cyberpunk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cyberpunk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayata dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek zorunda kaldığım İstankara Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni bir başlangıç yap.” Temiz bir sicil… Sonra bir daha kaçmak yok. Belki başka bir şehre, belki de küçük ve henüz bozulmamış bir kasabaya yerleşip kendime basit bir hayat kurar, yaşamımın geri kalanında sürekli arkamı kollamak, yüzümü saklamak zorunda kalmazdım.

İlk defa kaçak olarak binmediğim bir gemide son yaklaşma için operatörden izin beklerken şehre de uzun uzun bakma fırsatı buldum. Aslında son gelişimden bu yana pek fazla değişmemiş görünüyordu. Çoktan tüm doğal kaynaklarını kaybetmiş olan bölgeden geriye kalanları da şehrin üstünde leş kargaları gibi dolaşan gemiler, onların altında sürekli hareket halinde olan insanlar, geliştirilmişler ve robotlar sömürüyordu.

Bu arada, daha önce hayatımda hiç leş kargası görmemiştim. Uzun yolculuk boyunca izlediğim belgeseller sayesinde bu ilginç hayvanlar hakkında bilgi sahibi olmuş oldum. Bu da kayıtlı yolcu olarak seyahat etmenin başka bir güzel yönüydü.

Artık iniş için hazırlanma vaktim gelmişti. Geminin arka tarafındaki dolabı açtım ve şirketin çevreye uygun olabileceğini söyleyerek giymem için verdiği kıyafetlere baktım. Hiçbirini giymeye niyetim yoktu. Üstümdeki şirket logolu uçuş tulumu sanki doğduğumdan beri üstümdeymişçesine rahattı.

Ayrıca ben zaten bu şehirde büyümüştüm. Terk etmek zorunda kalmış olsam da her köşesini çok iyi bilirim. Kimsenin başkasının ne giydiğine bakacak zamanı yoktur. Sokaklar kalabalıktır. Üstelik yola çıkmadan bana verilen bilgiye göre nüfusun daha da arttığı, yüz milyon kişinin bölgede tıkılıp kaldığı söylenmişti. Bence gerçekten kimin ne giydiğinin bir önemi yok.

Kıyafet değiştirmeyeceğime göre silahımı, mermileri ve bayıltıcı okları tulumumun özel hazırlanmış bölmelerine yerleştirdim. Rahat olduğu kadar kullanışlı da bir giysi bu.

Dolabın içindeki aynada kendime bir kez daha baktım. Sanki her defasında farklı bir kişiye bakıyor gibiydim. Aynadaki yansımam dün gördüğüm ben değildi; hatta ne şimdiki ne de bir hafta önce gördüğüm ben aynıydık. Abartıyor olabilirim tabii. Ne de olsa yol boyunca belgesel izleyip yeni bilgiler edindim. Düşüncelerimi etkilemiş olmalı. Peki ya yüzüm? O da değişmiş miydi? Ellerimle yüzüme dokundum. Düne göre kendimi farklı mı hissediyordum? Eh, aynı çene aynı burun işte…
Otomatik operatörden gelen sesle irkildim.

“İstankara limanından Şahin 3’e, belgeleriniz onaylandı. İskele 82 inişe hazır. Lütfen yerlerinize oturun ve kemerlerinizi bağlayın. İki dakika içinde kenetlenme başlıyor.”

Hemen yerime geçtim ve kemerimi bağladım.

Sistemler gemiyi indirip bağlayıcı zincirler gövdeye yapıştığında tam bir sessizlik olmuştu. İçinde bulunduğum aracın kalın metal kaplamasına rağmen etrafını çevreleyen statik elektrik boşaltma halatlarının gıcırtısını duyabiliyordum. Ufak bir sarsıntıyla iniş tamamlandı. Kokpit penceresinden dışarıya bir göz attım.

Her şey bıraktığım gibi.

Limanın meşhur hamalları iş kapmak için geminin indiği iskelenin başına üşüşmüştü bile. Kapılar açılır açılmaz geliştirilmiş insanların bağırışlarını duyacağımı biliyordum.

Daha önceden hazırladığım ve işime yarayacağını düşündüğüm malzemeleri yerleştirdiğim çantayı aldım. Uçuş tulumumun üzerine kapüşonlu ceketimi geçirdim ve kapakları açtım.

Anında başladılar.

Hamalların anlaşılmayan bağırışları eskiden dinlediğim çok sesli bir orkestrayı yeniden dinlemek gibiydi. Hatırladığım en net sesler, birkaç güncelleme veya vücutlarına katacakları birkaç geliştirme için birbirlerini ezen, bu uğurda birbirlerini bile öldürebilen bu insanlara aitti.

Dışarı adımımı atar atmaz robot görevli beni taramadan geçirdi.

“Hoş geldiniz Bay Namtar. Üzerinizde bulunan tüm eşyalar ruhsatlı ve şirket onaylı. Şehrimizde iyi vakit geçirmenizi diliyoruz.”

