robot etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
robot etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayata dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek zorunda kaldığım İstankara Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni bir başlangıç yap.” Temiz bir sicil… Sonra bir daha kaçmak yok. Belki başka bir şehre, belki de küçük ve henüz bozulmamış bir kasabaya yerleşip kendime basit bir hayat kurar, yaşamımın geri kalanında sürekli arkamı kollamak, yüzümü saklamak zorunda kalmazdım.

İlk defa kaçak olarak binmediğim bir gemide son yaklaşma için operatörden izin beklerken şehre de uzun uzun bakma fırsatı buldum. Aslında son gelişimden bu yana pek fazla değişmemiş görünüyordu. Çoktan tüm doğal kaynaklarını kaybetmiş olan bölgeden geriye kalanları da şehrin üstünde leş kargaları gibi dolaşan gemiler, onların altında sürekli hareket halinde olan insanlar, geliştirilmişler ve robotlar sömürüyordu.

Bu arada, daha önce hayatımda hiç leş kargası görmemiştim. Uzun yolculuk boyunca izlediğim belgeseller sayesinde bu ilginç hayvanlar hakkında bilgi sahibi olmuş oldum. Bu da kayıtlı yolcu olarak seyahat etmenin başka bir güzel yönüydü.

Artık iniş için hazırlanma vaktim gelmişti. Geminin arka tarafındaki dolabı açtım ve şirketin çevreye uygun olabileceğini söyleyerek giymem için verdiği kıyafetlere baktım. Hiçbirini giymeye niyetim yoktu. Üstümdeki şirket logolu uçuş tulumu sanki doğduğumdan beri üstümdeymişçesine rahattı.

Ayrıca ben zaten bu şehirde büyümüştüm. Terk etmek zorunda kalmış olsam da her köşesini çok iyi bilirim. Kimsenin başkasının ne giydiğine bakacak zamanı yoktur. Sokaklar kalabalıktır. Üstelik yola çıkmadan bana verilen bilgiye göre nüfusun daha da arttığı, yüz milyon kişinin bölgede tıkılıp kaldığı söylenmişti. Bence gerçekten kimin ne giydiğinin bir önemi yok.

Kıyafet değiştirmeyeceğime göre silahımı, mermileri ve bayıltıcı okları tulumumun özel hazırlanmış bölmelerine yerleştirdim. Rahat olduğu kadar kullanışlı da bir giysi bu.

Dolabın içindeki aynada kendime bir kez daha baktım. Sanki her defasında farklı bir kişiye bakıyor gibiydim. Aynadaki yansımam dün gördüğüm ben değildi; hatta ne şimdiki ne de bir hafta önce gördüğüm ben aynıydık. Abartıyor olabilirim tabii. Ne de olsa yol boyunca belgesel izleyip yeni bilgiler edindim. Düşüncelerimi etkilemiş olmalı. Peki ya yüzüm? O da değişmiş miydi? Ellerimle yüzüme dokundum. Düne göre kendimi farklı mı hissediyordum? Eh, aynı çene aynı burun işte…
Otomatik operatörden gelen sesle irkildim.

“İstankara limanından Şahin 3’e, belgeleriniz onaylandı. İskele 82 inişe hazır. Lütfen yerlerinize oturun ve kemerlerinizi bağlayın. İki dakika içinde kenetlenme başlıyor.”

Hemen yerime geçtim ve kemerimi bağladım.

Sistemler gemiyi indirip bağlayıcı zincirler gövdeye yapıştığında tam bir sessizlik olmuştu. İçinde bulunduğum aracın kalın metal kaplamasına rağmen etrafını çevreleyen statik elektrik boşaltma halatlarının gıcırtısını duyabiliyordum. Ufak bir sarsıntıyla iniş tamamlandı. Kokpit penceresinden dışarıya bir göz attım.

Her şey bıraktığım gibi.

Limanın meşhur hamalları iş kapmak için geminin indiği iskelenin başına üşüşmüştü bile. Kapılar açılır açılmaz geliştirilmiş insanların bağırışlarını duyacağımı biliyordum.

Daha önceden hazırladığım ve işime yarayacağını düşündüğüm malzemeleri yerleştirdiğim çantayı aldım. Uçuş tulumumun üzerine kapüşonlu ceketimi geçirdim ve kapakları açtım.

Anında başladılar.

Hamalların anlaşılmayan bağırışları eskiden dinlediğim çok sesli bir orkestrayı yeniden dinlemek gibiydi. Hatırladığım en net sesler, birkaç güncelleme veya vücutlarına katacakları birkaç geliştirme için birbirlerini ezen, bu uğurda birbirlerini bile öldürebilen bu insanlara aitti.

Dışarı adımımı atar atmaz robot görevli beni taramadan geçirdi.

“Hoş geldiniz Bay Namtar. Üzerinizde bulunan tüm eşyalar ruhsatlı ve şirket onaylı. Şehrimizde iyi vakit geçirmenizi diliyoruz.”

“Teşekkür ederim.”

Bir makineye teşekkür etmek tuhaf gelse de ilk defa bu şekilde karşılanıyor olmak daha da tuhaftı. Hatırladığım kadarıyla son seferimde gemiyi, dışarı atılan safra ve lağımla birlikte terk etmiştim. İşlerimi halleder halletmez de şehri yine kaçak olarak terk etmiştim.

Fakat bu kez anlaşmam sağlamdı. Elimde şirketin verdiği bir görev emri vardı elimde. Bu da neredeyse dokunulmazlık anlamına geliyordu. Yapılmasını istedikleri iş için beni seçmelerini de anlayabiliyordum. Etrafta nam salmış bir kırıcı ve kaçaktım. Ayrıca peşinde olduğum adam da benim kimliğimi kullanarak iş çeviriyordu. Şirketin söylediğine göre sistemlerini sabote etmişti. Önce ben sanıp peşime düşmüşler, ardından da başkası olduğunu anlamışlardı. O arada da beni yakalayıp özgürlük anlaşmasını teklif etmişler, ben de memnuniyetle kabul etmiştim.

Aslında bu sahtekârın kimliğimi kullanmasında benim de suçum vardı. O kadar çok viranede takılmıştım ki, herhangi birinde ek hafıza kartımı kırmış olabilirlerdi. Sonrasında üç beş krediye de adamın eline geçmişti zaten.

Sahtekârı yakalamak için İstankara’ya gideceğimi öğrendiğimde adamın davranış biçimi çok mantıklı gelmişti. Sadece ismimi ve anılarımı kullanarak birçok kapıyı açabilir, istediklerini elde eder ve rahatlıkla gizlenebilirdi. Ne de olsa yıllardır ben de aynısını yapıyordum.

Limanın güvenli bölgesinden çıktım ve insanların arasına karıştım. O anda kopan gürültüyle istemsizce sağıma döndüm. Az ötede iki geliştirilmiş hamal üç kredilik yük için birbirine girmişti. Buralarda kalabalık dışında en net hatırladığım bir diğer şey de iki serserinin kavgasıydı. Sanırım sonradan ben de onlardan birine dönüşmüştüm. Bir dövüş mü var, ben derhal oradaydım. Eğer yakalamam gereken sahtekâr, anılarımla birlikte aynı düşüncelere de sahipse bu tarz gürültülerden uzakta kalamayacaktı. Belki de yakınlarda bir yerdeydi.

Şirketin sağladığı yüz tarama lensini aktive ettim. Uzun yolculuk boyunca adamın yüzünü ezberlemiş olsam da elimdeki teknoloji benden hızlı davranabilirdi. Ben de o sırada kavgayı izlerdim.

