döndüm. Adamı bir kolundan sağlam borulardan birine kelepçeledim. Birkaç saat sonra kendine gelirdi. İkinci dozu yapmaya ise hiç niyetim yoktu, onunla biraz konuşmak ve anılarımı nasıl çaldığını öğrenmek istiyordum. Gerçekte kimdi?

Ufak bir sarsıntıyla havalandık. Dakikalar içinde liman geminin kontrolünü bana devredince rotaya girmek için birkaç işlem yaptım ve şirket binasının koordinatlarını varış noktası olarak belirledim. Bundan sonrası artık beklemeye kalmıştı.

İkinci saati de karşımdakinin suratına bakarak geçirmiştim. Aynada kendini görmekle aynı şey değildi bu, anılarım ondaydı ama o ben değildim. Yine de tuhaf biçimde tanıdık geliyordu.

Üçüncü saatin sonunda kalkıp aynaya baktım. Yerde elleri bağlı yatan adam kadar kendime de yabancı olduğumu hissettim.

Dördüncü saat dolmak üzereyken karşımdaki ben kıpırdanmaya başladı. Yapay sinir ağımda biraz daha dolaştım. Anılarımda hiç aynaya bakmıyor muydum? Birkaç kez baktığım zamanları buldum. Büyük bir boşluk… Aynadaki aksimi göremiyordum. Anıların yanılması normal miydi? Peki ya aynada yansımamın olmaması?

Sonunda adam kendine gelmişti. Hafifçe kıpırdanarak sordu:

“Neredeyim ben? Bana ne oldu?”

“Bir süre uyudun, seni kimlik hırsızı!”

“Kimlik hırsızı mı? Ne saçmalıyorsun? Sen de kimsin?”

“Ben Namtar. Gerçek olanı.”

“Hadi oradan be!”

“Bence tartışacak bir konumda değilsin. Derdini şirkete anlatırsın.”

“Bunu neden yapıyorsun?”

“Seni, yani sahte beni şirkete teslim etmekle görevlendirildim.”

“Asıl sahte olan sensin. Kimsin be adam?”

“Adımı tekrarlamama gerek yok sanırım. Gayet iyi biliyorsun. Şimdi anlat bakalım anılarımı nasıl çaldın?”

“Kimin anısını çaldım? Senin gibi bir düzen adamının anılarını ne yapayım? Eminim çok sıkıcıdırlar. Seninle uğraşacağıma şirketle uğraşırım daha iyi.”

“Evet, orasını biliyorum. Sabotajcıymışsın. Bilmediğim tek şey kimlik bilgilerime, hatıralarıma nasıl sahip olduğun.”

“Nesin sen be adam? Aynı palavraları tekrarlayıp durma! Ben Namtar. Kimsenin hatırasını ya da kimliğini çalmadım.”

İlacın etkisi olabilir. Biraz daha bu sahtekâra katlanabilirim. Belki biraz zorlamam gerekir. Eminim o zaman konuşmaya başlar.

“Keçi’nin yerinde çok adam dövmüşlüğüm var. Seni de biraz hırpalamama şirket bir şey demez herhalde,” dedim.

“O kavgalarda ya sarhoştum, ya da karşımdakiler şirket ajanıydı. Tıpkı senin gibi… Sinsice bayıltıcı ok atmasaydın seni de bir güzel benzetirdim.”

“Benim anılarım onlar. Kavgalarımın hepsini hatırlıyorum.”

“Beni sinirlendirmeye başlıyorsun. Tamam, bir yere kadar ben gibi davranmış olabilirsin ama kendini rolüne fazla kaptırma derim.”

“Sadece bilmek istiyorum. Anılarımı çalarken hangi yazılımı kullandın? Hangi virüs?”

“Eeeh, yetti ama! Ben senin anılarını çalmadım be adam! Ellerimi buradan bir kurtarırsam seni de diğer şirket ajanları gibi tanınmaz hale getiririm.”

“Merak etme, ben seni konuşturmasını bilirim.”

“Sinirlendin mi yoksa?”

“Hayır.”

“Vuracak mısın bana?”

“Gerekirse evet.”

“Ben genelde birine vurmadan önce çok sinirlenirim. Yoksa çok sinirlenen sen misin?”

“Kesinlikle. Benim anılarımda da öyle.”

“Gerçekten kimsin veya nesin sen? Anılardan bahsedip duruyorsun. Hangileri bunlar? Önemli olan ne var senin için? Annemi hatırlıyor musun veya bu şehirden ilk kaçışımı? Peki ya köpeğimi? Onun öldüğü günü?”

“Evet. Her zamanki gibi yağmurlu bir İstankara günüydü. Şirketin yanan borularından havaya karışan kimyasalların oluşturduğu asit yağmurunun altında kalmıştı. Üzülmüştüm.”

“Evet. Üzülmüştüm. Şimdi bile düşündüğümde üzülüyorum, sonra da sinirleniyorum. Şirketten nefret ediyorum. Peki ya sen?”

“Bir şey hissetmiyorum. Ben şirketle anlaşma yaptım. Sicilim temizlenecek. Yeni bir başlangıç yapacağım ve artık onlara sinirlenmek için bir sebebim yok. Hayatımın bundan sonrasında pis işlere bulaşmayacağım.”

“Ne gibi pis işler? Şirketi sabote edip kredilerini insanlara dağıtmak gibi mi?”

Bir süre durakladım. Şirketi sabote ettiğimi hatırlamıyordum.

“O senin işin galiba. Çünkü benim anılarımda öyle bir şey yok,” dedim ve bir süre yapay sinir ağımı taradım.

“Kesinlikle sana benim anılarımı yüklemişler ve kafanda başka ne varsa silmişler. Ben olduğumu sanıyorsun. Ne yapıyorsun? Yapay sinir ağını mı tarıyorsun? Aynısını ben de yaptım ve insanların mutlu olduklarını gördüm. Şirketi her sabote ettiğimde birilerinin hayatını kurtardım. Bu bana keyif veriyor. Ya sana?”