“Teşekkür ederim.”

Bir makineye teşekkür etmek tuhaf gelse de ilk defa bu şekilde karşılanıyor olmak daha da tuhaftı. Hatırladığım kadarıyla son seferimde gemiyi, dışarı atılan safra ve lağımla birlikte terk etmiştim. İşlerimi halleder halletmez de şehri yine kaçak olarak terk etmiştim.

Fakat bu kez anlaşmam sağlamdı. Elimde şirketin verdiği bir görev emri vardı elimde. Bu da neredeyse dokunulmazlık anlamına geliyordu. Yapılmasını istedikleri iş için beni seçmelerini de anlayabiliyordum. Etrafta nam salmış bir kırıcı ve kaçaktım. Ayrıca peşinde olduğum adam da benim kimliğimi kullanarak iş çeviriyordu. Şirketin söylediğine göre sistemlerini sabote etmişti. Önce ben sanıp peşime düşmüşler, ardından da başkası olduğunu anlamışlardı. O arada da beni yakalayıp özgürlük anlaşmasını teklif etmişler, ben de memnuniyetle kabul etmiştim.

Aslında bu sahtekârın kimliğimi kullanmasında benim de suçum vardı. O kadar çok viranede takılmıştım ki, herhangi birinde ek hafıza kartımı kırmış olabilirlerdi. Sonrasında üç beş krediye de adamın eline geçmişti zaten.

Sahtekârı yakalamak için İstankara’ya gideceğimi öğrendiğimde adamın davranış biçimi çok mantıklı gelmişti. Sadece ismimi ve anılarımı kullanarak birçok kapıyı açabilir, istediklerini elde eder ve rahatlıkla gizlenebilirdi. Ne de olsa yıllardır ben de aynısını yapıyordum.

Limanın güvenli bölgesinden çıktım ve insanların arasına karıştım. O anda kopan gürültüyle istemsizce sağıma döndüm. Az ötede iki geliştirilmiş hamal üç kredilik yük için birbirine girmişti. Buralarda kalabalık dışında en net hatırladığım bir diğer şey de iki serserinin kavgasıydı. Sanırım sonradan ben de onlardan birine dönüşmüştüm. Bir dövüş mü var, ben derhal oradaydım. Eğer yakalamam gereken sahtekâr, anılarımla birlikte aynı düşüncelere de sahipse bu tarz gürültülerden uzakta kalamayacaktı. Belki de yakınlarda bir yerdeydi.

Şirketin sağladığı yüz tarama lensini aktive ettim. Uzun yolculuk boyunca adamın yüzünü ezberlemiş olsam da elimdeki teknoloji benden hızlı davranabilirdi. Ben de o sırada kavgayı izlerdim.

İki geliştirilmişin mücadelesinde mutlaka bir şeyler kopar. Birkaç yumruk darbesinden sonra adamlardan birinin mekanik kas bağlantılarından kablolar fırlamıştı bile. Eh, beyin yerine mekanik kasa yatırım yaparsanız olacağı buydu işte. Ucuz işçilik ve en ucuz geliştirmeler her zaman kaslarla ilgili olanlardı. Bu adamlar hayatları boyu her gün çalışsalar bile yapay sinir ağı geliştirmelerinin bir nöronluk devresini bile alamazlardı.

İşte birkaç metal parça fırladı bile!

Daha önce hatırladıklarımdan farklı olarak bu sefer fırlayan kablolar ve parçalanan devrelerden zevk almamıştım. Daha fazla izlememeye karar verdiğim anda lensin taraması da sonlandı. Aradığım üç kağıtçı burada değildi. Tam ayrılacağım sırada adamlardan biri yere düştü ve öylece kaldı.

Eskiden böyle durumlarda ambulans ve polis geldiğini hatırlıyordum. Arada bir de olsa gelirlerdi. Şimdiyse şehir o kadar kalabalıktı ki birkaç serserinin ölmesi veya devre dışı kalması kimsenin umurumda değil gibiydi. Bu zamanlarda olay yerine ilk gelenler hurdacılar olur, işe yarar malzemeleri toplayıp giderlerdi.

Artık benim de gitme zamanım gelmişti. Nereden başlayacağımı biliyordum. Buraya döndüğüm zamanlar mutlaka Doğubank İş Hanı’na uğrar, kendimi gizleyecek ve kaçışımı kolaylaştıracak güncellemeler alırdım. Bir kaçak olarak sahtekârın da ilk yapacağı iş bu olmalıydı.

Bir süre handa takılmaya karar verdim. Benden üç gün önde olduğuna göre mutlaka onu görenler olmuştur. Eğer orada da bir ize rastlamazsam en sevdiğim eğlence mekanlarına göz atabilirdim. Oralarda sadece ismimi kullanması bile yetebilirdi ama tabii ben buna izin verecek değildim. En fazla birkaç gün içerisinde o hıyarı yakalayıp yeni ve temiz hayatıma başlamak niyetindeydim.