İki geliştirilmişin mücadelesinde mutlaka bir şeyler kopar. Birkaç yumruk darbesinden sonra adamlardan birinin mekanik kas bağlantılarından kablolar fırlamıştı bile. Eh, beyin yerine mekanik kasa yatırım yaparsanız olacağı buydu işte. Ucuz işçilik ve en ucuz geliştirmeler her zaman kaslarla ilgili olanlardı. Bu adamlar hayatları boyu her gün çalışsalar bile yapay sinir ağı geliştirmelerinin bir nöronluk devresini bile alamazlardı.

İşte birkaç metal parça fırladı bile!

Daha önce hatırladıklarımdan farklı olarak bu sefer fırlayan kablolar ve parçalanan devrelerden zevk almamıştım. Daha fazla izlememeye karar verdiğim anda lensin taraması da sonlandı. Aradığım üç kağıtçı burada değildi. Tam ayrılacağım sırada adamlardan biri yere düştü ve öylece kaldı.

Eskiden böyle durumlarda ambulans ve polis geldiğini hatırlıyordum. Arada bir de olsa gelirlerdi. Şimdiyse şehir o kadar kalabalıktı ki birkaç serserinin ölmesi veya devre dışı kalması kimsenin umurumda değil gibiydi. Bu zamanlarda olay yerine ilk gelenler hurdacılar olur, işe yarar malzemeleri toplayıp giderlerdi.

Artık benim de gitme zamanım gelmişti. Nereden başlayacağımı biliyordum. Buraya döndüğüm zamanlar mutlaka Doğubank İş Hanı’na uğrar, kendimi gizleyecek ve kaçışımı kolaylaştıracak güncellemeler alırdım. Bir kaçak olarak sahtekârın da ilk yapacağı iş bu olmalıydı.

Bir süre handa takılmaya karar verdim. Benden üç gün önde olduğuna göre mutlaka onu görenler olmuştur. Eğer orada da bir ize rastlamazsam en sevdiğim eğlence mekanlarına göz atabilirdim. Oralarda sadece ismimi kullanması bile yetebilirdi ama tabii ben buna izin verecek değildim. En fazla birkaç gün içerisinde o hıyarı yakalayıp yeni ve temiz hayatıma başlamak niyetindeydim.

Kısa bir yürüyüşün ardından Doğubank’ın girişine ulaştım. Son gelişimin üzerinden epey zaman geçmişti. Şehrin geri kalanı gibi burası da nefes alan bir organizma gibiydi. Yaşıyor, değişiyor, dönüşüyordu. Bir defa gördüğünüz kişi sonraki gelişinizde tanınmayacak halde olabilir, daha da kötüsü çoktan tahtalı köyü boylamış olabilirdi.

Bu şehirde yaşam ne kadar değersiz böyle.

Merkezi tarama sisteminden geçer geçmez otomatik ve sesli olarak selamlandım. İsmimi duyanlar dönüp bakıyordu. Herkesin saygıyla karışık bir korkuyla bana baktığını anılarımdan biliyordum. İçeride yürümeye başladım.

Soldan ikinci dükkân… Evet, burayı hatırlamıştım ama kapıdaki adam pek tanıdık gelmiyordu. Peki, niye halâ suratıma dik dik bakıyordu?

“Bay Namtar?” dedi sonunda.

“Evet, benim.”

“Sizi bu kadar çabuk göreceğimi sanmıyordum.”

Evet, tam isabet! Demek ki sahtekâr buraya uğramıştı.

“Biraz değişmişsiniz.”

“Evet. Hazır buralardayken biraz estetik ve yazılım güncellemesi yaptırdım.”

“Çok iyi olmuş efendim. Geçen gün sorduğunuz cihazları buldum. Birkaç gün içinde elimde olacaklar.”

“Geldiğinde nereye haber yollayacağını biliyorsun değil mi?”

“Hiç unutur muyum? Keçi’nin Yeri’ne bizzat ben getireceğim.”

İşte buna hedefi on ikiden vurmak derim. Artık vakit kaybetmeden mekâna geçme zamanı gelmişti.

“Teşekkür ederim. Karşılığını alacaksın.”

“Biliyorum efendim.”

Handan hızla çıkıp anayola geçtim. Karşıma çıkan ilk ototaksiye atladım, krediyi şirket hesabından karşıladığımdan ilk kez yolun kaç kilometre olduğu konusunda kaygılanmama gerek yoktu. Görevim belliydi.

Bir saat sonra Keçi’nin Yeri’ne vardım. Geniş cam vitrininin önünde durdum ve tarayıcı lensi çalıştırdım. Adamım henüz burada değildi.

Şimdi kafamda beliren sorulara mantıklı cevaplar vermeliydim. Benden önce buraya gelmiş miydi? Eğer birkaç saat önce mekânda idiyse tip değişikliğini açıklamak zor olacaktı. Keçi burada mı? Buradaysa onun ben olmadığımı anlayıp herifi bir güzel pataklamış olabilir miydi?

Hızlı düşün, ek işlemciyi çalıştır. Sorunlara mantıklı çözümler bul.

Daha fazla zaman kaybetmeden içeri girdim.

“İyi akşamlar.”

“Hoş geldiniz,” dedi barın arkasında Keçi’nin yerinde duran adam.

“Bir arkadaşa bakmıştım.”

“İsim alırsam veri tabanımı tarayıp yardımcı olabilirim.”

“Namtar.”

“Ooo… Onu biliyorum. Yıllar önce uğramış en son. Ben buralarda değildim o zamanlar.”

“Evet, burada Keçi vardı. O nerelerde?”

“Babam sizlere ömür…”

“Ne oldu? Kavga mı?”

“Hayır efendim. Beyin virüsü. Yapay sinir ağına bulaşmış. Tüm sistemini silmesi ve iç organlarını çalışmaz hale getirmesi çok uzun sürmedi. O boklara bulaşmamasını söylemiştim ona.”

“Peki ya sen? Hiç geliştirmen yok mu?”

“Bir tane dışında yok efendim. Yüzde doksan sekiz biyolojik insanım hala.”

“Daha gençsin de ondan. Biraz yaşlanınca bağımlısı olursun. Ne derler bilirsin her yenilik sonsuzluğa atılmış bir adımdır.”

“Evet. İyi bir kırıcı seni bozana kadar süren sahte bir sonsuzluk.”

“Bu da doğru… Ben şurada oturacağım. En sert içkinden bir tane gönder. Namtar gelirse de beklediğimi söyle ve beni işaret et. Burada buluşacaktık. Çantada onun istedikleri var.”

“Tamamdır.”

Barı tam karşıdan gören bir masaya geçtim ve çantayı ayaklarımın arasına yerleştirdim. Kapüşonlumu ceketimi çıkarıp kucağıma koydum. Hemen altından silahımı çıkardım ve içine bayıltıcı ok yerleştirdim. Sahtekârı bacaklarımın üstünden rahatlıkla onu indirebilecek pozisyondaydım. Otomatik nişangâh zaten gerekeni yapacaktı.

İçkim masama henüz konmuştu ki kapı açıldı. Kendimi hazırladım. Keçi’nin oğlu elini kaldırdı.

“Hoş geldin dedektif.”

“Bana şöyle demekten vazgeçsen artık? Sıradan bir polisim işte.”

“Zor bir gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”

İçimden bir küfür ettim. İşimi bitirirken içerde olmasını isteyeceğim son kişi bir polis olabilirdi.
Önemli değil. Şirket icabına bakar. Hepsi onların maaşlı adamı değil mi?

İçkimden birkaç yudum aldım. Daha önce burada çok sarhoş olduğumu ve içtiklerimden büyük keyif aldığımı hatırlıyorsam da bu sefer hiçbir şey hissetmemiştim. Kendimi tamamen görevime odaklamıştım.

