kısa öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kısa öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


“Belki de o gün bugündür.”

“Kafayı mı yedin sen? Hayır, kesinlikle yapmam böyle bir şey.”

“Tamam, peki seni zorlamayacağım ama tam iki günümüz var biliyorsun.”

“Belki de ben hiç yapmayacağım.”

“Hadi gel. Dışarı çıkalım.”

Dudaklarıma bir öpücük kondurduktan sonra elimden tutup çekti beni. Ortamda çalan yüksek sesli synth müziğini zaten hiç sevememiştim. Çılgınlar gibi dans eden kalabalığın arasından geçip dışarı çıktık. Sokakta da bir sürü değişik tip dolaşıyordu ama hiç birisi içeridekiler kadar marjinal gelmiyordu gözüme.

“Ne yapmak istersin?” diye sordu bana. “Biliyorsun bir saat sonra çıkacağım.”

Karşımda duran güzelliğe baktım.

“Biraz endorfin iyi gelebilirdi.”

“Tam bir zevk düşkünüsün. Bir araba çalmaya ne dersin?”

Korktuğumu itiraf etmeliyim. Saçmaladığım çok olmuştu ama böyle bir riske girip tüm kazandıklarımı da kaybetmek istemiyordum.

“Bilemiyorum.”

“Hadi ama,” dedi ve boynuma sarıldı. Burnunu burnuma değdiriyordu. Bir elini kaldırıp saatine baktı göz ucuyla. “Tam 46 saat kaldı. Sonra her şey değişecek. Yeni bir dönem başlayacak. Etrafına bir bak.”

Gerçekten haklıydı. Dünya çıldırmış gibiydi. Mor pembe ışıkların altında iç içe geçmiş bedenler durmadan hareket ediyordu. Dünya bir insan seli olmuş akıyordu. Son ses çalan müzikler, kahkahalar, çığlıklar… Uyumsuz bir orkestra gibiydi duyulanlar. Serotonin her yerdeydi.

“Tamam,” dedim. “Ne istersen yapalım.” Her şeyi kaybetsem bile ne fark ederdi ki? Belki saatler sonra her şey ve herkes sıfırlanacaktı, belki de kaldığı yerden devam edecekti.

“Önce benim yerime gidelim. Üstümüzü değiştirmemiz lazım. Parti kıyafetleri ile hiç rahat olmaz.”
Kabul ettim. Yine elimden tutmuş beni sürüklüyordu. Kısa kesilmiş sarı saçlarına bir kirpi gibi şekil vermişti. Beyaz gömleğinin içinden siyah sütyeni gözüküyordu. Tanıdığım süre içerisindeki kişiliğine gayet uygundu. Bir öyle bir böyle. İç içe geçmiş yin ve yang.

“Buradan çıkınca ne yapıyorsun?” diye sordu.

“Aslında fazla çıkmam. Bir şey de yapmam.” Suratım düşmüştü.

“Hadi ama salgıladığın noradrenalinin kokusunu buradan alabiliyorum. Amacım seni sinirlendirmek falan değildi.”

Gerçekten dediği gibi mi hissetmiştim? Bilmiyorum. Sadece dışarıda olmayı sevmiyorum. Gerçek olamayacak kadar kötü geliyordu bana.

Bir süre daha el ele yürüdükten sonra yüksek binaların sıkıştırdığı sokaklardan daha geniş caddelere ulaştık. Hologram reklamlar artık metrelerce yukarıda değil yer seviyesindeydi. Her biri farklı bir maceraya davet ediyordu bizi.

En göze çarpan villanın önünde durduk.

“Burası mı?” dedim.

“Evet. Şaşırdın mı? Zamanında çok kazandım ama umurumda değil. Nedenini biliyor musun?”

“Bilmiyorum.”

“Hadi içeri gel, sana anlatacağım.”

Kapıdan geçtiğimde farklı bir dünyada olduğumu anlamıştım. Dışarıdan görünen ihtişam içeride kaybolmuştu. O kadar sadeydi ki…

Topuklu ayakkabılarını girer girmez çıkarıp fırlattı. Hemen ardından mini eteğini aşağı indirdi.

“Sirena,” diye seslendim arkasından. “Gerçekten çıkmak zorunda mısın?”

“Evet. Burada olmak istemiyorum. Özellikle de herkesin inandığı yeni döneme geçiş sırasında.”

Durmuştu. Öylece kalmıştı. Bir şey düşünüyordu. Moralini bozan bir şey vardı ama o kadar karmaşık hormon kokusu alıyordum ki emin olamıyordum.

“Hadi içeri gel. Senin de üstünü değiştirelim. Mutlaka sana uygun bir şeyler de vardır burada.”

Bembeyaz ve boş koridorda yürüdüm. Işıklandırmanın nereden yapıldığını bile anlamamıştım. 
Sonunda loş yatak odasına girdim. Duvara gömülmüş dolabın içinde kıyafetlere bakıyor, eline geçirdiği bazılarını yere fırlatıyordu. Bana döndü ve gözlerimin içine baktı.

“Keşfettiğim şeyi söylemeden önce seni endorfin ile doldurmak istiyorum,” dedi. Yavaş adımlarla bana yaklaşıyordu. Şimdiden vücudumun salgıladığı hormonlar değişmeye başlamıştı. Eğildi ve parmaklarıyla elbisemin eteğini tuttu. Teslim olmuştum. Ellerimi yukarı kaldırdım ve tek hamlede üstümdekini çıkardı.

“Nyks,” diye fısıldadı kulağıma. “Bana adresini ver.”

“Bi…bi…biliyorsun ya.”

“Buradaki değil seni şapşal kız. Gerçek olanı.”

Ellerimi tuttu ve kalçasına yapıştırdı.

“Ne zamandır birlikteyiz Nyks? Birkaç hafta mı, birkaç ay mı? Senin yanında zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Keşke daha önce gelseydik buraya, keşke az sonra yapacaklarımızı daha önce yapsaydık. Artık her şeyi biliyorum.”

“Neyi biliyorsun? Neler oluyor?” diye sordum. Ellerimi arkasından çekemiyordum. Bir şeyleri açıklayacak mı diye gözlerinin içine baktım. Sessizce yalvarıyordum.

Benden bunu isteme. Beni gerçekten görme.

Ellerini sırtıma götürdü ve tek bir hareketle sütyenimi açtı. Tüm gücüyle beni kaldırdı ve yatağa bıraktı.

Dakikalar sonra ter içindeydik ve yan yana uzanmıştık.

“Belki,” dedi. “Belki buradan çıktıktan sonra bir daha gelmeyebilirim.”

“Ne yani beni terk mi ediyorsun?”