Kısa bir yürüyüşün ardından Doğubank’ın girişine ulaştım. Son gelişimin üzerinden epey zaman geçmişti. Şehrin geri kalanı gibi burası da nefes alan bir organizma gibiydi. Yaşıyor, değişiyor, dönüşüyordu. Bir defa gördüğünüz kişi sonraki gelişinizde tanınmayacak halde olabilir, daha da kötüsü çoktan tahtalı köyü boylamış olabilirdi.

Bu şehirde yaşam ne kadar değersiz böyle.

Merkezi tarama sisteminden geçer geçmez otomatik ve sesli olarak selamlandım. İsmimi duyanlar dönüp bakıyordu. Herkesin saygıyla karışık bir korkuyla bana baktığını anılarımdan biliyordum. İçeride yürümeye başladım.

Soldan ikinci dükkân… Evet, burayı hatırlamıştım ama kapıdaki adam pek tanıdık gelmiyordu. Peki, niye halâ suratıma dik dik bakıyordu?

“Bay Namtar?” dedi sonunda.

“Evet, benim.”

“Sizi bu kadar çabuk göreceğimi sanmıyordum.”

Evet, tam isabet! Demek ki sahtekâr buraya uğramıştı.

“Biraz değişmişsiniz.”

“Evet. Hazır buralardayken biraz estetik ve yazılım güncellemesi yaptırdım.”

“Çok iyi olmuş efendim. Geçen gün sorduğunuz cihazları buldum. Birkaç gün içinde elimde olacaklar.”

“Geldiğinde nereye haber yollayacağını biliyorsun değil mi?”

“Hiç unutur muyum? Keçi’nin Yeri’ne bizzat ben getireceğim.”

İşte buna hedefi on ikiden vurmak derim. Artık vakit kaybetmeden mekâna geçme zamanı gelmişti.

“Teşekkür ederim. Karşılığını alacaksın.”

“Biliyorum efendim.”

Handan hızla çıkıp anayola geçtim. Karşıma çıkan ilk ototaksiye atladım, krediyi şirket hesabından karşıladığımdan ilk kez yolun kaç kilometre olduğu konusunda kaygılanmama gerek yoktu. Görevim belliydi.

Bir saat sonra Keçi’nin Yeri’ne vardım. Geniş cam vitrininin önünde durdum ve tarayıcı lensi çalıştırdım. Adamım henüz burada değildi.

Şimdi kafamda beliren sorulara mantıklı cevaplar vermeliydim. Benden önce buraya gelmiş miydi? Eğer birkaç saat önce mekânda idiyse tip değişikliğini açıklamak zor olacaktı. Keçi burada mı? Buradaysa onun ben olmadığımı anlayıp herifi bir güzel pataklamış olabilir miydi?

Hızlı düşün, ek işlemciyi çalıştır. Sorunlara mantıklı çözümler bul.

Daha fazla zaman kaybetmeden içeri girdim.

“İyi akşamlar.”

“Hoş geldiniz,” dedi barın arkasında Keçi’nin yerinde duran adam.

“Bir arkadaşa bakmıştım.”

“İsim alırsam veri tabanımı tarayıp yardımcı olabilirim.”

“Namtar.”

“Ooo… Onu biliyorum. Yıllar önce uğramış en son. Ben buralarda değildim o zamanlar.”

“Evet, burada Keçi vardı. O nerelerde?”

“Babam sizlere ömür…”

“Ne oldu? Kavga mı?”

“Hayır efendim. Beyin virüsü. Yapay sinir ağına bulaşmış. Tüm sistemini silmesi ve iç organlarını çalışmaz hale getirmesi çok uzun sürmedi. O boklara bulaşmamasını söylemiştim ona.”

“Peki ya sen? Hiç geliştirmen yok mu?”

“Bir tane dışında yok efendim. Yüzde doksan sekiz biyolojik insanım hala.”

“Daha gençsin de ondan. Biraz yaşlanınca bağımlısı olursun. Ne derler bilirsin her yenilik sonsuzluğa atılmış bir adımdır.”

“Evet. İyi bir kırıcı seni bozana kadar süren sahte bir sonsuzluk.”

“Bu da doğru… Ben şurada oturacağım. En sert içkinden bir tane gönder. Namtar gelirse de beklediğimi söyle ve beni işaret et. Burada buluşacaktık. Çantada onun istedikleri var.”

“Tamamdır.”

Barı tam karşıdan gören bir masaya geçtim ve çantayı ayaklarımın arasına yerleştirdim. Kapüşonlumu ceketimi çıkarıp kucağıma koydum. Hemen altından silahımı çıkardım ve içine bayıltıcı ok yerleştirdim. Sahtekârı bacaklarımın üstünden rahatlıkla onu indirebilecek pozisyondaydım. Otomatik nişangâh zaten gerekeni yapacaktı.

İçkim masama henüz konmuştu ki kapı açıldı. Kendimi hazırladım. Keçi’nin oğlu elini kaldırdı.