Bardağım bitmek üzereyken kapı tekrar açıldı.

“İyi akşamlar,” dedi içeri giren adam. “Keçi yok muydu?”

“Kim arıyor?” diye sordu barmen.

“Ben Namtar.”

“Babam sizlere ömür efendim. Ama sizi bekleyen birisi var. Geliştirmelerinizi getirmiş. Şu masada…”

Parmağıyla beni işaret ediyordu. Adam bana döner dönmez silahımı ateşledim. Ok tam olması gerektiği gibi kalbine saplandı ve sahtekâr yere devrildi. Şirket yetkililerinin söylediği doğruysa ilacın en az dört saat uyutması gerekiyordu.

“İki dozla tüm yolculuğu başın ağrımadan geçirebilirsin,” diye eklemişlerdi.

Polis olduğunu söyleyen adam bir anda silahını çekerek üstüme yürüdü: “Kıpırdama!”

“Dedektif, sakin ol!” diye bağırdı barmen.

Dedektif onu duymazdan gelerek silahını bana doğrultmuş halde cesedin üstüne eğildi ve nabzının atıp atmadığını kontrol etti.

 “Beni dinlemelisin dostum,” dedim. “Şirket için çalışıyorum. Parmak izimi veya yüzümü tarama cihazınla kontrol edebilirsin. Yaptığıma onay vereceklerdir. Bu adam şirket tarafından aranan bir sabotajcı!”

“Adının Namtar olduğunu söylemişti,” diye araya girdi barmen.

 “O bir sahtekâr ve suçlu. Namtar benim. Eğer sakin olursanız hesabımı ödeyeyim, orada kimliğimi doğrulayabilirsiniz. Şirket için çalıştığımı göreceksiniz.”

Dedektif itiraz etti: “Namtar bir kırıcıdır, şirkete çalışmaz.”

Dedektifin şirketin adını duyunca kararsız kaldığını gören barmen araya girdi.

“Bırak da adam kimliğini doğrulasın,” dedi.

Parmağımı ödeme sistemine uzattım ve hesabımdan iki içki düşülmesi için izin verdim.

“İçkinin biri benden sana sayın polis memuru.”

“Adam sallamıyormuş. Kesinlikle söylediği kişi!”

“Şimdi müsaadenizle bu üç kağıtçıyı alıp gidiyorum. Şirket yetkililerine yardımlarınızdan bahsedeceğim.”

Baygın sahtekârı bir ototaksiye yükleyerek limana döndüm. Kalabalığın arasından geçip robot görevliye işlemin tamam olduğunu söyledim. Birkaç saniye gecikmeyle onay verdi ve gemime döndüm. Adamı bir kolundan sağlam borulardan birine kelepçeledim. Birkaç saat sonra kendine gelirdi. İkinci dozu yapmaya ise hiç niyetim yoktu, onunla biraz konuşmak ve anılarımı nasıl çaldığını öğrenmek istiyordum. Gerçekte kimdi?

Ufak bir sarsıntıyla havalandık. Dakikalar içinde liman geminin kontrolünü bana devredince rotaya girmek için birkaç işlem yaptım ve şirket binasının koordinatlarını varış noktası olarak belirledim. Bundan sonrası artık beklemeye kalmıştı.

İkinci saati de karşımdakinin suratına bakarak geçirmiştim. Aynada kendini görmekle aynı şey değildi bu, anılarım ondaydı ama o ben değildim. Yine de tuhaf biçimde tanıdık geliyordu.

Üçüncü saatin sonunda kalkıp aynaya baktım. Yerde elleri bağlı yatan adam kadar kendime de yabancı olduğumu hissettim.

Dördüncü saat dolmak üzereyken karşımdaki ben kıpırdanmaya başladı. Yapay sinir ağımda biraz daha dolaştım. Anılarımda hiç aynaya bakmıyor muydum? Birkaç kez baktığım zamanları buldum. Büyük bir boşluk… Aynadaki aksimi göremiyordum. Anıların yanılması normal miydi? Peki ya aynada yansımamın olmaması?

Sonunda adam kendine gelmişti. Hafifçe kıpırdanarak sordu:

“Neredeyim ben? Bana ne oldu?”

“Bir süre uyudun, seni kimlik hırsızı!”

“Kimlik hırsızı mı? Ne saçmalıyorsun? Sen de kimsin?”

“Ben Namtar. Gerçek olanı.”

“Hadi oradan be!”

“Bence tartışacak bir konumda değilsin. Derdini şirkete anlatırsın.”

“Bunu neden yapıyorsun?”

“Seni, yani sahte beni şirkete teslim etmekle görevlendirildim.”

“Asıl sahte olan sensin. Kimsin be adam?”

“Adımı tekrarlamama gerek yok sanırım. Gayet iyi biliyorsun. Şimdi anlat bakalım anılarımı nasıl çaldın?”

“Kimin anısını çaldım? Senin gibi bir düzen adamının anılarını ne yapayım? Eminim çok sıkıcıdırlar. Seninle uğraşacağıma şirketle uğraşırım daha iyi.”

“Evet, orasını biliyorum. Sabotajcıymışsın. Bilmediğim tek şey kimlik bilgilerime, hatıralarıma nasıl sahip olduğun.”

“Nesin sen be adam? Aynı palavraları tekrarlayıp durma! Ben Namtar. Kimsenin hatırasını ya da kimliğini çalmadım.”

İlacın etkisi olabilir. Biraz daha bu sahtekâra katlanabilirim. Belki biraz zorlamam gerekir. Eminim o zaman konuşmaya başlar.

“Keçi’nin yerinde çok adam dövmüşlüğüm var. Seni de biraz hırpalamama şirket bir şey demez herhalde,” dedim.

“O kavgalarda ya sarhoştum, ya da karşımdakiler şirket ajanıydı. Tıpkı senin gibi… Sinsice bayıltıcı ok atmasaydın seni de bir güzel benzetirdim.”

“Benim anılarım onlar. Kavgalarımın hepsini hatırlıyorum.”

“Beni sinirlendirmeye başlıyorsun. Tamam, bir yere kadar ben gibi davranmış olabilirsin ama kendini rolüne fazla kaptırma derim.”

“Sadece bilmek istiyorum. Anılarımı çalarken hangi yazılımı kullandın? Hangi virüs?”

“Eeeh, yetti ama! Ben senin anılarını çalmadım be adam! Ellerimi buradan bir kurtarırsam seni de diğer şirket ajanları gibi tanınmaz hale getiririm.”

“Merak etme, ben seni konuşturmasını bilirim.”

“Sinirlendin mi yoksa?”

“Hayır.”

“Vuracak mısın bana?”

“Gerekirse evet.”

“Ben genelde birine vurmadan önce çok sinirlenirim. Yoksa çok sinirlenen sen misin?”

“Kesinlikle. Benim anılarımda da öyle.”

“Gerçekten kimsin veya nesin sen? Anılardan bahsedip duruyorsun. Hangileri bunlar? Önemli olan ne var senin için? Annemi hatırlıyor musun veya bu şehirden ilk kaçışımı? Peki ya köpeğimi? Onun öldüğü günü?”

“Evet. Her zamanki gibi yağmurlu bir İstankara günüydü. Şirketin yanan borularından havaya karışan kimyasalların oluşturduğu asit yağmurunun altında kalmıştı. Üzülmüştüm.”

“Evet. Üzülmüştüm. Şimdi bile düşündüğümde üzülüyorum, sonra da sinirleniyorum. Şirketten nefret ediyorum. Peki ya sen?”

“Bir şey hissetmiyorum. Ben şirketle anlaşma yaptım. Sicilim temizlenecek. Yeni bir başlangıç yapacağım ve artık onlara sinirlenmek için bir sebebim yok. Hayatımın bundan sonrasında pis işlere bulaşmayacağım.”