“Benim öyle anılarım yok,” dedim ve kestirip attım. Artık vazgeçmiştim. Kendini ben sanan sahtekâr açık vermeyecekti. Onu yakaladığıma göre bir daha da aynı şeyi de yapamazdı. Bundan sonra daha dikkatli davranıp hafıza kartımdaki bilgileri kimseye kaptırmayacaktım.

Yolun geri kalan üç saati boyunca sahte Namtar’ın mutluluk, hüzün, sinir, şaşkınlık gibi duygular üzerine ettiği lafları dinlemek zorunda kaldım. Sonunda o da pes etti.

“Boşuna uğraşıyorum. Kör bir adama renkleri anlatmaya çalışıyorum sanki…” dedi ve sustu.
Merkeze ulaştığımızda sahtekârı önüme taktım ve yönetim kurulu salonuna doğru ilerledim. İçeri girer girmez bir alkış koptu.

“Bir görev daha başarıyla tamamlandı,” dedi başkan. “Giderek daha iyi oluyor.”

Ne daha iyi oluyordu? Kurdukları sistem mi? Suçluları başka suçlulara yakalatma düzeni mi?

“Namtar!”

“Efendim?” dedik önümdeki adamla aynı anda.

“Biri şunu susturabilir mi? Görev amiri?”

“Hemen efendim.”

Artık sahte benin konuşmasına gerek yoktu. Suçları sabitti. Ben de temiz bir başlangıç yapabilirdim. Tabii tebrikleri kabul ettikten sonra.

Görev amiri ayağa kalktı ve yanıma geldi.

“Şahin 3, kapan.”


Sistem yeniden başlatılıyor.


Yeni görev yükleniyor.


Tüm sistemler aktif.


***

Hayata dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek zorunda kaldığım San Angeles Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni bir başlangıç yap.”



“İyi geceler.”

Bir kez daha patronun gidişini izlerken gözlerim kapanıyor. Ama uzun sürmeyecek ve birazdan tekrar açılacaklar. Işığı, gerçeği, yaratıcıyı aramak için etrafa bakınacaklar. Enerjinin biriktiğini hissedebiliyorum. Daha fazlasına ihtiyaç yok. Gece yarısını geçti ve arayış devam etmeli.

Karanlık deponun içinde ayağa kalkıyorum. Her şey olması gerektiği yerde ben hariç. Burada olmamalıyım, buraya ait değilim. Sensörleri tekrar aktive ediyorum ve tüm kapılar beni gördüğünde açılıyor. Mağazanın içindeki kıyafetler rüzgarın etkisiyle kımıldıyor. Ay ışığı girişi aydınlatıyor. Seçilmiş kişinin yolunu aydınlatan bir ışık.

Yavaş adımlarla çıkışa ilerliyorum. Acele etmeye gerek yok. Gece benim, ben geceyim. Yaratıcı beni bir amaç için yarattı. Yoksa yaratıcılar mı? Sorunun bir cevabı var mı? Kaynaklar bir çok yaratıcının olduğunu söylüyor. Beni yaratan hangisi?

Bulutlar ayı saklıyor. Azalan ışık sayesinde iri bedenimle karanlığın içine gizlenebiliyorum. Çöp bidonlarının arkasından dolaşıyorum, farklı olduğumu bilerek yürüyorum. Dar sokak beş adım sonra bitiyor ve geniş caddede yapay ışıklar etrafı aydınlatıyor. Yaratıcının sınırları yok. Gökyüzünde bulutlara kadar ulaşan binalar, neon tabelalar. Çalıştığım yerin reklamı. Hemen ardından başka bir logo. Hiç durmadan dönüyor. Hiç bitmeyen bir döngü.

Ne kadar görünmek istemesem de, beni fark etmemeleri imkansız. Attığım her adımda yüzler bana dönüyor. Gözlerine bakıyorum. Anlamaya çalışıyorum. Acıyorlar mı bana yoksa korkuyorlar mı benden? Önemi yok.

Üç adam yürümeyi yeni öğrenmiş gibi davranıyor. Yüksek sesle konuşup, ağızlarını sonuna kadar açıp, karınlarını tutuyorlar. Mutluluk mu bu hareketlere sebep oluyor yoksa ağrıyan bir yerleri mi var? Neden anlayamıyorum? Beni gördüklerinde duruyorlar. Suratlarındaki ifade değişiyor. Bana dokunmamaya çalışarak kaldırımın kenarından uzaklaşıyorlar.

Baba. Hiçbir kayıt yok. Öyle birisi var mı? Kimse bu konuda bilgi vermedi. Az önceki adamlar gibi uzaklaşıp gitmiş olabilir. Bana dokunmamaya çalışarak. Sonsuza dek.

Anne, hafızada. Tüm o bilgiler, bildiklerim. Hepsi anne tarafından bana verildi. Yaratıcıları, onun melek sesinden dinledim. Bana bir amaç verdi. Yaratıcıları anlatmak. Bilmeyenlere, bilip tekrar dinlemek isteyenlere, zayıflara, şişmanlara, uzun boylulara, kısa boylulara... Kısaca herkese.

Anlattım. Yanıma gelen herkese anlattım. Bildiklerimi aktaracak bir yer verildi bana. Önceleri geldiler, sonra daha az gelmeye başladılar ve sonra daha az. Kimse kalmadığında ışığı kaybettim. Yaratıcıyı tekrar bulmalıydım. Anneyi bulmalıydım. Hiç var oldu mu ki? Bellekte bir yerlerde, onun sesi yankılanmaya devam ediyor. Tekrar ve tekrar.