“Hoş geldin dedektif.”

“Bana şöyle demekten vazgeçsen artık? Sıradan bir polisim işte.”

“Zor bir gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”

İçimden bir küfür ettim. İşimi bitirirken içerde olmasını isteyeceğim son kişi bir polis olabilirdi.
Önemli değil. Şirket icabına bakar. Hepsi onların maaşlı adamı değil mi?

İçkimden birkaç yudum aldım. Daha önce burada çok sarhoş olduğumu ve içtiklerimden büyük keyif aldığımı hatırlıyorsam da bu sefer hiçbir şey hissetmemiştim. Kendimi tamamen görevime odaklamıştım.

Bardağım bitmek üzereyken kapı tekrar açıldı.

“İyi akşamlar,” dedi içeri giren adam. “Keçi yok muydu?”

“Kim arıyor?” diye sordu barmen.

“Ben Namtar.”

“Babam sizlere ömür efendim. Ama sizi bekleyen birisi var. Geliştirmelerinizi getirmiş. Şu masada…”

Parmağıyla beni işaret ediyordu. Adam bana döner dönmez silahımı ateşledim. Ok tam olması gerektiği gibi kalbine saplandı ve sahtekâr yere devrildi. Şirket yetkililerinin söylediği doğruysa ilacın en az dört saat uyutması gerekiyordu.

“İki dozla tüm yolculuğu başın ağrımadan geçirebilirsin,” diye eklemişlerdi.

Polis olduğunu söyleyen adam bir anda silahını çekerek üstüme yürüdü: “Kıpırdama!”

“Dedektif, sakin ol!” diye bağırdı barmen.

Dedektif onu duymazdan gelerek silahını bana doğrultmuş halde cesedin üstüne eğildi ve nabzının atıp atmadığını kontrol etti.

 “Beni dinlemelisin dostum,” dedim. “Şirket için çalışıyorum. Parmak izimi veya yüzümü tarama cihazınla kontrol edebilirsin. Yaptığıma onay vereceklerdir. Bu adam şirket tarafından aranan bir sabotajcı!”

“Adının Namtar olduğunu söylemişti,” diye araya girdi barmen.

 “O bir sahtekâr ve suçlu. Namtar benim. Eğer sakin olursanız hesabımı ödeyeyim, orada kimliğimi doğrulayabilirsiniz. Şirket için çalıştığımı göreceksiniz.”

Dedektif itiraz etti: “Namtar bir kırıcıdır, şirkete çalışmaz.”

Dedektifin şirketin adını duyunca kararsız kaldığını gören barmen araya girdi.

“Bırak da adam kimliğini doğrulasın,” dedi.

Parmağımı ödeme sistemine uzattım ve hesabımdan iki içki düşülmesi için izin verdim.

“İçkinin biri benden sana sayın polis memuru.”

“Adam sallamıyormuş. Kesinlikle söylediği kişi!”

“Şimdi müsaadenizle bu üç kağıtçıyı alıp gidiyorum. Şirket yetkililerine yardımlarınızdan bahsedeceğim.”

Baygın sahtekârı bir ototaksiye yükleyerek limana döndüm. Kalabalığın arasından geçip robot görevliye işlemin tamam olduğunu söyledim. Birkaç saniye gecikmeyle onay verdi ve gemime döndüm. Adamı bir kolundan sağlam borulardan birine kelepçeledim. Birkaç saat sonra kendine gelirdi. İkinci dozu yapmaya ise hiç niyetim yoktu, onunla biraz konuşmak ve anılarımı nasıl çaldığını öğrenmek istiyordum. Gerçekte kimdi?

Ufak bir sarsıntıyla havalandık. Dakikalar içinde liman geminin kontrolünü bana devredince rotaya girmek için birkaç işlem yaptım ve şirket binasının koordinatlarını varış noktası olarak belirledim. Bundan sonrası artık beklemeye kalmıştı.

İkinci saati de karşımdakinin suratına bakarak geçirmiştim. Aynada kendini görmekle aynı şey değildi bu, anılarım ondaydı ama o ben değildim. Yine de tuhaf biçimde tanıdık geliyordu.

Üçüncü saatin sonunda kalkıp aynaya baktım. Yerde elleri bağlı yatan adam kadar kendime de yabancı olduğumu hissettim.

Dördüncü saat dolmak üzereyken karşımdaki ben kıpırdanmaya başladı. Yapay sinir ağımda biraz daha dolaştım. Anılarımda hiç aynaya bakmıyor muydum? Birkaç kez baktığım zamanları buldum. Büyük bir boşluk… Aynadaki aksimi göremiyordum. Anıların yanılması normal miydi? Peki ya aynada yansımamın olmaması?

Sonunda adam kendine gelmişti. Hafifçe kıpırdanarak sordu:

“Neredeyim ben? Bana ne oldu?”

“Bir süre uyudun, seni kimlik hırsızı!”