“Hayır, anlamıyorsun. Şu yeni dönem dedikleri şey, sandığımız gibi olmayabilir.”

“Diğerlerinden ne farkı olabilir ki? Bu on beşinci olacak.”

Yatağın yanına uzandı. Dijital sigarasını ve çakmağını aldı.

“İster misin?”

“Hayır sağol. Şu an hissettiklerimin bozulmasını istemiyorum.”

Güldü.

“İyiydi dimi?”

“Mükemmeldi.”

“Hadi bana adresini ver.”

“Gerçekten yapamam. Ne ile karşılaşacağın konusunda hiçbir fikrin yok.”

“Önemi de yok,”dedi ve sigarasını içine çekti. Canı sıkılmış bir şekilde dumanı dışarı verdi. 

“Gerçekte nasıl birisin?” diye sordu.

“Buradaki gibi olmadığım kesin. Hem kim aynı ki?”

“Ben öyleyim.”

Şimdi gülme sırası bendeydi.

“Hadi ama kimse kendisi olamaz.”

“Ben öyleyim ve birazdan çıkacağım. “ Saatine baktı. “44 saat kalmış. Eğer yaşadığın yer bana çok uzaksa sana yetişemeyebilirim.”

Ayağa kalktı ve camın kenarındaki masanın yanına gitti. Bulduğu öylesine bir kağıda bir şeyler yazdı ve bana getirdi.

“Al bu benim adresim ve telefon numaram. Gel beni bul veya buradan çıkmaya karar verirsen ara ben gelirim. Şimdi çıkıyorum Nyks. Seni gerçekten sevdim.”

Dudakları dudaklarıma yapıştı. Öpüşmemiz o kadar uzun sürmüştü zaman kavramımı kaybettim. Hiç bitmesin istiyordum. Sonra aniden çekildi üstümden. Yatağın kenarına geçti ve göz kırptı. Bir an sonra ise yoktu. Dijitalden çıkmıştı. Elimde bir adres ve bir numara ile öylece kalakaldım.

Camın yanına geçtim ve dışarı baktım. Uzun uzun düşündüm. Renkli şehir, pembe ve mavi neonlar, yeni dönem için çıldıran, şehvet ve zevk içinde yuvarlanan insanlar. Hayır, bu şekilde bitemez.

Dijitalden çıktım. Etraf leş gibi kokuyordu. Bağlantı gözlüklerimi çıkardım ve yanda bulunan bir tuşla yatağın arkasını dik konuma getirdim. İçerideyken sondam dolmuş, torbası patlamış ve idrar dışarı taşmıştı. Rezillik.

Yakınımdaki tekerlekli sandalyeye uzandım ve oturabileceğim bir konuma getirdim. Kendimi sandalyenin üstüne yerleştirdikten sonra patlak torbayı aldım ve çöpe attım. Dolaptan yeni bir tanesini alırken elimde çok az kaldığını fark ettim.

Telefona sarıldım ve medikal marketin numarasını çevirdim. Ahizeyi bilgisayarımın ses çıkış bölümüne yerleştirdim. Yazmaya hazırdım. Kimse açmıyordu. Camdan dışarı baktım. Sokaklar bomboştu. Çöplere günlerdir dokunulmamış, arabalar gelişi güzel ortada bırakılmıştı. Dünyadaki herkes dijitaldeydi. Sanki hayvanlar bile oradaydı.

Bir gariplik vardı. Çöpleri karıştıran kediler olmalıydı, ağaçlarda kargalar. Etraf o kadar sessizdi ki, rüzgarı duyabiliyordum.

Eczaneleri de kapatmamışlardır herhalde diye düşündüm. Hemen nöbetçi olanı bulup aradım. Yine cevap yoktu.

Gerçekte olduğunu bildiğim tek kişiyi, Sirena’yı arayabilirdim. Adresini düşündüm. Bulunduğum yere bir saat mesafedeydi. Çağırsam gelir miydi? Öyle yapacağını söylemişti. Numarasını çevirmeye başladım ama bir an sonra vazgeçtim. Bilgisayarın dijital sesini duyduğunda ne olacaktı? Peki ya beni gördüğünde?

Dijitale geri dönebilirdim. Gerçekte olanları unutup, Sirena’yı unutup oraya geçebilirdim. Sonra herkes gibi ben de beklerdim. Yeni dönem başlar ve her şey eskisi gibi olurdu. Sadece o gelmeyecekti. Hayır, yokluğuna katlanamam.

Hızlıca bir mesaj attım ve adresimi verdim. Sonuna da ben Nyks diye ekledim. Gerçekten gelir miydi?

Burnuma kötü kokular gelince hatırladım. Etrafa yayılan idrarı temizlemeliydim. Hemen bir bez buldum. Sandalyemden aşağı kaydım ve yere uzandım. Tek kolumun üstünde bezle silmeye çalıştım ve olan oldu. Pisliğin içinde yüzüstü yatıyordum. Kollarım eskisi kadar kuvvetli değildi.

Duşa girdim ve üstümdekileri değiştirdim. Hiçbir şey yapmadan beklemek en iyisiydi. Zaten beni görür görmez kaçıp gidebilirdi. Etrafı temizlemenin ne anlamı vardı ki?

Zaman hem dışarıda hem de içimde durmuştu. Dakikalar geçiyordu ve neredeyse bir saat olmuştu.

Gelmeyecek, gelmeyecek.

En iyisi yatağa geri dönüp tekrar dijitale girmekti. Birisi kapıyı mı çaldı?

Evet. Gerçekten birisi kapıya vurmuştu ve şimdi tekrar vuruyordu. Sandalyemin tekerleklerini çevirdim. Derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım.

İşte karşımdaydı. Neredeyse dijitaldeki ile aynıydı. Kısa sarı saçlarını dikmemişti ve üzerinde gösterişli kıyafetler yerine kirli yırtık bir kot pantolon, bir tişört ve deri bir ceket vardı.

“Nyks,” dedi.

Çok şey söylemek istiyordum ama söyleyemiyordum. Elimle bir işareti yaptım ve masanın üstünde duran bilgisayarı aldım. Hızla tuşlara tıkladım. Dijital ses benim yerime konuştu.

“Sirena.”

Gülümsedi.

“Dijitaldeki kadar esprili bir kız… Şey yani bir adamsın.”

“Üzgünüm.”

“Önemli değil. Kimse gerçek değil orada. Bunun farkındaydım. Aslında herkes biliyor ama kimse görmek istemiyor.”

“İçeri girmek ister misin?” Yazdım.

“Tabii."

“Bir şey ikram etmek isterdim ama hiçbir şey kalmamış. Üzgünüm. Seni sürekli hayal kırıklığına uğratıyorum.”