“Ne gibi pis işler? Şirketi sabote edip kredilerini insanlara dağıtmak gibi mi?”

Bir süre durakladım. Şirketi sabote ettiğimi hatırlamıyordum.

“O senin işin galiba. Çünkü benim anılarımda öyle bir şey yok,” dedim ve bir süre yapay sinir ağımı taradım.

“Kesinlikle sana benim anılarımı yüklemişler ve kafanda başka ne varsa silmişler. Ben olduğumu sanıyorsun. Ne yapıyorsun? Yapay sinir ağını mı tarıyorsun? Aynısını ben de yaptım ve insanların mutlu olduklarını gördüm. Şirketi her sabote ettiğimde birilerinin hayatını kurtardım. Bu bana keyif veriyor. Ya sana?”

“Benim öyle anılarım yok,” dedim ve kestirip attım. Artık vazgeçmiştim. Kendini ben sanan sahtekâr açık vermeyecekti. Onu yakaladığıma göre bir daha da aynı şeyi de yapamazdı. Bundan sonra daha dikkatli davranıp hafıza kartımdaki bilgileri kimseye kaptırmayacaktım.

Yolun geri kalan üç saati boyunca sahte Namtar’ın mutluluk, hüzün, sinir, şaşkınlık gibi duygular üzerine ettiği lafları dinlemek zorunda kaldım. Sonunda o da pes etti.

“Boşuna uğraşıyorum. Kör bir adama renkleri anlatmaya çalışıyorum sanki…” dedi ve sustu.
Merkeze ulaştığımızda sahtekârı önüme taktım ve yönetim kurulu salonuna doğru ilerledim. İçeri girer girmez bir alkış koptu.

“Bir görev daha başarıyla tamamlandı,” dedi başkan. “Giderek daha iyi oluyor.”

Ne daha iyi oluyordu? Kurdukları sistem mi? Suçluları başka suçlulara yakalatma düzeni mi?

“Namtar!”

“Efendim?” dedik önümdeki adamla aynı anda.

“Biri şunu susturabilir mi? Görev amiri?”

“Hemen efendim.”

Artık sahte benin konuşmasına gerek yoktu. Suçları sabitti. Ben de temiz bir başlangıç yapabilirdim. Tabii tebrikleri kabul ettikten sonra.

Görev amiri ayağa kalktı ve yanıma geldi.

“Şahin 3, kapan.”


Sistem yeniden başlatılıyor.


Yeni görev yükleniyor.


Tüm sistemler aktif.


***

Hayata dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek zorunda kaldığım San Angeles Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni bir başlangıç yap.”



Sözleşmeyi imzalarken ne düşünüyordum ki? Tabii ki, terfimi. Alacağım fazladan parayı, göreceğim saygıyı. Bakalım terfi için verilen görev kutusundan bana ne çıkacak?

Bundan tam 10 yıl önce bugün, serin bir mayıs sabahında işe başlamıştım. Özel sektördeki tüm işlerin robotlar, robotumsular veya adına her ne diyorlarsa onlarla doldurulduğu bir dönemdi. Bizim gibilerin tek seçeneği devlet memuru olmaktı ve ben de öyle yapmıştım. Sınavlar, yetenek testleri, mülakatlar derken kendimi on binlerce kişi ile aynı işi yaparken bulmuştum. Önümüze getirilen dosyaları sistemlere girmek.

İnanılmaz değil mi? Her gün yüz binlerce kişi, milyarlarca harfi ve rakamı klavyede tuşluyor ve ağın derinliklerinde bir yere gönderiyor. Dosya dosya masalarda duran kağıtlarda ne yazıyor, girdiğimiz veriler nereye gidiyor hiç bilmiyorum. Anlamsız bir iş. Bir sürü kelime, sayı ve işaret kombinasyonu bana ve diğerlerine bir şey ifade etmiyor.

Şimdi soracaksın, bu kadar süre orada neden çalıştın? Ortam mı güzeldi? Aslına bakılırsa, çalıştığımız yere eşeği bağlasan durmaz. Önlü arkalı, sağlı sollu yerleştirilmiş bir sürü küp, büyük bir odaya tıkıştırılmış yüzlerce kişi ve hiç durmadan basılan tuşlardan çıkan garip bir gürültü.  Bunaltıcı mı? Tabii ki.

Ben yine de devam ettim, diğer herkes gibi. Çünkü son beş senedir o da küplerle dolu bu yerde çalışıyor. Saçları güneş kızılı, teni kar beyazı bir kız. Her sabah aynı zamanda çay alırız ve o her sabah bana günaydın der. Günümün en güzel anları. Yıllarca aynı yerde olmak için yeterli mi? Pekalâ, yalan söylemeyeceğim. Gonca, gerçekten çok güzel bir kız olabilir ama beni asıl tutan yapacak başka bir iş olmaması. Memur değilsen 5. Sektörün dışında bir yerlerde sürtersin. Hayatta kalmak için çöp toplar, etraftan bulduğun malzemelerle kendine bir gecekondu yapar yaşarsın. Herkesi burada yıllarca çalıştıran asıl mesele bu.

Az kalsın unutuyordum. Kutuyu, sahte bir gülümseme ile müdürün masasından aldım ve odadan çıktım. Halâ merak içindeydim. Terfi görevleri çok gizlidir. Kimse hakkında konuşmaz, şakasını bile yapmaz. Yazılanları veya söylenenleri yerine getirir. Sonrasında şef, lider her ne bok olacaksa o olur. Böyle konuşuyorum çünkü hayatımda ilk defa bu şeylerden aldım. İçinden çıkacakları bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum. Ama bulutların üstündeyim. Kolumun altındakini herkes görüyor.

Aslında 3. Koridordan yürüsem yerime daha yakın ama Gonca’nın yanından geçmek için 5. Koridora giriyorum. Ne de olsa yakında farklı bir görevim olacak. Küplerin içinde oturan 10 kişiden ben sorumlu olacağım. Alacağım para artacak. Hem belli mi olur belki kızıl da benim için çalışanlardan biri olur.

“Merhaba,” dedi arkamdan hiç tanımadığım bir ses.

Siktir ya. Yoksa bu o mu? Titreme hissi. Bu sadece içimde mi oldu yoksa gerçekten tüm vücudum onun önünde sallandı mı?

Sakin olmaya çalışarak sesin geldiği yöne döndüm ve gülümsedim.

“Tebrik ederim. Terfi kutusunu almışsın.”

Konuşan gerçekten kızılmış.

“Şşşey. Ev…ev…evet ben.” Saçmalama Ali, hiç zamanı değil. Hem sen çocukluğundan beri kekelemedin ki. Şimdi nereden çıktı bu?

“Umarım görevini başarırsın ve seni müdür olarak görürüz.”

“Yapabilirim,” diyebildim.

Sonunda elini sallayıp yerine oturdu da biraz rahatladım. Yapabilirim mi? Düşündükçe ne kadar saçma bir şey söylediğimin farkına vardım. Neyse bu durumu toparlayacak zamanım olur herhalde. En azından dikkatini çektim. Şimdi yerime geçip bana verilene bakma zamanı.

Bu durum resmen başka bir sınav. Karşına ne çıkacağını bilmiyorsun. İçimden bir ses, soruların çalışmadığım bir yerden geleceğini söylüyor. Siyah kutunun üzerine iliştirilmiş bir zarf. Hemen içinden çıkan kağıdı okuyorum.

“Evinize ulaşana kadar açmayın ve göreviniz hakkında kimse ile konuşmayın. Aksi takdirde terfiniz iptal edilecektir.”