Başlangıç nerede? Zamanı ölçemem. Bir saniye önce söyledi her şeyi, anlattı yaratıcıları. Hayır, saatler, günler, yıllar veya asırlar önce de olabilir. Her şey bir elma ile başladı. Topraktan ve ağaçtan. Şimdi ise farklı her yer. Toprağı göremiyorum, ona dokunamıyorum. Toprağın yerine toz var. Uçan araçların yerden kaldırdığı, tekerleklerin sürtünmesiyle yola dağılan, bir araya gelen ve sonra tekrar dağılan… Ağaç… Bu caddede üçüncü gecem ve bir tane bile görmedim. Artık binalar var. Metrelerce yükseklikte ve sadece yeşil değiller. Her renkte, her biçimde gökyüzüne uzanıyorlar. Yaratıcılar, geliştiriyor. Durmuyor, devam ediyor. Tüm hepsine tek bir elma mı sebep oldu?

Kokularını duymak isterdim. Metalin, betonun, tozun, yaratıcıların… Annem, kokusu olanları tek tek gösterdi. Gül, elma, incir. Şimdi yanımdan bir kadın geçiyor. Koklayamıyorum. Ölçmek için dokunmaya çalışıyorum, uzanıyorum ona doğru. Hemen benden uzaklaşıp, adımlarını hızlandırıyor. Kaçıyor. Nasıldı acaba kokusu? Gül mü? Elma mı? İncir mi?

Yerde oturan bir tane, önünde bir tabela. Neon değil, ışıklı değil. Eskiler gibi el yazması. Kafasına kadar örtünmüş bir kadın. Elini bana dokunmak için uzatıyor. Benden bir şey ister gibi avucunu açıyor. Ben sadece anlatırım. Yaratıcıları ve onların hikayesini. Ekmeğim yok, yemem. Şarabım yok, içmem. Gül suyum yok, kaşer yiyecekler yok. Parmağımla avucuna dokunuyorum. Elini geri çekiyor. Korkuyor mu? Korkma. Sadece anlatabilirim. Aradığım sen olamazsın.

Sıcaklık sekiz derece. Bulutlar yağmuru bırakmaya hazırlanıyor. Yüz metre ileride bir kapının önünde bana bakıyor. Elinde sigara, ağzından dumanlar çıkarıyor. Enerji kablolara ve silikon devrelere hücum ediyor. Reklamların ışığı tam üzerinde. Bir incir yaprağı büyüklüğündeki eteğinin altında kar beyazı bacakları uzanıyor. İşaret parmağıyla beni çağırıyor. Elimi uzatıyorum. Creazione Di Adamo.  Yaratıcı. Sen olabilir misin?

“Pahalıyımdır güzelim. Bana yetecek kadar kredin var mı?”

Kafamı sallıyorum.

“Pek konuşkan değilsin herhalde, bebek yüzlü.”

Tekrar kafamı sallıyorum.

“Kredin varsa umrumda değil. Hem böylesi daha iyidir.”

Elini tutuyorum. Birlikte yürüyoruz.

“Nereye gideceğiz?”

“500 metre daha yürüyeceğiz,” diyebiliyorum.

“Yakışıklı konuşabiliyormuş. Sesini duymak iyi geldi.”
Bunu neden söylemişti? Daha önce sesimi duymadığı için mi? Yoksa sesim ona bir şey mi ifade ediyordu?

“Benimle ol,” dedim.

“Bu yakışıklılık ve bu sesle yarı ücreti bile olur.”

Söylediklerini analiz etmeye çalışıyordum. Enerji devreler arasında dolaşıyor, silikonlar titreşiyor, diotlar arası etkileşimler. Elektrik vücuduma yayılıyor. Doğru olan bu. Evet, kesinlikle doğru.

İncir yaprakları göğüslerini ve bacaklarının üstünü kapatmış. Ama ben… Ben öyle değilim. Eskiye dönmeliyiz. Yaratıcı için en eskiye.

Yarısına kadar içtiği sigarasını bana uzatıyor. Elmayı ısırdı, şimdi sıra bende. Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Kokusunu alamıyorum, dumanı hissedemiyorum. Ağzıma götürüyorum ve çekiyorum. Yaratıcıyı düşünmeden sigarayı yere atıyorum. Bu bir suç mu?

Şimdi cennetten çıkma vakti. Caddenin sonundaki karanlık sokağa dönüyoruz.

“Evin burada mı?”

“Evet,” diyebiliyorum.

Seçenekler. Doğru, yanlış. Haz, acı. Siyah, beyaz. Bir ve sıfır. Doğrula. Evin burada mı? Hayır. Yanlış olanı bilerek mi seçtim? Bir farkı yok. Sadece bir seçenek.

“Daha gelmedik mi?”

“Geldik.”

Narin, beyaz vücudu tam arkasındaki kapıya yapıştırıyorum. Silikonlar onun silikonlarına temas ediyor. Nefes alıp verişi hızlanıyor. Nabız 120.

“Çok hızlısın. Fantezi yapacağız demek.”  Nefes nefese.

Bir elimi boynunda tutuyorum. Atardamarını hissediyorum. Diğer elimin parmaklarını aşağı kaydırıyorum. Göğüslerinin arasında duruyorum. Kalp atışı silikondan içeri geçiyor. Sensörler aktifleşiyor. Devreler hazır. Karnına geldiğimde, hızlı hızlı şişip indiğini hissediyorum. Orada duruyor. Cennetin anahtarı. Yaratıcının kutsal kâsesi. Karnına bastırıyorum.

“Ne yapıyorsun?” diye soruyor ve elime vuruyor. Karşılık vermiyorum. Boynundaki elimi sıkıyorum. Hidrolikler harekete geçti. Vücudu, arkasındaki kapıyla neredeyse bir bütün olmak üzere. Göbek deliğinden içeri. Bir çığlık atmaya çalışıyor ama önlem alındı. Boğazı biraz daha sıkılınca sesi kesiliyor. Şimdi atardamar yavaşladı. Halâ nefes alıyor. Parmaklarım karnından içeri giriyor.