“Kimlik hırsızı mı? Ne saçmalıyorsun? Sen de kimsin?”

“Ben Namtar. Gerçek olanı.”

“Hadi oradan be!”

“Bence tartışacak bir konumda değilsin. Derdini şirkete anlatırsın.”

“Bunu neden yapıyorsun?”

“Seni, yani sahte beni şirkete teslim etmekle görevlendirildim.”

“Asıl sahte olan sensin. Kimsin be adam?”

“Adımı tekrarlamama gerek yok sanırım. Gayet iyi biliyorsun. Şimdi anlat bakalım anılarımı nasıl çaldın?”

“Kimin anısını çaldım? Senin gibi bir düzen adamının anılarını ne yapayım? Eminim çok sıkıcıdırlar. Seninle uğraşacağıma şirketle uğraşırım daha iyi.”

“Evet, orasını biliyorum. Sabotajcıymışsın. Bilmediğim tek şey kimlik bilgilerime, hatıralarıma nasıl sahip olduğun.”

“Nesin sen be adam? Aynı palavraları tekrarlayıp durma! Ben Namtar. Kimsenin hatırasını ya da kimliğini çalmadım.”

İlacın etkisi olabilir. Biraz daha bu sahtekâra katlanabilirim. Belki biraz zorlamam gerekir. Eminim o zaman konuşmaya başlar.

“Keçi’nin yerinde çok adam dövmüşlüğüm var. Seni de biraz hırpalamama şirket bir şey demez herhalde,” dedim.

“O kavgalarda ya sarhoştum, ya da karşımdakiler şirket ajanıydı. Tıpkı senin gibi… Sinsice bayıltıcı ok atmasaydın seni de bir güzel benzetirdim.”

“Benim anılarım onlar. Kavgalarımın hepsini hatırlıyorum.”

“Beni sinirlendirmeye başlıyorsun. Tamam, bir yere kadar ben gibi davranmış olabilirsin ama kendini rolüne fazla kaptırma derim.”

“Sadece bilmek istiyorum. Anılarımı çalarken hangi yazılımı kullandın? Hangi virüs?”

“Eeeh, yetti ama! Ben senin anılarını çalmadım be adam! Ellerimi buradan bir kurtarırsam seni de diğer şirket ajanları gibi tanınmaz hale getiririm.”

“Merak etme, ben seni konuşturmasını bilirim.”

“Sinirlendin mi yoksa?”

“Hayır.”

“Vuracak mısın bana?”

“Gerekirse evet.”

“Ben genelde birine vurmadan önce çok sinirlenirim. Yoksa çok sinirlenen sen misin?”

“Kesinlikle. Benim anılarımda da öyle.”

“Gerçekten kimsin veya nesin sen? Anılardan bahsedip duruyorsun. Hangileri bunlar? Önemli olan ne var senin için? Annemi hatırlıyor musun veya bu şehirden ilk kaçışımı? Peki ya köpeğimi? Onun öldüğü günü?”

“Evet. Her zamanki gibi yağmurlu bir İstankara günüydü. Şirketin yanan borularından havaya karışan kimyasalların oluşturduğu asit yağmurunun altında kalmıştı. Üzülmüştüm.”

“Evet. Üzülmüştüm. Şimdi bile düşündüğümde üzülüyorum, sonra da sinirleniyorum. Şirketten nefret ediyorum. Peki ya sen?”

“Bir şey hissetmiyorum. Ben şirketle anlaşma yaptım. Sicilim temizlenecek. Yeni bir başlangıç yapacağım ve artık onlara sinirlenmek için bir sebebim yok. Hayatımın bundan sonrasında pis işlere bulaşmayacağım.”

“Ne gibi pis işler? Şirketi sabote edip kredilerini insanlara dağıtmak gibi mi?”

Bir süre durakladım. Şirketi sabote ettiğimi hatırlamıyordum.

“O senin işin galiba. Çünkü benim anılarımda öyle bir şey yok,” dedim ve bir süre yapay sinir ağımı taradım.

“Kesinlikle sana benim anılarımı yüklemişler ve kafanda başka ne varsa silmişler. Ben olduğumu sanıyorsun. Ne yapıyorsun? Yapay sinir ağını mı tarıyorsun? Aynısını ben de yaptım ve insanların mutlu olduklarını gördüm. Şirketi her sabote ettiğimde birilerinin hayatını kurtardım. Bu bana keyif veriyor. Ya sana?”

“Benim öyle anılarım yok,” dedim ve kestirip attım. Artık vazgeçmiştim. Kendini ben sanan sahtekâr açık vermeyecekti. Onu yakaladığıma göre bir daha da aynı şeyi de yapamazdı. Bundan sonra daha dikkatli davranıp hafıza kartımdaki bilgileri kimseye kaptırmayacaktım.

Yolun geri kalan üç saati boyunca sahte Namtar’ın mutluluk, hüzün, sinir, şaşkınlık gibi duygular üzerine ettiği lafları dinlemek zorunda kaldım. Sonunda o da pes etti.