“Takma kafana. Hem sana göstereceklerim çok daha önemli. Bence burada bile durmamalıyız, dışarı çıkmalıyız.”

“Bana bir şey söylemek istiyordun Dijital’de. Neydi o?”

Cebinden bir kaç kağıt çıkardı.

“Buna hazır mısın, bilmiyorum. Öğrendiğinde ne yapacaksın onu da bilmiyorum ama yine de göstereceğim sana. Tek başıma olmak istemiyorum Nyks. Tek başıma olmak istemiyorum.”

Neredeyse ağlamak üzereydi. Kağıtları bana uzattı. Elime aldım ve okumaya başladım.

Şirket içi yazışmalardı. Dünyayı terk etmekten, herkes için yeterli zaman olmadığından bahsediyordu. İlk başta anlam veremedim. Sonra yazılanların anlamsız olabileceğini veya bir çeşit şaka olabileceğini düşündüm.

“Sadece bunlar bir şey ifade etmiyor,” yazdım ve bilgisayar benim yerime seslendirdi.

“Benimle gel,” dedi. “Benimle gel ve sana göstereyim.”

“Tamam.”

Üzerime bir mont aldım ve hazır olduğumu belli edecek şekilde kafamı salladım. Şimdi güzel vücuduyla önümde yürümek yerine sandalyemi itiyordu. Sokakta duran güzel bir spor arabanın yanında durduk. Kapısını açtı ve beni kucakladığı gibi koltuğa oturttu. Sandalyemi arkaya koydu ve direksiyona geçti.

Kucağımdaki bilgisayarda yazmaya başladım. “Nereye gidiyoruz? Bana ne göstereceksin?”

“Önce bir markete uğrayalım. Kendimize yiyecek bir şeyler alalım. Sonra görürsün.”

“Her yer kapalı. Herkes Dijital’de. Sanki dünya durmuş gibi.”

“Biliyorum. Bak ne yapacağım.”

Arabayı yavaşlattı ve park halindeki diğer arabaların üstüne sürmeye başladı. Bir sağ taraftakilere bir sol taraftakilere sürtüyorduk. Ardından kaldırıma çıktık. Kapıya sıkıca tutundum.

Çöp kutusuna çarptık. Çarpmamızla havaya fırlayıp üstümüzden geçmesi bir oldu. Etrafta kimse yoktu. Kimsenin umurunda değildi. İstediğimizi yapıyorduk. Herkes bağlıydı. Gerçekliği bırakıp, Dijital’de yeni dönemi bekliyorlardı.

Bir marketin önünde durduk.

“Hemen gelirim,” dedi ve gitti. Dakikalar sonra bir market arabasını ağzına kadar doldurmuş olarak çıktı dışarı. Hepsini bagaja attı ve yanıma oturdu yine.

“Şimdi Seyir Tepesine çıkacağız,” dedi.

Yıllardır gitmediğim bir yerdi. Gerçeği söylemek gerekirse çok uzun süredir evden de çıkmamıştım.

Tepeye vardığımızda beni tekrar sandalyeme bıraktı ve itmeye başladı. İçerisine bozuk para atıldıktan sonra çalışan teleskopların önünde durduk.

“Bak Nyks.”

“Nereye? Manzaraya mı? Teleskoplara mı?”

Aletlerden birine bozuk para attı ve bana döndü.

“Günlerdir geliyorum buraya sen de bak hadi.”

Gözümü dayadım ve baktım. Bir gök cismi görüyordum. Ay’a benziyordu.

“Ay mı?” diye sordum.

“Kesinlikle değil.”

“Ne peki? Bir gezegen mi?”

“Hayır, bir göktaşı ve giderek yaklaşıyor.”

Öylece kalakaldım. Hani şu dinozorları yok ettiği söylenen türden bir şey miydi? Belki de daha küçüktür. Belki bir zararı yoktur. Şaşkın bakışlarımı gördü.

“Evet. Düşündüğün gibi, dünyaya çarpacak ve sonra…”

“Herkes dijitalde ve kimsenin haberi yok mu?”

“Bence yok. Haberi olanlar da gitmişler.”

“Nereye?”

“Bilmiyorum. Dünya’yı terk etmişlerdir.”

“Ya biz?”

“Biz kimsenin umurunda değiliz. İnsanlar Dijital’de yeni dönemin geldiğini düşündüğü anda…”
Cümleyi tamamlayamadı.

“Ne yapacağız? 36 saat kalmış,” diye yazdım bilgisayara.

“Yiyeceğimiz var. Sen ve ben buradayız.”

Elimi tuttu. Teni tenime belki de ilk defa temas etti. Gerçek sıcaklığını hissettim.

“Seni seviyorum,” dedi bana. Gözlerim doldu. Evet, orada kalmalıydık. Birbirimize sarılmalı ve beklemeliydik.

“Ben de,” yazdım. 

Dudaklarıma yapıştı ve dakikalarca öpüştük. Yanımda bir banka oturdu. Elimi sıkıca kavradı ve beklemeye başladık. Kaçınılmaz sonu, önümüzdeki tek gerçeği.




Gece yarısını henüz geçmişti ama insanların, sanilerin ve kırmaların gürültüsü hala sokaklarda yankılanıyordu. Ay her zamankinden daha parlak geldi gözüme. Zaten onlar geldikten sonra her şey bir farklı olmuştu. Üstünde çalıştığım çer çöp, sokaklar ve hatta yıldızlar.

Dinlenme vaktim gelmişti. Böyle hissettiğimde her zaman Keçi’nin Yeri’ne giderim. Evet, doğru tahmin ettin, bir bar. Hani şu ayak üstü içki içtiğin ufak leş mekânlardan biri işte. Hava aydınlanmaya başladığı zaman kepenkleri indirip karardığında tekrar açan türden. Evimden bile daha çok zaman geçirdiğim yer.

“Hoş geldin dedektif.”

“Bana şöyle demekten vazgeçsen artık. Sıradan bir polisim işte.”

“Zor bir gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”

Kafamı kaldırıp gülümseme numarası yapacak kadar bile gücüm kalmamıştı. Barın önündeki ilk tabureye attım kendimi.

“Her zamankinden mi?” diye sordu.

“Lütfen.”

Elinde tuttuğu bezi bardağın içinde bir kez daha çevirdikten sonra barın altına eğildi ve viski şişesini tezgâha bıraktı. Olduğu yerden hiç kıpırdamadan bir kolunu arkaya uzattı. Özel tasarım olduğunu milyon defa söylediği kare bardağı alıp önüme koydu.

“Biliyor musun dedektif, bu bardaklar…”

“Evet, evet.”

“Yok olmayacak. Senin günün gerçekten boktan geçmiş. Bu sefer hangi pislikleri karıştırdın?”

“Bilmek istemezsin.”