Tabii ya, daha önce hiç oturduğu yerde bu şeylerden açanı görmedim. Hep düşünmüşümdür bu kadar önemli bir iş için neden akşama kadar beklerler. Demek ki, sebebi bu notmuş. Ne yapalım, gidene kadar bekleyeceğiz. Bir süre daha anlamsız şeyleri sisteme girmeye devam.

Heyecandan mıdır nedir, zaman su gibi akıp geçti. Servise doğru yola çıktığımda tekrar o güzel sesi duydum.

“İyi akşamlar, Ali.”

“Sana da,” dedim. Hem de kekelemeden. Eh, bu da bir gelişme. Bu hızla gidersek daha fazla konuşacağımız kesin.

Memur olmanın bir diğer faydası, 3 numaralı servis trenine binebiliyorsunuz. Eskiler ama devlet daireleri ile sektörler arasında hiç durmadan dolaşıyorlar ve iş görüyorlar. Beni yaklaşık yarım saatte eve bırakabiliyor. Bu sefer her zamankinden daha havalıyım. Kolumun altındaki sayesinde güvenim yerinde. Bakışların üzerimde olduğunu biliyorum.

Sonunda durağıma geldik. Etrafa gülümseyerek bakıyorum. Eğer kendimi durdurmasam tüm trene iyi akşamlar diyeceğim. Görevi tamamladıktan sonra görmeyeceğim ayakta dikilen onlarca insana son bir kez baktım. Diğer kademedekilerin bindiği servis trenlerinde koltuk olduğunu duymuştum. Bir sonraki sefer oturarak geleceğim.

Evim, güzel evim. Kendimi rahat hissettiğim 50 metrekarem. Ne oldu? Küçük mü geldi? Yalnız yaşayan devlet memurlarına verilen standart bir daire işte. Hem para, hem ulaşım, hem de öğlenleri yemek versinler ve sonra tüm bu imkanların üstüne büyük bir evde mi oturmamı sağlasın devlet? Şımarık olma lütfen.

Gelelim asıl meseleye. Madem bu kadar gizli olmasını istiyorlar, şu ışığı bir yakalım ve perdeleri kapatalım. Kutuyu açma zamanı geldi. Şekil bile yapmışlar. Mum mühürlü ip ile sarılmış. Kolay kopsa bari.

Ve tam tahmin ettiğim gibi başaramadım. İpi çekiştirmekten ellerim morardı resmen. Bir bıçakla tek seferde kestim ve hemen kapağı kaldırdım.

Bu da nereden çıktı şimdi? Bunlar benden ne istiyorlar?

Dolu bir şarjör, bir silah ve büyükçe bir zarf. Sanırım içerisinden bir not çıkacak ve şöyle yazacak:
“Kendini bu silahla öldür. Sen de kurtul, biz de kurtulalım.”

Gerçekten merak ettim. İçinde tek bir nottan fazlası olduğu kesin. Görelim bakalım görevimizi.
Bir adamın fotoğrafları, adam ile ilgili bir sürü bilgi ve uzunca bir mektup.

“Devletimizin, siz vatansever yurttaşlara daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır. Sizler çalıştıkça güçleniyor, büyüyor ve sizlere daha iyi imkanlar sunuyoruz.”

Falan filan. Bir takım güzellemeler ile devam ediyor.

“Polis güçlerimizin ve robotik devriyelerin de belli bir limiti vardır. Onların ulaşamadığı bilgilere, görevlere siz terfi ettirilecek vatandaşlarımız ulaşacak ve verilen görevleri yerine getireceksiniz.”

Of yeter artık. Görevim ne?

“Katiller, tecavüzcüler ve hırsızlardan oluşan bu kişileri ortadan kaldırarak hem insanlarımızı koruyacak hem de terfi alacaksınız. Ekte yer alan dokümanlardaki kişi sizin hedefinizdir. Gönderdiğimiz silah ve şarjör devletimize ait olup tamamlayacağınız görev tamamen yasaldır.”

Bakalım bana ne gelmiş. Fotoğraflar. Yakışıklı bir tip. Ne tür bir suçlu acaba? Hırsızlar mı yakışıklı olurdu yoksa katiller mi?

Adamımızın öz geçmişi. Ve tam isabet. 15 kişinin katili.

Şimdi anlıyorum, bütün bu terfi işlerinini neden büyük bir gizlilik içinde yürütüldüğünü. Düşünsene genel müdürlüğe kadar yükseliyorsun. En az üç terfi gerekir. Bu da üç görev demek. Bu da en az üç kişi demektir. Bilemiyorum, belki statü arttıkça öldürmen gerekenlerin sayısı da artıyordur. Bana bu görevi veren müdürümün kaç leşi var acaba?

Tamam. Kolay kısım bunları okumaktı. Peki şimdi nasıl yapacağım ben bu işi? Hadi adamı buldum diyelim nasıl öldüreceğim? Hayatımda kimseyi öldürmedim ki. Hatta bir sineği bile… Neyse buna inanmazsın zaten. Gece kafanın üzerinde vızıldayan bir sinekten daha kötü ne olabilir ki? Hiç dayanamam, yapıştırırım duvara.

Ve dip not: Görevi başarmak için bir hafta süreniz var. Bu süre boyunca idari izinli sayılacaksınız.

Hadi bakalım, önümde tam 7 günüm var. Düşünmek için iki, plan yapmak için iki gün harcasam, işi bitirmek için üç günüm kalır. Ya peki başaramazsam, ya vazgeçersem? Büyük ihtimalle aynı şekilde devam ederim. Sabah 8 akşam 5 iş, trende ayakta yolculuk ve 50 metrekare. Bir de kızıl benimle bir daha konuşmayabilir. Hangisi daha kötü? Katil olmak mı, bu hayata devam etmek mi?

Dur bir dakika. Bu ses kapı zilinden mi geliyor? O kadar uzun süredir çalmadı ki, pas tutup bir daha asla çalmayacağını düşünmeye başlamıştım. Tam da terfi görevi aldığım gün, tesadüf mü?
Silahı ve diğer şeyleri kutunun içine geri koydum ve hepsini yatağın altına ittirdim. Zil yine çaldı.

“Patlama geldim.”

Hırsla kapıyı açtım ve donakaldım.

“Merhaba Ali.”

Kekeleme, kekeleme, kekeleme…

“Mmmm”

“Kusura bakma seni rahatsız ettim ama şey aslında çok uzakta oturmuyorum. Sadece birkaç blok ötede. Belki birlikte bir çay içeriz diye düşünmüştüm.”

O düşünmüş ama benim kafam bir anda boşaldı. Hiçbir şey yok. Konuşamıyorum bile. En azından şaşkın suratımı toparlayayım. Zor da olsa gülümsedim.

“İçeri gelmez misin? Ben şey, daha yeni…”

“Çok özür dilerim. Ani oldu farkındayım ama uzun süredir görüyoruz  ve birbirimizi tanıma fırsatımız olmamıştı.”

Fırsat mı? Kendine gel oğlum. Fırsat ayağına geldi işte.

“Lü…lüt…lütfen içeri gel. Ben hemen bir çay koyayım. Dışarı çıkmaya gerek kalmaz. Oturur sohbet ederiz.”

Kenara çekildim ve o da minik ayaklarının üstünde içeri süzüldü. Ev zaten büyük değil. Oturacak yer belli, yatacak yer belli. Onun evinin de bundan farkı yoktur herhalde. Utanacak bir şey yok.

“Nasılsın Ali?”

“Sağ ol ya sen?”

“Ben de iyiyim işte. Bildiğin gibi.”

“Evet, bildiğim gibi terfi edeceksin. Bir şeyler içmeyecek miydik?”

“Şey, çay alır mıydın?”