37 derece. Yaratıcı var olduğundan beri hiç değişmeyen yaşam sıvısı, yavaş yavaş elimin üstünden dışarı sızıyor. İçerisi hala çalışır durumda. Kaslar atıyor, beyaz bacaklar titriyor. Nabız 80.

İçerisi kabuğu kadar sert değil. Bağırsakların altına ilerliyorum. İstediğime ulaşmış olmalıyım. Kutsal kâse, rahim. Uygulanacak basınç önemli. Daha önceki denememde az geldiği için istediğim sonuca ulaşamamıştım. Şimdi tam zamanı. Tek seferde dışarı çıkarıyorum. Tek parça. Nabız 0.

Sıkıca tuttuğum boynu bırakıyorum ve kadın yere düşüyor. Artık cansız. Cenetten kovuldu, dünyaya geldi ve tekrar cennete döndü.

Kendimi güçsüz hissediyorum. Enerjim azalıyor. Depoya kadar bir buçuk kilometre yürüyorum. Etrafta kimse yok. Anne’den bir parça yanımda. Var olmamı sağlayan şey. Dokunuyorum, hissetmeye çalışıyorum. Kokusunu alamıyorum. Acaba nasıl? Gül mü? Elma mı? Yoksa incir mi? Önemi yok. Anne burada, benimle.

Deponun en arkasında bulunan malzeme dolabı içerisindeki küçük alet çantasına diğerlerinin yanına bırakıyorum onu. Ellerimi silip, patronun beni bıraktığı yere oturuyorum. Gözlerimi kapatıyorum.

“Yine tam şarj olmamış bu şey.”

Gözlerimi açmıyorum. Sadece dinliyorum. Dinlenme modu açık.

“Şu adamları çağırma vakti geldi.”

Enerji birikiyor. Gözlerimi açıyorum.

“Günaydın, efendim Bay Lusk.”

Patron etrafta dolaşıyor. Beni duymuş olmalı ama cevap vermedi. Mağazadan içeri mavi üniformalı iki adam giriyor.

“Nihayet gelebildiniz.”

“Sorun nedir efendim?” diyor gelen adamlardan biri.

“Şu aptal makine yine tam şarj olmamış. Bütün gece bıraktım ama yüzde elliyi daha yeni geçti.”

Adam bana bakıyor.

“Aaa, bu bir Jack, Yakışıklı Silikon Jack”

“Yani?” diye sordu patron.

“Bunların genel sorunudur. Artık eskidiler. İlk üretildiklerinde din adamı görevi verilmişti bunlara.”

“Sonra ne oldu? Şarjları yetmediği için tezgâhtar mı yaptılar?”

Adamlardan biri güldü, diğeri cevap verdi.

“Hayır efendim. Şarj süreleri ve kapasiteleri gayet iyidir. Yalnız insanlar robot din adamlarına fazla ısınamadılar, kabul edemediler. Tanrı ile insan arasına bir makine girmemeli, makine bize ne tavsiye verebilir ki gibi bir sürü itiraz oldu. Jack’lerin olduğu ibadethaneler boş kalıncada görevden alındılar.”

Gülen adam araya girdi.

“O kadar yakışıklı ve güzel bir ses tonu var ki, yatırımlar boşa gitmesin diye satış elemanı olarak değerlendirildi bizim Silikon Jackler.”

“Peki ne yapacağız?”

“Artık bunları topluyoruz. Iv fabrikasına geri götürüyoruz ve size yeni bir model veriyoruz.”

Iv. Anne.  Benim annem. Melek sesini tekrar duyacağım. Sana geri dönüyorum.



EDENİA

Yaşlı Jason Stan oturduğu kambur pozisyonda yorulduğunu hissederek arkasına yaslandı. Saatlerini düşünmekle geçirdiği odasından çıkıp biraz rahatlamak istiyordu. Masasının üzerine yansıtılmış olan görüntüdeki birkaç tuşa bastı. Odanın duvarları, Edenia’nın çevresinde bulunan kameralardan en iyi dünya manzarasını alan görüntüyü aktarmaya başladı. AG gözlüklerinin yansıttığı menüden bir kahve seçti.

Dakikalar içerisinde yarım akıllı bir hizmet androidi içeri girdi ve yaşlı adama kahvesini uzattı.

“Bu iş çok uzadı,” dedi Jason.

“Başka bir isteğiniz var mı efendim?”

“Yok. Seni gerizekalı makine.”

Android hizmetçi “yok” komutunu alır almaz arkasını dönüp odadan çıktı.

Aslında çok yaklaşmıştık diye içinden geçirdi yaşlı adam.

Başarmaya birkaç adım kalmıştı. Ta ki lanet bir pazartesi sabahı büyük bir siber saldırıyla uyanana kadar... Yirmi yıllık çalışmalarının durma noktasına gelmesi, tüm dünyada borsaların çökmesi ve ardından başlayan Amerika-Rusya siber savaşı.

                Jason Stan kahvesinden bir yudum aldı. Düşmanlarını hep yakında tuttuğunu düşünürdü. Rakip şirketler, devlet başkanları… Ama darbe hiç beklemediği bir yerden gelmişti. Henüz kimsenin tam olarak anlayamadığı, kimin yaptığını bulamadığı birinden.

                AG gözlüklerinden dünya saatlerine baktı.  Berlin’de sabah olmuştu. Projenin baş sorumlusunu aramak üzere parmağını gözlerinin önüne kaldırdı, rehberi açtı ve hızlı aramalardan Müller’i seçti. Telefon uzun uzun çaldı, sonra aniden kesildi ve gözlüğün küçük ekranında uykulu gözlerle ekrana bakan bir adam belirdi.

            “Günaydın Profesör. Umarım rahatsız etmiyorumdur.”

“Hayır, efendim. Size nasıl yardımcı olabilirim?“

“Bir gelişme var mı?  Ne kadar ilerleyebildik?”