“Sen öyle diyorsan.”

Gördüğün gibi dünya ne kadar değişirse değişsin barmenler asla değişmez. Olan bitenden her zaman haberdar olmak isterler. “Öyle diyorum salak, pislik pisliktir işte,” demek istedim ama Keçi ile uğraşacak halim yoktu. Hem zaten benden uzun, benden kaslı bir adamla neden uğraşmak isteyeyim ki?

Boş duran bardağı işaret ettim ve cebimden biraz Moli tütünü çıkardım. Ben sarmayı bitirene kadar içkim hazırdı.

“Şu lanet şeyi burada içmesen. İnsan gibi bir tütün alsan olmaz mı?”

“Ne o? Artık sen de mi Sani karşıtı oldun?”

“Beni tanıyorsun dedektif, buraya para bırakan kimsenin karşısında olmam ben. İster Sani olsun, ister insan, ister kırma. Yeter ki kasayı doldursunlar. Ama işte sen bari o haltı içmesen.”

“Şimdi de annem mi oldun, Keçi.”

“Sana da bir şey söylenmiyor.”

“Hadi ama, biraz kafa dinlemeye geldim. Senin bebek yüzünle sohbet etmeye değil.”

“Söylediklerine dikkat etsen iyi olur.”

Keçi, kendisine bebek yüzlü denmesinden nefret ederdi. Sırf o şekilde hitap edilmemesi için bir sakal kondurmuştu çenesine ama o da işe yaramamıştı. Bu arada, keçi isminin sakaldan mı yoksa inatçılığından mı geldiğini gerçekten bilmiyorum. Her türlü, devasa barmeni tanımlayan bir lâkap işte.

Bir yudum ateş suyu ve biraz duman. Sonunda gözlerimi biraz da barın içinde dolaştırabildim. Klasik polis refleksi ile etrafı kolaçan etmek de diyebiliriz. Arkada bir masada iki Sani oturmuş dik dik bana bakıyordu.

Sanki dünya yeterince kalabalık bir yer değilmiş gibi bir de bu bilmem ne gezegeninden gelen mültecilerle uğraşıyorduk. İlk geldikleri zamanı saymazsak çok sorun olmamışlardı. Kırılgan kemikleri, soğuğa dayanıklı derileri ile pek savaşçı bir yapıya sahip değillerdi. O dönemde, insanların korkuları yüzünden birer hayvan gibi avlanmışlardı ama sonra kurallara uyabilen hayvanlar oldukları anlaşıldı da katliam sona erdi.

Tekrar Keçi’ye döndüm.

“Öyle bağıra bağıra dedektif dersen hiç istemediğim dikkatleri üstüme çekmeyi başarırsın işte.”

“Bence ondan bakmıyorlar sana.”

“Neden bakıyorlar peki?”

Parmağıyla montuma dokundu.

“Ne bu eski şey yüzünden mi? Savaş zamanından kalma.” Son cümlemi özellikle bağırarak söyledim ki, duysunlar. Cani değiliz sonuçta. Hem zaten artık Sani derisinden kıyafet yapmak da yasak.

Aslında hep bir trençkotum olsun isterdim. Hani şu antika filmlerdeki dedektiflerin giydiğinden. Şimdilerde o tarz kıyafetler bulmak hem zor hem pahalı. İçki ve tütüne vermek varken neden antika bir kıyafete harcayacaktım ki paramı?

Viskimi tek seferde bitirdim. Arka masadan gelen Sani dilinin gürültülü ve boğuluyormuşçasına tonundan rahatsız oluyordum. Göz kapaklarımın ise kurşun gibi  ağırlaştığını hissedebiliyordum.

Giderek artan gerginliğime son noktayı Sani'lerin birbirine çarpan vücutları koydu. İki kalın, sert derinin çarpışması. Ölen bir Sani’nin betona düşmesi sırasında çıkan ses ile iki tanesinin birbirlerine çarpması arasında hiç fark yoktu. Aynı tok ses.

Daha fazla dayanamayacağımı anlayıp ayağa fırladım. Para çıkarmak için elimi montumun cebine attığım sırada Keçi beni durdurdu.

 “Hadi ama senden para almadığımı biliyorsun.”

“Biraz önce kasa dolsun diyordun.”

“Lafın gelişi söyledim. Bu arada istersen arka tarafta yatabilirsin, sana her zaman açık.”

“Sağol. Biraz hava alıp, dönerim.”

Dışarı çıktığımda sokaklar biraz sakinleşmişti. Gürültüler azalmış, insanlar ve Saniler evlerine çekilmişti. Etraf kırmalara kalmıştı. Şimdi soracaksın kırmaları nasıl anlıyorsun diye. Çok basit. İnsan ve Sani çiftleşmesinden çıkacak iki olasılık vardı. Lacivert ten rengi ve sağlam kemikler, insan derisi ama kırılgan kemikler. Derilerinden farkı görmemek imkansızdır zaten. Kemikleri anlamak için de süper destekli ayakkabılarına bakmak yeterli olur. Eh, her manyaklığın bir getirisi bir de götürüsü oluyor demek ki.

Çevrede ne kadar dolaştığımı hatırlamıyordum. Hava aydınlanmak üzereyken karakola yürümeye karar verdim. Sabah erkenden işe başlarsam biraz övgü alırdım herhalde. Henüz birkaç sokak ve bir caddeyi geçmiştim ki, kırmızı mavi lambaların ışığını fark ettim. Hemen karşımdaki çıkmazı kapatmışlardı.

Çektikleri bantlara bakılırsa bir cinayet vakası daha olabilir. Hay aksi. Patron beni defalarca aramıştır kesin.

Hızlı adımlarla yolun karşısına geçtim. Birkaç meraklı göz olayı izlerken memurlar da incelemelerini yapmaya çalışıyordu. İnsanların arasından geçip diğerlerinin yanına ulaşmaya çalıştım ama bir polis memuru tarafından durduruldum. Beni fark eden olay yeri inceleme hemen müdahale etti.

“Bırak gelsin. O bizim uzmanımız.”

Beni yüzlerinde memnun bir gülümsemeyle karşıladılar.

“Eee, dedektif bak bakalım olay nasıl olmuş? Ne düşünüyorsun?” diye sordu içlerinden biri. Yerde yatan kırmanın cesedine baktım.

“12 bıçak darbesi. İyice bakarsanız, bir şeyin çalınmadığını göreceksiniz. Bu vahşice işlenmiş bir nefret cinayeti. Bunu yapan her kimse kırmalardan nefret ediyor olmalı.”

“İyi tahmin,” dedi memurlardan  bir tanesi. Diğeri de onu desteklercesine gevrek bir şekilde güldü.