“Boşuna uğraşıyorum. Kör bir adama renkleri anlatmaya çalışıyorum sanki…” dedi ve sustu.
Merkeze ulaştığımızda sahtekârı önüme taktım ve yönetim kurulu salonuna doğru ilerledim. İçeri girer girmez bir alkış koptu.

“Bir görev daha başarıyla tamamlandı,” dedi başkan. “Giderek daha iyi oluyor.”

Ne daha iyi oluyordu? Kurdukları sistem mi? Suçluları başka suçlulara yakalatma düzeni mi?

“Namtar!”

“Efendim?” dedik önümdeki adamla aynı anda.

“Biri şunu susturabilir mi? Görev amiri?”

“Hemen efendim.”

Artık sahte benin konuşmasına gerek yoktu. Suçları sabitti. Ben de temiz bir başlangıç yapabilirdim. Tabii tebrikleri kabul ettikten sonra.

Görev amiri ayağa kalktı ve yanıma geldi.

“Şahin 3, kapan.”


Sistem yeniden başlatılıyor.


Yeni görev yükleniyor.


Tüm sistemler aktif.


***

Hayata dair hatırladığım iyi şeylerin tamamının bulunduğu ama zaman zaman terk etmek zorunda kaldığım San Angeles Mega Şehir limanına yaklaşırken aklımda tek bir düşünce vardı: “O sahtekârı en kısa zamanda bul, şirkete teslim et ve yeni bir başlangıç yap.”



“Belki de o gün bugündür.”

“Kafayı mı yedin sen? Hayır, kesinlikle yapmam böyle bir şey.”

“Tamam, peki seni zorlamayacağım ama tam iki günümüz var biliyorsun.”

“Belki de ben hiç yapmayacağım.”

“Hadi gel. Dışarı çıkalım.”

Dudaklarıma bir öpücük kondurduktan sonra elimden tutup çekti beni. Ortamda çalan yüksek sesli synth müziğini zaten hiç sevememiştim. Çılgınlar gibi dans eden kalabalığın arasından geçip dışarı çıktık. Sokakta da bir sürü değişik tip dolaşıyordu ama hiç birisi içeridekiler kadar marjinal gelmiyordu gözüme.

“Ne yapmak istersin?” diye sordu bana. “Biliyorsun bir saat sonra çıkacağım.”

Karşımda duran güzelliğe baktım.

“Biraz endorfin iyi gelebilirdi.”

“Tam bir zevk düşkünüsün. Bir araba çalmaya ne dersin?”

Korktuğumu itiraf etmeliyim. Saçmaladığım çok olmuştu ama böyle bir riske girip tüm kazandıklarımı da kaybetmek istemiyordum.

“Bilemiyorum.”

“Hadi ama,” dedi ve boynuma sarıldı. Burnunu burnuma değdiriyordu. Bir elini kaldırıp saatine baktı göz ucuyla. “Tam 46 saat kaldı. Sonra her şey değişecek. Yeni bir dönem başlayacak. Etrafına bir bak.”

Gerçekten haklıydı. Dünya çıldırmış gibiydi. Mor pembe ışıkların altında iç içe geçmiş bedenler durmadan hareket ediyordu. Dünya bir insan seli olmuş akıyordu. Son ses çalan müzikler, kahkahalar, çığlıklar… Uyumsuz bir orkestra gibiydi duyulanlar. Serotonin her yerdeydi.

“Tamam,” dedim. “Ne istersen yapalım.” Her şeyi kaybetsem bile ne fark ederdi ki? Belki saatler sonra her şey ve herkes sıfırlanacaktı, belki de kaldığı yerden devam edecekti.

“Önce benim yerime gidelim. Üstümüzü değiştirmemiz lazım. Parti kıyafetleri ile hiç rahat olmaz.”
Kabul ettim. Yine elimden tutmuş beni sürüklüyordu. Kısa kesilmiş sarı saçlarına bir kirpi gibi şekil vermişti. Beyaz gömleğinin içinden siyah sütyeni gözüküyordu. Tanıdığım süre içerisindeki kişiliğine gayet uygundu. Bir öyle bir böyle. İç içe geçmiş yin ve yang.

“Buradan çıkınca ne yapıyorsun?” diye sordu.

“Aslında fazla çıkmam. Bir şey de yapmam.” Suratım düşmüştü.

“Hadi ama salgıladığın noradrenalinin kokusunu buradan alabiliyorum. Amacım seni sinirlendirmek falan değildi.”

Gerçekten dediği gibi mi hissetmiştim? Bilmiyorum. Sadece dışarıda olmayı sevmiyorum. Gerçek olamayacak kadar kötü geliyordu bana.

Bir süre daha el ele yürüdükten sonra yüksek binaların sıkıştırdığı sokaklardan daha geniş caddelere ulaştık. Hologram reklamlar artık metrelerce yukarıda değil yer seviyesindeydi. Her biri farklı bir maceraya davet ediyordu bizi.