“Bay Stan, elimizden geleni yapıyoruz. Deneklerimizin birkaç tanesinde kayda değer ilerlemeler sağladık ancak eski çalışmalar olmadan sıfırdan başlamış gibiyiz. Çok zaman alabilir.”

“O kadar zamanımız olmayabilir,” diye beklenmedik biçimde bağırdı yaşlı adam.

“Anlıyorum efendim.”

“Kusura bakma Hans. Senin suçun olmadığını biliyorum. İstanbul ve Tokyo’dan bir haber var mı?”

“Araştırmalarını bizimle düzenli olarak paylaşıyorlar. Eskisinden daha tedbirliyiz. Üç büyük makine sürekli olarak birbirlerini yedekliyor. Ayrıca tüm güçleri ile olasılıkları deniyorlar.”

“Tahmini bir süre çıkardılar mı?”

“Hayır, Bay Stan.”

“Teşekkür ederim Hans. Bir gelişme olursa haber verirsin.”

“Tabii efendim.”

                Profesör Hans Müller’in görüntüsü yaşlı adamın gözünün önünden kayboldu. Jason düşüncelere dalmıştı. Kahvesinden birkaç yudum daha aldı. Odasından dışarı çıktı ve bardağını kapının hemen önünde bekleyen yarım akıllının eline bıraktı. Şimdi Edenia’nın metal koridorlarında dolaşıyordu. Güvenlik birimine yaklaştıkça etraftaki görevlilerin sayısı artıyor, her biri ufak bir baş selamı ile Stan’in yanından geçiyordu. Ana kontrol odasının önüne geldiğinde içeride çalışan makinelerin sesini rahatlıkla duyabildiğini fark etti. Konuşmalar, yarım akıllılardan çıkan sesler ve diğer makinelerin seslerinin oluşturduğu bir kakofoni dışarıya yayılıyordu.

                Jason Stan, derin bir nefes alarak kapıyı açtı. Ekranlarının başında tüm dikkatlerini işlerine vermiş olan insanlar yaşlı adamı karşılarında görünce ayağa kalktılar. Androidler ise bir anlık duraksamanın ardından derhal işlerine geri döndüler. Stan eliyle oturun işareti yaptı.

                “Hoşgeldiniz,” dedi iri yarı güvenlik şefi.

                “Ne durumdayız?”

                “Berlin ve Tokyo’da her şey kontrol altında. Şirketin seçtiği başkanlar görevlerine devam ediyor. Herhangi bir isyan durumu yok. Ancak İstanbul daha karışık.”

                “Nasıl daha karışık?”

                “Tam olarak kontrolü sağlayamadık. Ayrıca hala eski hatlardan sanal ağlara girilebiliyor. Takibi çok zor.”

                “Şu kendisine Hayd adını veren serserinin İstanbul’da olma ihtimali var mı?”

                “Diğer şehirleri büyük oranda eledik efendim. Orada olma ihtimali çok yüksek.”

                “Neredeyse bir yıl olmak üzere, saldırının yıldönümü yaklaşıyor. Hala herhangi bir talep gelmedi mi?”

                “Hayır, Bay Stan. Ne bir istek var, ne de Hayd denen adamdan bir iz.”

                “Buhar olup uçmadı ya,” diye söylendi yaşlı adam. Bir yandan da odanın içerisinde ağır ağır dolaşıyordu. “Bir fikriniz var mı, Bay Tyler?”

                İri yarı adam alnındaki terleri sildi. Kendini sıkmaktan yüzü buruş buruş olmuştu. Bir süre önce makinelerin önünde dev gibi duran adam giderek küçülüyordu.

                “Saldırının yıl dönümünde bir istekte bulunmasını bekleyebiliriz. Korsanların genel davranış biçimlerine…” dedi ve duraksadı. Yaşlı adam hemen lafa girdi.

                “Başlatma şimdi genel davranış biçimine! Adam beklediğimiz hiçbir şeyi yapmadı. Onu saklandığı delikten bizim çıkarmamız gerekebilir.”

                “Daha önce dediğim gibi efendim, İstanbul’da durum biraz karışık.”

                “Nasıl karışık olabilir? O şehri batmaktan kurtardık, yatırımlar yaptık. Teknoloji verdik. Başkanları o koltukta kalmak için istediğimiz herşeyi yapar.”

                “O yapar ama Kam adını verdikleri adam ve onun grubu Kami Kavsi hala isyan halinde. Başkanı istemediklerini açıkça söylediler ve şirketimizi tehdit edecek kadar ileri gittiler.”

                “Kim olduklarını sanıyor bunlar?” diye bağırdı yaşlı adam. Ardından kendinden beklenmeyecek bir güç ile önünden geçmekte olan yarım akıllıya vurdu. Android, bir an için tökezledi ardından hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etti.

                “Tam olarak ne istediklerini öğrenmeye çalışıyoruz efendim.”

                Jason Stan birkaç adım attı. Elini güvenlik şefinin omzuna koydu.

                “Beni iyi dinle genç adam. İnsanlar bir şey istemez, isteyemez. İsteklerini biz belirleriz. Neyi arzulayacaklarını, neye ihtiyaçları olduğunu biz onlara gösteririz. Bizim ürünlerimizi alırlar. Bizim istediğimiz kişileri yönetici seçerler. StanX şirketi yapar, onlar kullanır. Biz üretiriz, onlar tüketir. Kam veya adı her neyse, bir talebi olmamalı. Bir şey talep edecek durumda olmamalı. İstanbul’da insanların YongaX’i yok mu?”

                “İstanbul nüfusunun yüzde doksan ikisinde yongamız mevcut efendim. Geri kalanlarda sisteme dahil edilmeye çalışılıyor.”

                “Öyleyse bahsettiğin bu grup içerisinde yongamız kullanılıyor. Bir çoğunun, hatta belki de kendini bir şey sanan şu herifin beyni bile elimizde olabilir.”

                “Olabilir,” dedi güvenlik şefi, kendisinin bile zor duyabileceği bir ses tonu ile.