“Şef bu işi bana verecektir kesin. Ben biraz etrafta dolaşıp, gören duyan birileri var mı bakayım.”

“Bak bakalım. Kesin senindir bu dosya.”

Hava kararana kadar etrafta dolaştım. İnsanlara sorular sordum. Tahmin et sonuç ne oldu? Koca bir hiç. Kimse bir şey görmemiş, kimse bir şey duymamış. Eh yapacak bir şey yok. Ben gerekli bilgileri verdim. Biraz da adli tıp uğraşsın.

Yine Keçi’nin Yeri’ne uğradım.

“Erkencisin dedektif.”

“Evet.”

“İstersen arkaya geçip biraz uyu. Gözlerin mosmor olmuş. Bitmişsin sen artık.”

“Bir duble viski koy. Bu akşam artık mekanıma gitmek istiyorum.”

“Mekanını çok başıboş bıraktın bu aralar. Gitsen iyi olabilir. Belki biraz uyursun.”

“Belki. Birkaç sokak ötede cinayet işlenmiş. Yine bir kırma.”

“Artık hiçbir yer güvenli değil. Bu hafta ikinci oluyor bu.”

Sanki eskiden güvenliydi. Ayyaşlar, serseriler hep buralardaydı. Şimdi bir de Saniler ve Kırmalar var. Kendi pisliğimiz yetmiyormuş gibi kendi gezegeninden kaçanlarla da uğraşıyoruz. Savaş yılları daha kolaydı. Düşman bir taneydi, sadece gökyüzünden geliyorlardı. İndikleri yerde avla ve iş bitsin. Şimdi ise her yerdeler, içimizdeler. Hangisi suçlu, hangisi masum?

İşte bir gece önceki iki Sani yine aynı masadalar. Yine dik dik bana bakıyorlar. Bunlar hiç akıllanmayacaklar. Neyse kafayı takmamak lazım. İçkini iç ve mekana dön.

Viskimden henüz bir yudum almıştım ki, bardan içeri daha fazla mavi derili girdi. Selamlaşma törenleri başladı bile. Gürültülü konuşmalar, birbirine vuran vücutlar. Yüzlercesi düşmüştü ilk geldiklerinde. O kalın derilerinin yerle buluştuğu an çıkan o tok ses, kulaklarımdan bir türlü atamadığım, ölümün sesi... Kulaklarımdan ve beynimden hiç gitmeyecek.

Bar taburesinde içim geçmiş olmalı ki Keçi’nin sesi ile kendime geldim.

“Dedektif, dedektif,” diye bağırıyordu.

“Bağırmana gerek yok,” dediğim sırada gözümün önündeki kırmızılığı silmeye çalışıyordum. Elimde savaş zamanında kalma bir bıçak ve tamamen kana bulanmış durumda. Bacaklarımın arasına alıp üstüne oturduğum kırmanın cansız yüzüne baktım. Delik deşik olmuştu. Sonra hatırladım. Tam 11 olmuştu. Son bir kez daha bıçağımı sapladım ve çıkardım. Arka cebimde duran eski bir deri parçası ile güzelce temizledim.

“Ne yaptın sen?” diye bağırdı Keçi.

“Cinayetleri çözmeye çalışıyorum. Ben polis memuruyum. Yaklaşma.”

“İyice kafayı yemişsin. Çabuk çekil o adamın üstünden.”

Sert bir darbe ile beni bir kenara attı. Uyudum mu? Uyandım mı? Bilmiyorum. Gözlerimi açık tutmaya çalıştım ama çok zorlanıyordum. En son ne zaman kapanmışlardı ki? Çöp kutularının arkasında kartonların üzerinde mi uyumuştum bundan önce. Mekanım.

Bir an nefessiz kaldım. İri barmen göğsüme oturmuştu.

“Şimdi polisi arıyorum.”

“Hayır, hayır gerek yok,” diyebildim zorla.

“Seni aptal münzevi. Gazisin diye sana iyi davrandık. Bak sen ne işler çeviriyormuşsun.”
Artık uyuyabilirdim.

“Ben,” diyebildim gözlerim kapanmadan önce.  “Ben, dedektif.”




Yılmaz, sessizce masanın çevresinde dolaştı.  Aynalı duvarın hemen önünde duran sandalyeye oturdu. Geniş yüzü loş ışıkta parlıyordu. Dirseklerini masaya koydu ve kafasını ellerinin içine aldı. Karamsarlık içinde düşünüyordu.

Odanın kapısı aniden açıldı. Henüz yirmili yaşları bitirmemiş olduğu yüzünden rahatlıkla anlaşılan bir adam girdi. Beyaz gömleğindeki kat izleri, beceriksizce bir ütüleme girişimini ele veriyordu.

“İyi günler, Yılmaz Bey.”

Karşılık sadece bir kafa hareketi oldu.

“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

“Kötü.”

“Bu çok normal. Sizin durumunuzda olanlar iyi hissederse tuhaf olurdu.”

Genç adamın ifadesi ciddiydi. Yavaşça Yılmaz Bey’in karşısına oturdu.Yanında getirdiği kağıtları masaya koydu ve karıştırmaya başladı. Sonunda hangisinden başlayacağını buldu.

“Bana dün gece neler olduğunu anlatabilir misiniz?”

“Şey,” dedi hafif kilolu adam. Terlemeye başlamıştı. Doğru kelimeyi bulamıyordu. Boş gözlerle masaya baktı.

“İsterseniz bir bardak su alabilirsiniz.”

“Hayır,” diye karşılık verdi ve bir an sonra sesinin ne kadar çok yükseldiğini fark etti.

“Özür dilerim. Normalde böyle biri değilimdir.”

“Biliyorum Yılmaz Bey. Dosyanız bana ulaştı. Başarılı bir bilim insanısınız. Çevrenizde sakin ve biraz da içine kapanık olarak tanınırsınız.”

Genç adam elindeki dosyaları tekrar karıştırmaya başladı.

“Görüştüğümüz kişilerden aldığımız bilgiler doğrultusunda…” diye devam edecekken lafı yarım kaldı.

“Kişiler, kişiler. Görüştüğünüz kişiler, tanıklar, iş arkadaşları falan filan.”

“Sinirlenmenize gerek yok. Olanları sadece bir de sizden dinlemek istiyoruz.”

“Bence siz kararınızı verdiniz bile. Her şeye burnunu sokan karşı komşumuz Ayfer Hanım'ın söyledikleri yetmedi mi?”

“Pardon anlayamadım. Kimin söyledikleri?”

“Bir numaralı ispiyoncu, Ayfer Hanım.”

Genç adamın gözleri bir şey hatırladığını belli edercesine parladı.

“Tamam, tamam. Karşı komşunuz. Onun söylediklerinin önemi yok. Biz sizi dinlemek istiyoruz.”