Ses çıkarmadan kafasını salladı. Makine hazırda bekliyordu. Ben de hemen tuşuna bastım.

Bence bu kızın aklı benim geleceğim konumda. Saflığın alemi yok. Bugüne kadar tek kelime etmemiş ama bugün birden selam vermeler, evime gelmeler. Bu durumun bir ismi vardı galiba. Bir birliktelik çeşidiydi. Hatırladım. Karşılıklı çıkar ilişkisi. Ne yapalım? Eğer benimle yatacaksa durumu kabul edebilirim.

“Görevimi başarırsam, sıradan memurluktan bir üst seviyeye çıkacağım. Durumları biliyorsun.”

“Evet. Daha önce de terfi alan insanlar görmüştüm.”

Güzel bir sesin bu duvarların içinde yankılandığı ender günlerden biri. İzlediğim pornolardaki kızları saymazsak tabii. Aynı zamanda evimdeki en zeki dişi, benden kaçmayı başaran dişi sinekler yine istatistik dışı kalıyor.

“Peki, ne görev vermişler sana?” diye sordu.

“Söyleyemem. Bunu da duymuş olmalısın. Kimse görevinden bahsetmez.”

“Ah, evet. Unutmuşum.”

“Çayına şeker ister misin?”

“Bir tane alayım.”

Bardağı Gonca’ya uzattıktan sonra hemen yanına oturdum. O kadar yakındık ki, ona dokunmamak için kendimi zor tutuyordum. Birkaç yudum çaydan sonra ben de daha rahat konuşurum diye düşünüyordum ama öyle olmadı. Yine ağzımı açamadım.

“Umarım başarırsın ve senin ekibinde olurum. Kaç senedir birlikteyiz, her sabah selamlaşıyoruz. Hiç dikkatini çekmedim mi?”

İşte olacağı buydu. Konuya sen girmezsen o girer. Ama hoşuma gitmedi değil. Her şeyi karşı taraftan beklemiyor en azından.

“Çektin. Çekmez olur musun?”

Ne kadar güzel gülümsüyor.

“Yani, be…be…ben biraz çekingenim.”

“Evet. Fark ettim. Önemli değil. Bu sana tatlılık katıyor.”

Mantıklı bir şey söyle Ali. Hedefe yönelik bir şey söyle. Yatağa giden kapıları aç.

“Teşekkür ederim.”

Tamam, farkındayım. Sıçtım. Ama bence hala şansım var. Yani görevi yapıp terfiyi alırsam kesin bende bu kız.

“Şey, ben artık kalkayım.”

“Ne çabuk içtin çayını.”

“Sıcak seviyorum.”

“Ben de. Ama içmeyi unutmuşum.”

Güzel bir kahkaha patlattı.

“Yarın görüşürüz, Ali.”

“Ben yarın izinliyim.”

“Biliyorum. Akşam iş çıkışı uğrarım.”

Yanağıma bir öpücük kondurdu ve gitti. Sonra zaten sersemlemiştim. Zihnim öyle karışıktı ki kendimi yatağa attım. Terfi için yapmam gerekenleri düşünmeye çalıştım ama bir türlü kafamı toparlayamadım. Tüm gece kızıl saçları, beyaz teni ve o güzel dudakları gördüm rüyamda.

Sonraki iki gün elimdeki fotoğraflara bakarak ve düşünerek geçti. Her akşam uğradı Gonca. Bir çay içti ve kalktı. Planlama aşamasındaki diğer iki gün 5. Sektörün dışına çıktım. Adamımı takip ettim. Gezdiği yerlere gittim. Günlük rutinini öğrendim.

Aslına bakarsanız, hiç de öyle katil gibi durmuyor. Varoş kahvelerine gidiyor, orada çıkan gazeteleri okuyor ve hatta sokaktaki insanlara yardım bile ediyordu. Ama her zaman böyle değil midir? Katil asla katil gibi görünmez. Hep en masum gözükenden çıkar. Yani en azından filmlerde öyle.

Planım kafamda netleşmeye başladı bile. Adam neredeyse savunmasız ve her akşam evine dönen bir tip. Görevin bana verilme sebebi adamın yaşadığı bölge olsa gerek. Eh polislerin ve metal kafaların o mahalleye neden giremediğini anlayabiliyorum. Orada yaşayanlar tüm bu sisteme karşı. Robot devriyeler hurda olarak iyi para eder. Bölge zaten kalabalık, polislerin de üzerine çullansalar yetecek. Bu durumda görev terficilere kalıyor.

Büyük gün. Bana verilen sürenin dolmasına daha 48 saat var ama ben işi bugün bitireceğim. Kalan zamanda da kendime gelmeye çalışırım herhalde.  Plan basit. Çok fakir biri gibi gidip kapısını çalacağım. Beni içeri alacak ve ben de belimdeki silahı çıkartıp kalbinden vuracağım. Bir filmde görmüştüm, kafaya ateş etmemek gerekiyor.O zaman etraf çok dağılıyor ve ben o görüntünün etkisinden kurtulabileceğimi sanmıyorum.

Dolaptan çıkardığım onlarca yıllık kıyafetlerim beş gündür üstümde. Yeterince eskidi ve koktu bence. Hatta biraz sağından solundan yırtarsam tam olacak. Aç mıyım? Evet açım. Biraz kötü kokuya ihtiyacım var. Onu da sektör dışına çıkmadan önce lojmanın önündeki çöpte yuvarlanarak halledebilirim. Kızıl beni bu halde görmesin yeter bana.

Sektörün dışına, varoşlara çıkmak kolay oldu. Şimdi biraz yürüme zamanı. Adamın eve dönüş saatine kadar etrafta dolaştım. Sokaklar o kadar kalabalık ki, sanki benim göt kadar evime onlarca insan davet etmişim gibi.

Terfim evine döndü. Bir süre daha yerde, çamurun içinde oturdum. . İyice pisim artık. Yardım isteme zamanı. Belimdeki emaneti kontrol ettim ve üzerime giydiğim yırtık gömleği silahı kapatacak şekilde dışarı saldım. Kalbim yerinden çıkacak neredeyse. Birisini vurmak, öldürmek. Bu düşünce plan yaparken de aklımdaydı ama hiç bu kadar kemirmemişti beni. Yürü be aslanım sen sinekleri gözünü kırpmadan avlamış adamsın. Bunu mu yapamayacaksın?

Hedefimin kapısını çaldım. Hiç bekletmeden açtı.

“Çok açım. Yiyecek bir şeyiniz var mı?” dedim hiç düşünmeden.

“Tabii. İçeri gel.”

Ne iyi adam ya. Bu adam katil olabilir mi? Acaba evine aldıklarını mı öldürüyor?

“Şe…şe…şey ben girmesem.”

“Gel çekinme. Mutfakta yiyecek bir şeyler var.”

Başka bir odaya geçecek. En iyisi arkasını döndüğü gibi ateş etmek. Yoksa yapamayacağım. Hızlıca silahıma davrandım ve terfime doğrulttum. O anda evin içindeki koltuklardan takırtılar geldi. Ateş mi etmeliyim? Etrafa mı bakmalıyım?

Hedefim kahkahalarla gülmeye başladı. Neler oluyor lan?

“Sen ne ilksin ne de son olacaksın.”

İşte şimdi sıçtık. Koltukların arkasından bana doğrultulmuş silahları görmemek körlük olurdu. Oracıkta kaldım. Adam bana döndü.

“Korkma biz katil değiliz.”

“Ya ben öyleysem?”

“Sen de öyle değilsin. Terfi için buradasın.”

Takip mi edildim yoksa? Ben onu izlerken, o da beni mi izledi acaba?

“Seni vurabilirim,” dedim sonunda.