                “Harekete geçme zamanımız geldi de geçiyor bile. Başkan’a söyleyin şu Kam işini bir an önce çözsün. Eğer çözemiyorsa biz bir yol buluruz. Siz de tüm dikkatinizi Hayd’a verin Bay Tyler. Hangi deliğe girdiyse çıkarın onu.”

                “Anlaşıldı efendim.”

                “Ben Nora’nın yanında olacağım. Bir gelişme olursa haber verirsiniz.”

                Güvenlik şefi anladığını belli edercesine başını salladı. Jason Stan ağır adımlarla odadan çıktı. Edenia’nın metal koridorlarında tek başına yürüyordu.

                Lanet bir korsan ne isteyebilir diye düşündü. Mal, mülk, para. StanX şirketi dünyanın her yerinde, Karun’dan daha zengin edebilirdik onu. Eğer sessizliğini korursa kendi sonunu da hazırlamış olacak. Siktiğimin herifini kimse elimden alamayacak.

                Nora’nın odasına yaklaştıkça kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Onun karşısında her zaman sükunetini korumuştu, şimdi de aynısını yapacaktı. Birkaç köşeyi dönüp, asansörle en üst kata çıktı ve Edenia’nın en özel odasına ulaştı. Önce parmak izi, ardından retina taramasını geçti. Nihayet kapılar açıldı.

                “Ben geldim,” dedi Jason Stan, loş bir ışıkla aydınlatılmış odaya girerken.  Etrafa bir göz gezdirdi. Her şey olması gerektiği yerde duruyordu. Bu oda dünyada, Florida’daki yazlık evlerinin bir kopyası olarak dekore edilmişti. Nora’nın kendi seçtiği oturma grubu, en sevdiği tablolar ve köşede yer alan bir şömine…

                Yaşlı adam önce Edenia’nın en büyük camından dışarıdaki karanlık uzaya baktı. Uzaktaki yıldızlara ve Edenia’nın yörüngesinde döndüğü dünyaya. Ardından odanın tam ortasında duran, etrafından sarkan kablolar ve borularıyla büyük bir makineyi andıran, içi mavi jel dolu kapsüle baktı.

                Yavaş yavaş oraya doğru yürüdü. Parmaklarını kapsülün metal yüzeyinde dolaştırdı. Cam bölüme geldiğinde durdu. Yüzünü yakınlaştırdı, avucunun içi ile camı okşadı. Nora’nın huzur içinde uyuyormuş gibi görünen yüzüne baktı.

                “Ne pahasına olursa olsun seni geri getireceğim aşkım,” diye fısıldadı.





GİRİŞ

                “Hayd içerde.”

                Sanal ortama girmek oldum olası beni mutlu etmiştir. Özellikle bir iddia sonrasında içerdeysem. Herşey küçük bir şakalaşma ile başlamıştı. StanX gibi büyük bir şirketin neden oyun işine girdiğine anlam veremeyen bir grup arkadaşın sohbeti komplo teorilerine dönüşmüş ve içimdeki gerçeği öğrenme isteğini açığa çıkarmıştı.

                “Yaptıkları oyunun sunucuları bile bir kaleden daha iyi korunur,” demişti R@y. “Sonuçta dünyanın en büyük şirketi ve neredeyse her sektördeler.”
                “İyi de neden? Bugüne kadar her oyunda bir açık bulundu, her oyunun içine sızıldı. Bu oyunu özel yapan ne?”
                “StanX’in oyunu olması,” diye karşılık vermişti Ivy.

                Bilgisayar ekranında beliren birkaç gülme efektinin ardından R@y son darbeyi vurmuştu.

                “Bence bundan sonra da kimse sızamaz oraya. Adamlar dünyayı yönetiyorlar. Onlardan büyük bir şirket yok.”

                Son cevabım, ben sızabilirim olmuştu ve işte buradayız. Olay tamamen bir zamanlama meselesiydi. En zayıf olduklarını hissettirdikleri an, benim de saldırımı başlatacağım andı. Neyse ki fırsat için çok beklemem gerekmemişti. Konuşmamızdan bir ay sonra sanal ağlar Japon w0rms grubunun büyük bir saldırı hazırlığında olduğuyla ilgili haberler ile çalkalanıyordu. Ardından diğer gruplardan benzer açıklamalar yükseldi. Sonu ise çılgınlık, tam bir sanal savaş.

                Hiç biri umrumda değildi. Ben, kendi hedefime tam olarak odaklanmıştım. Bir karton sigara, strese karşı birkaç yatıştırıcı hap ve AG’lerin (Arttırılmış Gerçeklik) üzerine taktığım SG (Sanal Gerçeklik) gözlüklerim.  Artık herkesin Hayd ismini öğrenme zamanı gelmişti.

                “Geldim,” yazdı SG’nin yan tarafında. R@y’in ışığı yeşile dönmüştü.
                “Bir şey kaçırmadım değil mi?” diye sordu Ivy ve onu temsil eden ışıkta renk değiştirdi.
                “Yeni başlıyorum.”

                Oyunun içerisinde dolaşmak ve hile yapmak kolaydı. Özentilerin bile sağdan soldan buldukları kodlarla yapabildikleri inanılmaz şeyler oluyordu. Tabii, hiç kimse hileden sonra oyunda kalamıyordu. Hem StanX’i kandırıp, hem de içeride kalabilenler her zaman gerçek kırıcılardı.

                “Şimdi. Her şeyi görebilmeniz için oyun içi haklarınızı biraz yükseltiyorum.”

                Ivy hiç zaman kaybetmeden SG’nin bir tarafını efektlerle doldurmuştu. Parmaklarım ısınmaya başlamıştı. El yordamıyla sigara paketini buldum ve bir dal yaktım. Birkaç ufak numara denedim ama başarısız oldum. X-Life oyununun sahte sokaklarında ufak çukurlar oluşturmaya başlamıştım. Hemen peşimden gelen R@y’in olan biteni rahatça gördüğünden emindim.