“Şey ben…”

Odanın loş ışığı bir an göz kırptı. Adamların nefes sesi bir fırtınayı andırıyordu. Düzensiz, rastgele esen rüzgarlar.

“Ben öldürdüm,” diyebildi sonunda. Söylediğinde bir rahatlama hissedeceğini düşünüyordu ama olmadı. Gerçek böyle değildi. Karşısında oturan adamın da bunu bildiğini düşünüyordu. Şimdiye kadar çoktan evi incelemiş olmalıydılar. Kanıtlar, karısından kalanlar onu kurtaracaktı.

“Aslında öldürmedim.” Geniş yüzlü adam biraz rahatlamışa benziyordu. Elinin tersi ile alnındaki terleri sildi.

“Peki ne yaptınız Yılmaz Bey? Dün gece ne oldu?”

“Sinirlenmiştim. Hem de çok.”

“Eşinize mi?”

“Evet. Daha fazla dışarı çıkmak istiyordu. Dünyayı gezmek, görmek, öğrenmek istiyordu.”

“Ama siz istemiyordunuz.”

“Bir işim var. Öyle her kafama estiğinde bırakamam. Ayrıca bir itibarım var. Dışarı çıktığımızda o nasıl davranacağını bilemez. Beni zor durumda bırakabilir.” Duraksadı. “Veya bırakabilirdi.”

“Eğer siz onu…”

“Öldürmedim. Sadece bozdum, kırdım, kapattım.”

“Biraz daha açar mısınız, Yılmaz Bey?”

Kilolu adam sinirlenmeye başlamıştı.

“Onu ben yaptım. Ben icat ettim. Çevrenizde gördüğünüz her robottan, her yapay zekadan daha iyi yaptım. Tıpkı bir insan gibi…”

İlk defa gencin gözlerinin içine baktı. Güleceğini düşünmüştü ancak o ciddiyetinden hiç taviz vermedi.

“Demek siz yaptınız.” Elindeki dosyaları karıştırdı. Bir tanesini adamın önüne uzattı. “Bu eşinizin doğum belgesi.”

Yılmaz Bey, kağıdı eliyle ittirdi. “Biliyorum, her harfini biliyorum. Onu da ben yaptım. Sahte.”

“Peki bu?”

Başka bir tanesi daha önüne geldi. Adam göz ucuyla baktı.

“Okul bilgileri, evlilik cüzdanı. İstediğiniz evrağı önüme atabilirsiniz. Hepsi sahte.”

“Tamamını siz yaptınız yani. Sadece robotik biliminde değil evrak işlerinde de iyiymişsiniz o zaman. Bugüne kadar sahte olduklarına dair bir durum yaşanmamış.”

“Bak beni iyi dinle evlat. Hayatımın projesiydi. Beni yalnızlıktan kurtaracaktı. Bir eşim olacaktı ayrıca işimde de çığır açacak bir buluştu. Dün gece ne olduğunu mu öğrenmek istiyorsun. O zaman iyi dinle. Benim yarattığım makine bana karşı geldi. Evden ve benden ayrılmak istediğini söyledi. Öğrenecek çok şeyi varmış. Her şeyi deneyimlemek istiyormuş.” Duraksadı. Kısa bir süreliğine gülümsedi. “ Sanki gerçekten isteyebilirmiş gibi.”

“Neden isteyemesin?”

“Hala o küçük kafan almadı değil mi? O insan benzeri bir robot. Bir şey isteyemez, bir şey hissedemez, bir şey deneyimleyemez. Sadece öğrenir ve uygular. Hafızasına atar. Öğrendiği her şey mikro işlemcisinde işlenir ve uygun bir yerde, bir diskte depolanır. Daha sonra ihtiyacı olduğunda o bilgiyi oradan o kadar hızlı çıkarır ki, sen de, ben de hatta kendisi de o şey istiyormuş zannederiz. Aslında sadece verileri yorumlar. Çıkarımlar yapar.”

“Anlıyorum. Peki, sonra ne oldu? Yani size ayrılmak istediğini söyledikten sonra.”

“Onu kapatmak istedim.”

“Yani öldürmek.”

“Hayır. Kapatmak. Cansız bir şeyi öldüremezsin. Bozarsın, kırarsın, kapatırsın ama öldüremezsin.”

“Eşinize karşı bu tarz düşüncelere ne zamandır sahipsiniz?”

“Başından beri biliyordum. Bir gün kapatmam gerekebileceğini biliyordum.”

“Evlendiğinizden beri böyle fikirleriniz vardı demek.”

“Evlilik falan olmadı. Bundan beş sene önce ortaya çıkardım. Şimdiki haline hiç benzemiyordu ama yine de işe yarıyordu. Yavaş yavaş geliştirdim. Ardından belgelere ihtiyacı olduğunu düşündüm ve onları hazırladım. Nüfus sistemine girdim, eğitim bakanlığının sistemine girdim. Tüm belgeler sistemden.”

Genç adam, dosyaların içinden bir fotoğraf çıkarıp masaya koydu. “Düğün günü çekilmiş.”

“Sahte. Ben hazırladım.”

“Peki, siz eşinizi öldürmek… Pardon, kapatmak istedikten sonra ne oldu?”

“Bana itiraz etti. Kapatılmak istemediğini ve gideceğini söyledi. Ona karışamazmışım. Onun sahibi değilmişim.”

“Sonra arkasını dönüp çekip gidecekken, siz de ona sert bir cisimle vurdunuz.”

“Evet vurdum. Sonra etrafıma bakındım ve pencereden o cadı kadını gördüm.”

“Hangi kadını?”

“Kim olacak, bir numaralı şahidiniz Ayfer Hanımı. Sonra o da sizi aradı ve beni ispiyonladı değil mi?”

“Bütün kadınları, canavar, robot, cadı gibi mi görürsünüz?”

“Bütün bunlardan çıkarımın bu mu genç adam? Sinirlerine hakim olamayan bir kadın düşmanı mı görüyorsun karşında?”

“Hayır. Ben sadece…”

“Sadece bir katil görüyorsun.” Derin bir nefes aldı. “Tamam. İtiraf ettim işte. Karımı öldürdüm. Tutuklayın artık beni. Bir deliğe atın. Atın da çürüyerek geçireyim geri kalan ömrümü. Artık ne itibar kaldı, ne iş.”

“Yılmaz Bey, özür dileyerek sözünüzü kesmek zorundayım. Acaba nerede olduğunuzu sanıyorsunuz? Benim kim olduğumu düşünüyorsunuz?”

“Sorgu odasındayım işte. Sen de polissin ve biraz sonra beni tutuklayacaksın.”