En göze çarpan villanın önünde durduk.

“Burası mı?” dedim.

“Evet. Şaşırdın mı? Zamanında çok kazandım ama umurumda değil. Nedenini biliyor musun?”

“Bilmiyorum.”

“Hadi içeri gel, sana anlatacağım.”

Kapıdan geçtiğimde farklı bir dünyada olduğumu anlamıştım. Dışarıdan görünen ihtişam içeride kaybolmuştu. O kadar sadeydi ki…

Topuklu ayakkabılarını girer girmez çıkarıp fırlattı. Hemen ardından mini eteğini aşağı indirdi.

“Sirena,” diye seslendim arkasından. “Gerçekten çıkmak zorunda mısın?”

“Evet. Burada olmak istemiyorum. Özellikle de herkesin inandığı yeni döneme geçiş sırasında.”

Durmuştu. Öylece kalmıştı. Bir şey düşünüyordu. Moralini bozan bir şey vardı ama o kadar karmaşık hormon kokusu alıyordum ki emin olamıyordum.

“Hadi içeri gel. Senin de üstünü değiştirelim. Mutlaka sana uygun bir şeyler de vardır burada.”

Bembeyaz ve boş koridorda yürüdüm. Işıklandırmanın nereden yapıldığını bile anlamamıştım. 
Sonunda loş yatak odasına girdim. Duvara gömülmüş dolabın içinde kıyafetlere bakıyor, eline geçirdiği bazılarını yere fırlatıyordu. Bana döndü ve gözlerimin içine baktı.

“Keşfettiğim şeyi söylemeden önce seni endorfin ile doldurmak istiyorum,” dedi. Yavaş adımlarla bana yaklaşıyordu. Şimdiden vücudumun salgıladığı hormonlar değişmeye başlamıştı. Eğildi ve parmaklarıyla elbisemin eteğini tuttu. Teslim olmuştum. Ellerimi yukarı kaldırdım ve tek hamlede üstümdekini çıkardı.

“Nyks,” diye fısıldadı kulağıma. “Bana adresini ver.”

“Bi…bi…biliyorsun ya.”

“Buradaki değil seni şapşal kız. Gerçek olanı.”

Ellerimi tuttu ve kalçasına yapıştırdı.

“Ne zamandır birlikteyiz Nyks? Birkaç hafta mı, birkaç ay mı? Senin yanında zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Keşke daha önce gelseydik buraya, keşke az sonra yapacaklarımızı daha önce yapsaydık. Artık her şeyi biliyorum.”

“Neyi biliyorsun? Neler oluyor?” diye sordum. Ellerimi arkasından çekemiyordum. Bir şeyleri açıklayacak mı diye gözlerinin içine baktım. Sessizce yalvarıyordum.

Benden bunu isteme. Beni gerçekten görme.

Ellerini sırtıma götürdü ve tek bir hareketle sütyenimi açtı. Tüm gücüyle beni kaldırdı ve yatağa bıraktı.

Dakikalar sonra ter içindeydik ve yan yana uzanmıştık.

“Belki,” dedi. “Belki buradan çıktıktan sonra bir daha gelmeyebilirim.”

“Ne yani beni terk mi ediyorsun?”

“Hayır, anlamıyorsun. Şu yeni dönem dedikleri şey, sandığımız gibi olmayabilir.”

“Diğerlerinden ne farkı olabilir ki? Bu on beşinci olacak.”

Yatağın yanına uzandı. Dijital sigarasını ve çakmağını aldı.

“İster misin?”

“Hayır sağol. Şu an hissettiklerimin bozulmasını istemiyorum.”

Güldü.

“İyiydi dimi?”

“Mükemmeldi.”

“Hadi bana adresini ver.”

“Gerçekten yapamam. Ne ile karşılaşacağın konusunda hiçbir fikrin yok.”

“Önemi de yok,”dedi ve sigarasını içine çekti. Canı sıkılmış bir şekilde dumanı dışarı verdi. 

“Gerçekte nasıl birisin?” diye sordu.

“Buradaki gibi olmadığım kesin. Hem kim aynı ki?”

“Ben öyleyim.”

Şimdi gülme sırası bendeydi.

“Hadi ama kimse kendisi olamaz.”

“Ben öyleyim ve birazdan çıkacağım. “ Saatine baktı. “44 saat kalmış. Eğer yaşadığın yer bana çok uzaksa sana yetişemeyebilirim.”

Ayağa kalktı ve camın kenarındaki masanın yanına gitti. Bulduğu öylesine bir kağıda bir şeyler yazdı ve bana getirdi.

“Al bu benim adresim ve telefon numaram. Gel beni bul veya buradan çıkmaya karar verirsen ara ben gelirim. Şimdi çıkıyorum Nyks. Seni gerçekten sevdim.”