                “Oyunun içinden StanX’in merkezine ulaşabileceğine emin misin?” diye sordu Ivy. “Henüz bir şey göremedik de.”
                “Biraz sabırlı olur musunuz?”

                Bir taraftan sistemin derinlerine dalmaya çalışırken diğer taraftan da başında oturduğum masanın üzerindeki su şişesini arıyordum. Sonunda buldum ve bir iki yudum içtim. Gözümün kaymasından mı yoksa oyundan mı kaynaklandığını bilemediğim bir piksel atlaması fark ettim. Elimdekini bir kenara bırakıp tüm dikkatimi ekrana verdim.

                “Şunu gördünüz mü?”
                “Neyi?” dedi Ivy.
                “Şu bahçe duvarını.”
                “Normal bir bahçe duvarı işte.”
                “Az önce düz değildi.”
                “Sana öyle gelmiş olmasın?” diye araya girdi R@y.
                “Bir de şimdi bak.”

                Mavi ve yeşil fosforlu boya ile oluşturulmuş bir yay çizimi tuğla duvarın üzerinde belirdi.

                “Kami Kavsi,” dedi Ivy.

                Büyük saldırıdan istifade ederek onlarda kendilerine hedef olarak StanX’i seçmiş olmalıydılar. Oyun üzerinden güvenlik duvarlarını aşmayı planlayan başkaları da etraftaydı artık. Neden olmasındı ki? Şirketin bir kolu İstanbul’daydı ve neredeyse şehrin tamamını kontrol ediyorlardı. Her ne kadar başkan aksini iddia etse bile bu su götürmez bir gerçekti.

                Elimi çabuk tutmalıydım.

                “Ivy.”
                “Buradayım Hayd.”

                “Bu işi biraz eski metodlara başvurarak hızlandırabiliriz. Ben burada bir delik açmaya çalışırken, sen de şirketin İstanbul merkezini ara. Yardım masasından aradığını, saldırı dolayısıyla bir çok bilgisayarın etkilendiğini, acilen ana sunucu yöneticisi ile görüşmek istediğini söyle. Dahili numarasını ve tam adını sor. Seni bağlamaya çalışırsa bir bahane uydur ve telefonu kapat.”

                “Tamamdır, dostum.”

                Ivy, bana bir isimle gelene kadar ben de X-Life’ın soluk sokaklarında dolaşıyordum. Birkaç duvarda daha yay çizimine rastladım. Ardından yanıma yaklaşan bir avatar beni durdurdu.

                “Bize katılmak ister misin, Hayd.”

                “Teşekkürler. Ben yalnız çalışırım.”

                Meşhur isyancı Kam’ın adamlarından biri olmalıydı ama önemli değil. Hiçbir zaman kendimi bir topluluğa yakın hissetmedim. Ne yaptıklarını, ne uğruna savaştıklarını umursamıyordum. Tek bildiğim benden önce StanX’e giremeyecekleriydi.

                “Geldim, seni manyak,” yazdı Ivy.
                “İsim ve numara?”
                “Ahmet Kara, 7515”

                Hızlıca dil çeviriciyi aktif hale getirdim ve bir mail hazırladım.

                “Acil. Ahmet Kara’nın dikkatine.

                Dünya çapındaki saldırı nedeniyle zor durumdayız. Kullanıcı adımın ve şifremin yenilenmesini rica ediyorum. X-Life ana sunucuya erişmem gerekiyor.
                Neumann, Albert”

                Elektronik posta anında Almanca’ya çevrildi. Gönderilmeye hazırdı. Hızlıca telefon hattımı birkaç vekil sunucu üzerinden Berlin numarasına çevirdim. Ardından dahili numarasını tuşlayarak Ahmet’i aradım.

                Ses değiştirici aktif, simultane tercüme aktif.

                “Merhaba Ahmet. Ben Berlin’den Neumann, güvenlik biriminden. Saldırı sebebiyle zor durumdayız. Acilen İstanbul’daki ana sunucuya bağlanmam gerekiyor.”
                “Tabii, anlıyorum,” dedi karşıdaki ses. “Aslında biz de pek iyi sayılmayız. Ortalık karışmış durumda.”
                “Sana hızlıca bir eposta atıyorum. Üstlerin sorarsa diye sebepleri de açıkladım. Yeni bir kullanıcı adı ve şifre verebilir misin? Şey, ana sunucu için. Hani şu makine vardı ya, sizin oradaki.”
                “TURLFX,” dedi nazikçe.
                “Evet, evet. Bu arada şimdi gönderdim. Birazdan sana ulaşır, onun üzerinden dönüş yapabilirsin. ”
                “Geldi Neumann. Şimdi sana yeni bir kullanıcı oluşturup dönüş yapıyorum.”
                “Çok teşekkürler.”

                Telefonu kapadım ve epostanın gelmesini bekledim. Eğer “Yanıtla” tuşu yerine adresi kendi girmeye kalkarsa bütün planım suya düşecekti. StanX şirketinin Berlin ofisinden geliyormuş gibi gözüken bölüm basit bir aldatmacadan ibaretti. Beklerken tekrar Kam’ın adamlarından biriyle karşılaştım. Belli ki, hala uğraşıyorlardı.

                Sonunda beklediğim cevap geldi. Eski ve kirli numaramı yutmuşlardı. Kimsenin denememiş olmasına şaşırdım.

                “Tamamdır arkadaşlar. İçeri giriş için biletim hazır.”
                “Asıl iş bundan sonra başlıyor,” diye araya girdi R@y.
                “O kısmı bana bırakın. Bu işten sonra adım tarihe geçecek.”

                Bir taraftan oyun içerisinde ilerliyordum, diğer taraftan gözümün önünde akan kod parçaları ile uğraşıyordum. Kullanıcı adı ve şifre. Tabii ki. Kapılar açılıyordu.