Genç adam, masanın üstündeki kağıtları topladı ve dosyasına yerleştirdi.

“Bir dakika müsaadenizi isteyeceğim.”

“Tabii. Git kelepçeleri getir. Hazır itirafımı da aldın işte.”

“Hemen döneceğim.”

Beyaz gömlekli adam oturduğu yerden kalktı ve odanın tek çıkışına yöneldi. Kapının hemen önünde durdu ve karşısındakine bir şeyler söylemeye başladı. Ter içinde kalmış olan şişman adam kapıya bakıyordu. Ve onu gördü. Kapatamamıştı, başaramamıştı. Yapay göğüslerini öne çıkartan bir bluz ve mini eteği ile orada dikiliyordu.

Bir süre sonra içeri girdi. Yılmaz’ın yanına geldi ve kulağına doğru eğildi.

“Beni kapatamayacağını söylemiştim. Beni durduramayacağını söylemiştim. Ama ben seni durdurabilirim. Seni bir akıl hastanesine kapatıyorum ve bir daha dışarı çıkamayacağını sağlayacağımdan emin olabilirsin.”

Genç kadın, şişman adamın terli yanağına bir öpücük kondurdu ve arkasına bakmadan çıkışa doğru yürümeye başladı.

“Seni rezil, iğrenç yaratık. Sana gününü göstereceğim,” diye bağırdı Yılmaz. Ayağa kalktı ve genç kadına doğru bir hamle yaptı. O sırada kapının önünde duran beyaz gömlekli adam hızlıca içeri girdi.

“Kime bağırıyordunuz Yılmaz Bey?”




“Hadi, uyan. Güneş battı.”

Khri, yattığı yerde bir sağa bir sola döndü.

“Diğerlerinden önce yola çıkarsak başarabiliriz.”

Anlamsız birkaç ses çıkardıktan sonra olduğu yerde doğruldu.

“Hep heyecanlısın kardeşim.”

“Hayır. Bu sefer değil. Kendimi kanıtlamak için bir fırsatım var.”

“Av işini abartmıyor musun biraz?”

Ngyr, umursamaz bir tavırla dışarı çıktı. Khri, nemli vücudunu hızlıca hareket ettirdi ve gündüz hazırladığı çantasını aldı.

“Şşt, ufaklık biraz yem almaya ne dersin?”

“İyi fikir,” diye fısıldadı ve hızlıca kafes hayvanlarının olduğu bölüme yöneldi. Khri, gülmemek için kendisini tuttu. Hemen sonra ciddiyetle silahlarını kontrol etti. Her şey tamam gibiydi. Bugün onların günü olacaktı ve av ile geri döneceklerdi. Kabilenin tamamına Ngyr’in artık büyüdüğünü gösterebilirlerdi.

Vakit kaybetmeden yola koyuldular. Küçük kardeş önünde yürüyen ağabeyine baktı. Gözlerini yoldan ayırmadan dimdik yürüyor, sırtına yerleştirdiği kürkü zaten geniş olan omuzlarını daha da büyük gösteriyordu. Ngyr’in tüm vücudu titremeye başlamıştı ama bu korkudan değil heyecandandı. Kendisini yatıştırmaya çalıştı. Biraz etrafı inceledi. Ardından avını nasıl yakalayacağını düşünmeye başladı. Onu kabile meydanına getirişini ve halkına gösterişini hayal etti. Bir tören ile avcı gruba dahil olacaktı.

Khri, önünde havayı kokluyordu. Kardeşi onu taklit etti ama hiçbir şey hissetmedi. Çevreye bir göz attı. Değişen araziyi, gitgide azalan yeşil rengin yerini gri ve kahverengi tonlara, ağaçlar ve çalıların yerlerini küçük taşlara ve kumlara bırakmasını izledi. Yol aldıkça tedirginliği artmaya başlamıştı. Kayalar ve toprak her zaman güvenliydi ama şimdi ayaklarının altında küçük taşlar ve kumlar vardı. Ngyr, av için daha önce bu kadar aşağılara inmemişti. Geçidi ve ötesini merak ediyordu. Ama şimdi sırası değildi. Önemli olan büyüdüğünü kanıtlamaktı.

Lacivert gökyüzü yavaş yavaş siyaha dönerken, ay da gökyüzünde yükselmeye başlamıştı. Artık vahşi topraklara girmişlerdi. Khri, aniden durdu ve kolunu kaldırdı. Ngyr, olduğu yerde dondu kaldı.

“Bir şey mi gördün?”

“Birkaç taze iz var. Yakınlarda olabilir.”

“Bu türün zeki olduğunu söylüyorlardı ama buralara yaklaştığına göre…”

“Susar mısın? Dinlemeye çalışıyorum.”

Küçük kardeşin suratı değişti. Derin bir soluk verdi. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra Khri arkasına döndü.

“Avını hafife alma. Düşünebiliyorlar mı yoksa düşünemiyorlar mı, emin değilim. Bildiğim tek şey onlar da avcı. Eğer tetikte olmazsak bizi şaşırtabilirler ve bu hiç iyi olmaz.”

“Tamam, sustum.”

Ngyr, çevreye bir göz attı. Dağın yamaçlarındaki yerleri merak ediyordu. Geçidin ötesine daha önce hiç geçmemişti. Büyük çöl onu heyecanlandırıyordu. Kafasını toparlamaya, tekrar konsantre olmaya çalıştı. Ağabeyi önünde, dizlerinin üzerine çökmüş kumları inceliyor, yerden aldıklarını kokluyor ve tadına bakıyordu. Ay yükseliyordu. Bir koluyla ufuk çizgisini işaret etti. 

Küçük kardeş, anladığını belirtecek şekilde kafasını salladı. Kayalıkların arasında hızla ilerlemeye başladı. Bir ucu kapatılmış geçidin içine doğru ilerledi. Khri, dik yamaçların arasında kalan bölümü görecek şekilde yukarıda kalmaya dikkat etti. Yanlarında getirdikleri kafes hayvanlarından birkaç tanesini aşağıya fırlattı ve sırtından lazer yayını çıkardı.

Ngyr, kayarak, yuvarlanarak aşağıya iniyordu. Sırtından çıkardığı kabzayı çalıştırdı. Havada bir tur döndürdüğü kesici alet parlıyordu. Ardından yeşil lazeri yere sürterek inişini yavaşlattı ve bir kayanın arkasına saklandı. Yeşil parlaklık kayboldu.

Av, yaklaşıyordu. Çölün başladığı noktada, geçidin girişinde bir karartı belirdi. Tüm uzuvlarını saklandığı yerin arkasında tutmaya çalışan Ngyr heyecanlanmıştı. Hafifçe uzattığı kafası görünmesin diye büyük çaba sarf ediyordu. Gözlerini avından ayırmamalıydı.