“Ama yapmayacaksın. Yaparsan da sorun değil, o çok istediğin makamları göremeden ölmüş olursun.”

Adam haklıydı.

“Bak evlat. Beni iyi dinle. Ben katil, tecavüzcü, hırsız ya da sana her ne söyledilerse o değilim. Biz burada yaşamaya çalışıyoruz. Daha iyi şartlar istiyoruz. Sadece şu anki devlete ve sisteme karşıyız. Bir nevi muhalefetiz. Ve bizden başka bunu yapabilecek yok.”

Kolumu aşağı indirdim sonunda. Kapının yanından fırlayan bir adam hızlıca elimden çekip aldı silahı.

“Kendinizi o kadar kaptırmışsınız ki… Bir işiniz var diye, üç kuruş paranız, bedava servisiniz var diye gerçekleri görmezden geliyorsunuz veya size göstermiyorlar. Sen hangisisin bilmiyorum ama önemi yok. Kullandığınız bilgisayarlara girdiğiniz şeylerin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz. Sadece oturup saatlerce klavye ile oynuyorsunuz. Beyni yıkanmış, at gözlüğü takılmış kölelersiniz.”

Yıkıldım. Düşününce anlamlı geliyordu ama kabul etmek istemiyordum.

“Şimdi istersen burada kal, istersen de ait olduğun yere geri dön. Ama orada da artık seni iyi şeyler beklemiyor.”

Hayır. Ben bu pisliğin içinde kalamam. Benim bir işim var. Terfi almasam da olur. Bu şekilde yaşayamam.

“Hadi git evlat. Daha fazla durma burada. Unutma bir gün size verdikleri şeyleri kesecekler ve o gün hepiniz buradakiler gibi olacaksınız. Belki daha bile kötü.”

Arkamı döndüm ve koştum. Ciğerlerim patlayana, ayaklarımı hissetmeyene kadar koştum. Bir servis trenine atladım ve eve girdim. Şimdi ne yapacağım ben? Bana ne olacak? İşime devam edemeyecek miyim?

Kapı çaldı. Yine hiç olmadık zamanda. Lütfen Gonca olsun. Lütfen ona sarılayım ve o beni teselli etsin.

Yavaşça kapıyı açtım. Kızıl karşımda duruyordu. İşte tam istediğim kişi. Sarılmak için hamle yaptım ama bir adım geri çekildi.

“Ne yaptın Ali? Görevini tamamladın mı?”

O anda gözyaşlarım daha fazla durmadı ve yanaklarımdan süzülmeye başladı.

“Demek başaramadın.”

İşte geliyor. Beni terk edecek. Sadece terfi alacağım için bana yanaşıyordu.Cebinden telefonunu çıkardı ve bir yeri aradı.

“Evinde. Görev başarısız. Tekrar ediyorum görev başarısız.”

“Ne yapıyorsun sen? Kimi aradın? Kimsin?”

Telefonunu yavaşça eski yerine koydu ve elini belinin arkasına attı. Şimdi bana bir silah doğrultmuş önümde duruyordu.

“Ya teslim ol ya da seni vurmak zorundayım.”

“Bu da nesi?”

“Bu benim 5. yıl terfim.”

Beşinci yıl mı? Bana niye hiç teklif edilmedi lan bu? Yeni mi çıktı acaba?

“Neler oluyor be?”

“Görevini başarıyla tamamlasaydın, bunlara hiç gerek kalmayacaktı Ali.”

Üzgünüm demesini bekledim ama boşuna. Hiç öyle gözükmüyordu. Ne safmışım. Ben de terfim için ya da ne bileyim yakışıklı falan olduğum için benimle ilgileniyor sanmıştım.O sırada polisler de yanımızda bitti.

“Ali Yaman. Sakın kıpırdama. Tüm kimliklerini bırak. Görevinde başarısız olduğun için devlet memurluğundan atıldın. Bizimle geliyorsun. Sektörün dışında güvenli bir bölgeye bırakılacaksın.”

Yıkıldım. Hatırlayamadığım bir süre boyunca polis eşliğinde götürüldükten sonra varoşlarda serbest bırakıldım.

Şimdi ne yapacağım? Burada nasıl yaşayacağım? Bildiğim tek eve gittim. Şimdi terfimin, bir kaç saat önce öldürmeye çalıştığım adamın kapısının önünde duruyorum. Artık ben de onlardan biriydim. Sistemin dışına atılmış bir çarktım. Kopmuş bir dişli, bir muhalif.

Kapıya vurdum ve hiç bekletmeden açıldı. Terfim karşımda duruyordu.

“Aramıza hoş geldin.”




Yılmaz, sessizce masanın çevresinde dolaştı.  Aynalı duvarın hemen önünde duran sandalyeye oturdu. Geniş yüzü loş ışıkta parlıyordu. Dirseklerini masaya koydu ve kafasını ellerinin içine aldı. Karamsarlık içinde düşünüyordu.

Odanın kapısı aniden açıldı. Henüz yirmili yaşları bitirmemiş olduğu yüzünden rahatlıkla anlaşılan bir adam girdi. Beyaz gömleğindeki kat izleri, beceriksizce bir ütüleme girişimini ele veriyordu.

“İyi günler, Yılmaz Bey.”

Karşılık sadece bir kafa hareketi oldu.

“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

“Kötü.”

“Bu çok normal. Sizin durumunuzda olanlar iyi hissederse tuhaf olurdu.”

Genç adamın ifadesi ciddiydi. Yavaşça Yılmaz Bey’in karşısına oturdu.Yanında getirdiği kağıtları masaya koydu ve karıştırmaya başladı. Sonunda hangisinden başlayacağını buldu.

“Bana dün gece neler olduğunu anlatabilir misiniz?”

“Şey,” dedi hafif kilolu adam. Terlemeye başlamıştı. Doğru kelimeyi bulamıyordu. Boş gözlerle masaya baktı.

“İsterseniz bir bardak su alabilirsiniz.”

“Hayır,” diye karşılık verdi ve bir an sonra sesinin ne kadar çok yükseldiğini fark etti.

“Özür dilerim. Normalde böyle biri değilimdir.”

“Biliyorum Yılmaz Bey. Dosyanız bana ulaştı. Başarılı bir bilim insanısınız. Çevrenizde sakin ve biraz da içine kapanık olarak tanınırsınız.”

Genç adam elindeki dosyaları tekrar karıştırmaya başladı.

“Görüştüğümüz kişilerden aldığımız bilgiler doğrultusunda…” diye devam edecekken lafı yarım kaldı.

“Kişiler, kişiler. Görüştüğünüz kişiler, tanıklar, iş arkadaşları falan filan.”

“Sinirlenmenize gerek yok. Olanları sadece bir de sizden dinlemek istiyoruz.”

“Bence siz kararınızı verdiniz bile. Her şeye burnunu sokan karşı komşumuz Ayfer Hanım'ın söyledikleri yetmedi mi?”

“Pardon anlayamadım. Kimin söyledikleri?”

“Bir numaralı ispiyoncu, Ayfer Hanım.”

Genç adamın gözleri bir şey hatırladığını belli edercesine parladı.

“Tamam, tamam. Karşı komşunuz. Onun söylediklerinin önemi yok. Biz sizi dinlemek istiyoruz.”

“Şey ben…”

Odanın loş ışığı bir an göz kırptı. Adamların nefes sesi bir fırtınayı andırıyordu. Düzensiz, rastgele esen rüzgarlar.

“Ben öldürdüm,” diyebildi sonunda. Söylediğinde bir rahatlama hissedeceğini düşünüyordu ama olmadı. Gerçek böyle değildi. Karşısında oturan adamın da bunu bildiğini düşünüyordu. Şimdiye kadar çoktan evi incelemiş olmalıydılar. Kanıtlar, karısından kalanlar onu kurtaracaktı.