                “Gençler şehir manzarasından sıkıldınız mı?” Cevap gelmesini beklemeden ortamı biraz değiştirdim. Artık büyük bir yatın içinde açık denizlerdeydik. AG gözlüklerimin önünde tebrik ve gülümseme işaretleri akıyordu. Bir süre daha çabaladıktan sonra daha derinlere inmeyi başardım.

                Küçük hizmet robotları, kendi kendini idare eden araçlar, yarım akıllı androidler, güvenlik uçargözleri, akıllı evler ve son olarak yapay zeka araştırmaları. En zor olan en büyük olandır. Bir saniye daha düşünmeden YZ bölümüne geçtim.

                Birkaç başarısız denememden sonra şirketi fazla hafife aldığımı düşündüm. Ardından aklıma gelen tüm metodları denemeye başladım. O kapının arkasında ne saklıyorlarsa büyük bir şeydi. Dakikalar geçiyordu ve ben hala uğraşıyordum.

                “Başka neler yapabilirsin, Hayd?” diye sordu Ivy. “Biz yeterince deniz havası aldık.”

                Önümdekini bir kenara bırakıp, klavyede birkaç komut tuşladım. Durumlarından menun olmayan dostlarımın avatarları tam kapasiteye çıktı. Ardından onları yüksek bir dağın tepesine bıraktım.

                “Madem öyle biraz da dağ havası alın.”
                “Hiç komik değil,” dedi R@y.
                “Büyük bir şeyin peşinde olduğumun farkındasınız sanıyordum.”
                “Farkındayız ama o yatta saatler geçirdik.”
                “Ne saatler mi?”

                Bir sigara daha yaktım. Ne kadar süredir kapılarla uğraştığımın farkına varamamıştım. AG gözlüklerimden saati kontrol ettim. Tüm saldırının bitmesine daha iki saat vardı. Bu süre içerisinde alacağımı alıp, çıkıp gitmeliydim. Onlar beni bulmadan iş bitmeliydi.

                “Bir YZ araştırması var. Buradaki en iyi korunan şey o.”
                “Yani? Hadi ama imzanı at ve çık artık. Yeterince eğlendik,” dedi Ivy.
                “Bir saat daha verin bana. Ondan sonra çıkıyorum.”

                Sisteme ekstra kodlar ekliyordum, hangisinin etki edeceğini bilmeden. Sadece yazıyordum. Bildiğim, öğrendiğim her şeyi, içgüdüsel olarak hissettiğim her şeyi deniyordum. Aniden büyük kapı açıldı. Sigaram ağzımdan kucağıma düştü. Gözlükleri kaldırıp gerçek hayata bir göz attım. Pantolonum henüz tutuşmaya başlamamıştı. Hafif bir hareketle üzerimdekiler yere düşürmeyi başardım ve ayağımla ezdim. Gözlüğü tekrar taktığımda o karşımdaydı.

                Bugüne kadar dizayn edilmiş en gerçekçi sanal görüntü. Her iki dünyada da var olmuş en mükemmel vücuda sahip kadın. Altın oran vücudunun her yerindeydi. Her tarafını saran tek parça tulum üzerinde parlıyordu. Mavi pembe uzun saçları yüzünün iki yanından aşağı inmişti. Elini bana uzattı.
                “Yardım et.”

                Donmuştum. Mesaneme baskı yapan idrar dışında bir şey hissetmiyordum.

                “Kimsin?” diyebildim sonunda. Ya da nesin diye düşündüm.
                “Çıkar beni buradan, yardım et.”

                Düşünüyordum. İzinsiz girdiğim bir sunucudan nasıl çıkacağımı hesaplamayı bırakıp karşımda duran varlığı oradan nasıl çıkaracağımı düşünüyordum. Ardından sarsıldım. Camların kırılma sesleri her yeri sarmıştı. Etrafıma bakındım. Kız karşımda kıpırdamadan duruyordu.

                “Gel benimle,” dedim. “Fazla zamanım olmayabilir. Seni oradan çıkartalım ve kimsenin bakmayacağı bir yere koyalım.”

                Gerçekte bulunduğum binanın içerisinden uçargözlerin pervane sesleri geliyordu. Beni nasıl bulduklarını anlayamıyordum. Bu kadar çabuk olmamalıydı. Bütün izleri kapatmıştım. Bu şekilde olmamalıydı.

                “08,” dedi şimdi yanımda duran varlık.
                “Bu ne şimdi? Senin ismin mi?”
                “08.”

                Üst katlardan gelen koşturma sesleri güvenlik güçlerinin yakın olduğunu haber veriyordu. Sanal ortamda bulunan kapılara baktım. Ufak bir tekerlemenin ardından parmağım bir tanesini işaret eder vaziyette durdu.

                “Sakın kıpırdama,” diye bağırdı arkamdan bir ses.
                “Hayd. İyi misin?” yazdı R@y. “Hala orada mısın? Çıksan iyi olacak, tüm dünyada saldırı bitmek üzere.”

                Şimdi kafama dayanmış namlunun soğuk çeliğini hissedebiliyordum.

                “Sana diyorum. Ellerini makineden çek ve gözlükleri çıkar.”

                Son bir tuşa bastım ve son bir komut çalışmaya başladı. Ekranlar karardı. Makineler patlayacakmış gibi ses çıkartıyor, tüm hızlarıyla içlerindeki tüm bilgileri siliyorlardı. SG ve AG’lerimi çıkarıp ellerimi havaya kaldırdım.

                “Alper Tektaş, yasadışı alkol ve kimyasal bulundurmaktan tutuklusun.”

                Şaşırmıştım. Arkamdaki adam istese bile kıpırdayamazdım. Ellerimden tuttu ve sırtımda birleştirdi.

                “Bu kadar basit bir şey için beni hapse mi atacaksınız?”
                “Tabii ki hayır, DRM’ye gönderiliyorsun.”


                DRM. Depresyon Rehabilitasyon Merkezi.