Kumların üzerinde duran ölü hayvanlar, yaratığın ilgisini çekmişti. Etrafa bakınıyor, temkinli adımlarla yiyeceklere yaklaşıyordu.  Sonra aniden durdu. Bir terslik olduğunu biliyor diye düşündü Ngyr. Ağabeyine döndü. O da tepede bir kayanın arkasına saklanmış avı izliyordu. Bir eliyle bekle işareti yaptı kardeşine.

Büyük babalarından bu topraklara ilk geldiklerinde çeşitli hikayeler dinlemişlerdi. Macera dolu masallar, kimi zaman korkutucu kimi zaman eğlenceli oluyordu. Eğer işin içinde av yaratıkları varsa genel olarak heyecanlı şeylerdi. Avcının ava dönüşmeye çok yakın olduğu ve aniden işlerin yoluna girdiği anılar. “Bence düşünebiliyorlar,” derdi büyük baba.  “Çok da sinsidirler.”

“Şimdi göreceğiz,”diye içinden geçirdi Ngyr. “Bakalım benimle baş edebilecek mi?”

Gözlerini tekrar, geçidin içinde ilerleyen avına dikti.

“Yemi alacak,” diye fısıldadı. Yaratık, bir şey duymuş gibi aniden olduğu yerde kaldı. Dinliyor, kokluyor ve izliyordu. Ngyr, tepeye, kayaların arasına baktı. Khri, yayını eline almış, lazer okunu hazırlıyordu.

“Hayır,” diye bağırdı ağabeyine. “O benim.”

Çevik bir hareketle saklandığı yerden fırladı ve avına doğru koşmaya başladı. Elindeki kabzayı tetiklediğinde yeşil lazer belirdi. Av, geçidin çıkışına baktı ve sonra tekrar arkasını döndü. Birkaç adım geriledi.

“Kaçacak,” diye bağırdı tepeden Khri. Avına odaklanmış olan Ngyr, elindeki lazeri kafasının üstünde bir tur döndürdü. Öldürmek için hazırdı. O sırada kafasının üstünden vızıldayarak bir ok geçti ve yaratığın omzuna saplandı. Çığlığı geçitte yankılandı. Çaresizce oku vücudundan çıkarmaya çalışıyordu. Okun arkasından Khri’ye kadar uzanan lazer halat sayesinde bir yere kıpırdama şansı kalmamıştı. Kaçmaya çalıştığında tüm vücudu ok ile birlikte geri çekiliyordu.

Ngyr ve avı göz göze geldiler. Tam o anda halatın gerginliği azaldı ve hızlıca tepeye döndü. Yaratık kurtulmuştu.

“Önemli değil,” diye bağırdı avına koşan küçük kardeş. “İki bacağıyla benden hızlı olamaz. O benim.” Tüm gücünü bacaklarına verip zıpladı. Islanmış elleriyle yaratığa dokundu ama yakalayamadı. Geçidin çıkış noktasına yaklaştıkları sırada lazer kamçıların sesi yankılandı.

“Baba.”

Kabilenin tüm savaşçıları tam önlerinde dikiliyordu. Av, kaçamayacağını anlamış olmalıydı ki durdu. Hızla arkasına döndü ve hemen ensesindeki avcıya doğru hamle yaptı. Birlikte kumların üstünde yuvarlandılar. Ngyr, lazerini elinden düşürdü.

“Hadi bitir şunun işini,” diye bağırdı Khri. Elinde fırlatılmaya hazır bir ok ile kardeşine doğru koşuyordu. Boğuşma uzun sürmedi. Ngyr, lazerini yerden aldı ve ellerinde dolaştırdı. En iyi kullandığı tarafa alıp, yeşil ışığı aktive etti. Birkaç tur elinde çevirdikten sonra avına bir darbe indirdi. Daha fazla yaralamasının anlamı yoktu. Ne de olsa, geri döndüklerinde ilk avını tüm kabileye dağıtacaktı ve etinin zarar görmesini istemiyordu.

Yaratık anlamsız sesler çıkararak yerde yatıyordu. Ngyr, gözlerinin içine baktı. Ardından tek bir hamle ile lazeri avının kalbine indirdi. İlk avını başarıyla öldürmüştü. Kendisi ile gurur duyuyor, heyecandan elleri titriyordu. Bir an sonra omzunda ağabeyinin elini hissetti.

“Mutlu musun?” diye sordu Khri.

“Evet. Farklı duygular hissediyorum. Heyecanlıyım, mutluyum ama bir taraftan onun gözlerine bakınca…”

“İlk av, herkes için karmaşık olabilir. Birazdan suçluluk hissedeceksin.”

“Gözlerinde çaresizliği gördüm. Ayrıca öldürmeden önce çıkardığı sesler… Anlamı neydi acaba? Kendi aralarında o tarz seslerle mi konuşuyorlar?”

“Bilemiyorum Ngyr. Diğer tüm hayvanlar gibi ses çıkartıyorlar işte. Kendi içlerinde anlaşıyorlardır belki ama bizim anlamadığımız kesin.”

“Daha önce hiç böyle hissetmemiştim, Khri. Hiç. Ayrıca şuna bir bak. Son dönemde yakaladıklarımızdan farklı gözüküyor. Derisi açık renk ve tüyleri sarı.”

“Hepsi aynı geliyor bana,” dedi ağabeyi. “Renginin de önemi yok. Beni ilgilendiren tadı.” Gülümsedi.

Babaları ve kabiledeki diğerleri yanlarına yaklaşırken, içlerinden biri kardeşlere tahta bir sopa fırlattı.

“Hadi bakalım, sizi maceracılar. Avınızı çubuğa takın da gidelim buradan.”

İki kardeş avlarını ustalıkla bağladılar.

“Khri. Neden artık tekler? Eskiden sürüler halinde dolaşırlarmış.”

O sırada çocuklar kafalarına birer şaplak yedi.

“O dediğini ben bile hatırlamıyorum,” dedi babası. “Bu topraklara ilk geldiğimizde büyük büyük babamın zamanında hep birlikteymişler. Düşünebildikleri söylentisi de o zamanlardan kalma. Kendilerine yuva yaptıkları bile anlatılır. Ama gördüğün gibi ilkel bir yaratıktan başka bir şey değil. Diğer av hayvanlarından bir farkları yok.”

Kardeşler avlarını kaldırıp, omuzladılar. Khri önde, Ngyr arkada köye doğru yürümeye başladılar. Ngyr, tekrar konuşacaktı ki babası onu durdurdu.

“Ağzınız yerine şu insanı taşımayan diğer 6 kolunuz çalışsın. Daha akşamki ziyafet için hazırlanması gerek.”