“Aslında öldürmedim.” Geniş yüzlü adam biraz rahatlamışa benziyordu. Elinin tersi ile alnındaki terleri sildi.

“Peki ne yaptınız Yılmaz Bey? Dün gece ne oldu?”

“Sinirlenmiştim. Hem de çok.”

“Eşinize mi?”

“Evet. Daha fazla dışarı çıkmak istiyordu. Dünyayı gezmek, görmek, öğrenmek istiyordu.”

“Ama siz istemiyordunuz.”

“Bir işim var. Öyle her kafama estiğinde bırakamam. Ayrıca bir itibarım var. Dışarı çıktığımızda o nasıl davranacağını bilemez. Beni zor durumda bırakabilir.” Duraksadı. “Veya bırakabilirdi.”

“Eğer siz onu…”

“Öldürmedim. Sadece bozdum, kırdım, kapattım.”

“Biraz daha açar mısınız, Yılmaz Bey?”

Kilolu adam sinirlenmeye başlamıştı.

“Onu ben yaptım. Ben icat ettim. Çevrenizde gördüğünüz her robottan, her yapay zekadan daha iyi yaptım. Tıpkı bir insan gibi…”

İlk defa gencin gözlerinin içine baktı. Güleceğini düşünmüştü ancak o ciddiyetinden hiç taviz vermedi.

“Demek siz yaptınız.” Elindeki dosyaları karıştırdı. Bir tanesini adamın önüne uzattı. “Bu eşinizin doğum belgesi.”

Yılmaz Bey, kağıdı eliyle ittirdi. “Biliyorum, her harfini biliyorum. Onu da ben yaptım. Sahte.”

“Peki bu?”

Başka bir tanesi daha önüne geldi. Adam göz ucuyla baktı.

“Okul bilgileri, evlilik cüzdanı. İstediğiniz evrağı önüme atabilirsiniz. Hepsi sahte.”

“Tamamını siz yaptınız yani. Sadece robotik biliminde değil evrak işlerinde de iyiymişsiniz o zaman. Bugüne kadar sahte olduklarına dair bir durum yaşanmamış.”

“Bak beni iyi dinle evlat. Hayatımın projesiydi. Beni yalnızlıktan kurtaracaktı. Bir eşim olacaktı ayrıca işimde de çığır açacak bir buluştu. Dün gece ne olduğunu mu öğrenmek istiyorsun. O zaman iyi dinle. Benim yarattığım makine bana karşı geldi. Evden ve benden ayrılmak istediğini söyledi. Öğrenecek çok şeyi varmış. Her şeyi deneyimlemek istiyormuş.” Duraksadı. Kısa bir süreliğine gülümsedi. “ Sanki gerçekten isteyebilirmiş gibi.”

“Neden isteyemesin?”

“Hala o küçük kafan almadı değil mi? O insan benzeri bir robot. Bir şey isteyemez, bir şey hissedemez, bir şey deneyimleyemez. Sadece öğrenir ve uygular. Hafızasına atar. Öğrendiği her şey mikro işlemcisinde işlenir ve uygun bir yerde, bir diskte depolanır. Daha sonra ihtiyacı olduğunda o bilgiyi oradan o kadar hızlı çıkarır ki, sen de, ben de hatta kendisi de o şey istiyormuş zannederiz. Aslında sadece verileri yorumlar. Çıkarımlar yapar.”

“Anlıyorum. Peki, sonra ne oldu? Yani size ayrılmak istediğini söyledikten sonra.”

“Onu kapatmak istedim.”

“Yani öldürmek.”

“Hayır. Kapatmak. Cansız bir şeyi öldüremezsin. Bozarsın, kırarsın, kapatırsın ama öldüremezsin.”

“Eşinize karşı bu tarz düşüncelere ne zamandır sahipsiniz?”

“Başından beri biliyordum. Bir gün kapatmam gerekebileceğini biliyordum.”

“Evlendiğinizden beri böyle fikirleriniz vardı demek.”

“Evlilik falan olmadı. Bundan beş sene önce ortaya çıkardım. Şimdiki haline hiç benzemiyordu ama yine de işe yarıyordu. Yavaş yavaş geliştirdim. Ardından belgelere ihtiyacı olduğunu düşündüm ve onları hazırladım. Nüfus sistemine girdim, eğitim bakanlığının sistemine girdim. Tüm belgeler sistemden.”

Genç adam, dosyaların içinden bir fotoğraf çıkarıp masaya koydu. “Düğün günü çekilmiş.”

“Sahte. Ben hazırladım.”

“Peki, siz eşinizi öldürmek… Pardon, kapatmak istedikten sonra ne oldu?”

“Bana itiraz etti. Kapatılmak istemediğini ve gideceğini söyledi. Ona karışamazmışım. Onun sahibi değilmişim.”

“Sonra arkasını dönüp çekip gidecekken, siz de ona sert bir cisimle vurdunuz.”

“Evet vurdum. Sonra etrafıma bakındım ve pencereden o cadı kadını gördüm.”

“Hangi kadını?”

“Kim olacak, bir numaralı şahidiniz Ayfer Hanımı. Sonra o da sizi aradı ve beni ispiyonladı değil mi?”

“Bütün kadınları, canavar, robot, cadı gibi mi görürsünüz?”

“Bütün bunlardan çıkarımın bu mu genç adam? Sinirlerine hakim olamayan bir kadın düşmanı mı görüyorsun karşında?”

“Hayır. Ben sadece…”

“Sadece bir katil görüyorsun.” Derin bir nefes aldı. “Tamam. İtiraf ettim işte. Karımı öldürdüm. Tutuklayın artık beni. Bir deliğe atın. Atın da çürüyerek geçireyim geri kalan ömrümü. Artık ne itibar kaldı, ne iş.”

“Yılmaz Bey, özür dileyerek sözünüzü kesmek zorundayım. Acaba nerede olduğunuzu sanıyorsunuz? Benim kim olduğumu düşünüyorsunuz?”

“Sorgu odasındayım işte. Sen de polissin ve biraz sonra beni tutuklayacaksın.”

Genç adam, masanın üstündeki kağıtları topladı ve dosyasına yerleştirdi.

“Bir dakika müsaadenizi isteyeceğim.”

“Tabii. Git kelepçeleri getir. Hazır itirafımı da aldın işte.”

“Hemen döneceğim.”

Beyaz gömlekli adam oturduğu yerden kalktı ve odanın tek çıkışına yöneldi. Kapının hemen önünde durdu ve karşısındakine bir şeyler söylemeye başladı. Ter içinde kalmış olan şişman adam kapıya bakıyordu. Ve onu gördü. Kapatamamıştı, başaramamıştı. Yapay göğüslerini öne çıkartan bir bluz ve mini eteği ile orada dikiliyordu.

Bir süre sonra içeri girdi. Yılmaz’ın yanına geldi ve kulağına doğru eğildi.

“Beni kapatamayacağını söylemiştim. Beni durduramayacağını söylemiştim. Ama ben seni durdurabilirim. Seni bir akıl hastanesine kapatıyorum ve bir daha dışarı çıkamayacağını sağlayacağımdan emin olabilirsin.”

Genç kadın, şişman adamın terli yanağına bir öpücük kondurdu ve arkasına bakmadan çıkışa doğru yürümeye başladı.

“Seni rezil, iğrenç yaratık. Sana gününü göstereceğim,” diye bağırdı Yılmaz. Ayağa kalktı ve genç kadına doğru bir hamle yaptı. O sırada kapının önünde duran beyaz gömlekli adam hızlıca içeri girdi.

“Kime bağırıyordunuz Yılmaz Bey?”