Dudakları dudaklarıma yapıştı. Öpüşmemiz o kadar uzun sürmüştü zaman kavramımı kaybettim. Hiç bitmesin istiyordum. Sonra aniden çekildi üstümden. Yatağın kenarına geçti ve göz kırptı. Bir an sonra ise yoktu. Dijitalden çıkmıştı. Elimde bir adres ve bir numara ile öylece kalakaldım.

Camın yanına geçtim ve dışarı baktım. Uzun uzun düşündüm. Renkli şehir, pembe ve mavi neonlar, yeni dönem için çıldıran, şehvet ve zevk içinde yuvarlanan insanlar. Hayır, bu şekilde bitemez.

Dijitalden çıktım. Etraf leş gibi kokuyordu. Bağlantı gözlüklerimi çıkardım ve yanda bulunan bir tuşla yatağın arkasını dik konuma getirdim. İçerideyken sondam dolmuş, torbası patlamış ve idrar dışarı taşmıştı. Rezillik.

Yakınımdaki tekerlekli sandalyeye uzandım ve oturabileceğim bir konuma getirdim. Kendimi sandalyenin üstüne yerleştirdikten sonra patlak torbayı aldım ve çöpe attım. Dolaptan yeni bir tanesini alırken elimde çok az kaldığını fark ettim.

Telefona sarıldım ve medikal marketin numarasını çevirdim. Ahizeyi bilgisayarımın ses çıkış bölümüne yerleştirdim. Yazmaya hazırdım. Kimse açmıyordu. Camdan dışarı baktım. Sokaklar bomboştu. Çöplere günlerdir dokunulmamış, arabalar gelişi güzel ortada bırakılmıştı. Dünyadaki herkes dijitaldeydi. Sanki hayvanlar bile oradaydı.

Bir gariplik vardı. Çöpleri karıştıran kediler olmalıydı, ağaçlarda kargalar. Etraf o kadar sessizdi ki, rüzgarı duyabiliyordum.

Eczaneleri de kapatmamışlardır herhalde diye düşündüm. Hemen nöbetçi olanı bulup aradım. Yine cevap yoktu.

Gerçekte olduğunu bildiğim tek kişiyi, Sirena’yı arayabilirdim. Adresini düşündüm. Bulunduğum yere bir saat mesafedeydi. Çağırsam gelir miydi? Öyle yapacağını söylemişti. Numarasını çevirmeye başladım ama bir an sonra vazgeçtim. Bilgisayarın dijital sesini duyduğunda ne olacaktı? Peki ya beni gördüğünde?

Dijitale geri dönebilirdim. Gerçekte olanları unutup, Sirena’yı unutup oraya geçebilirdim. Sonra herkes gibi ben de beklerdim. Yeni dönem başlar ve her şey eskisi gibi olurdu. Sadece o gelmeyecekti. Hayır, yokluğuna katlanamam.

Hızlıca bir mesaj attım ve adresimi verdim. Sonuna da ben Nyks diye ekledim. Gerçekten gelir miydi?

Burnuma kötü kokular gelince hatırladım. Etrafa yayılan idrarı temizlemeliydim. Hemen bir bez buldum. Sandalyemden aşağı kaydım ve yere uzandım. Tek kolumun üstünde bezle silmeye çalıştım ve olan oldu. Pisliğin içinde yüzüstü yatıyordum. Kollarım eskisi kadar kuvvetli değildi.

Duşa girdim ve üstümdekileri değiştirdim. Hiçbir şey yapmadan beklemek en iyisiydi. Zaten beni görür görmez kaçıp gidebilirdi. Etrafı temizlemenin ne anlamı vardı ki?

Zaman hem dışarıda hem de içimde durmuştu. Dakikalar geçiyordu ve neredeyse bir saat olmuştu.

Gelmeyecek, gelmeyecek.

En iyisi yatağa geri dönüp tekrar dijitale girmekti. Birisi kapıyı mı çaldı?

Evet. Gerçekten birisi kapıya vurmuştu ve şimdi tekrar vuruyordu. Sandalyemin tekerleklerini çevirdim. Derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım.

İşte karşımdaydı. Neredeyse dijitaldeki ile aynıydı. Kısa sarı saçlarını dikmemişti ve üzerinde gösterişli kıyafetler yerine kirli yırtık bir kot pantolon, bir tişört ve deri bir ceket vardı.

“Nyks,” dedi.

Çok şey söylemek istiyordum ama söyleyemiyordum. Elimle bir işareti yaptım ve masanın üstünde duran bilgisayarı aldım. Hızla tuşlara tıkladım. Dijital ses benim yerime konuştu.

“Sirena.”

Gülümsedi.

“Dijitaldeki kadar esprili bir kız… Şey yani bir adamsın.”

“Üzgünüm.”

“Önemli değil. Kimse gerçek değil orada. Bunun farkındaydım. Aslında herkes biliyor ama kimse görmek istemiyor.”

“İçeri girmek ister misin?” Yazdım.

“Tabii."

“Bir şey ikram etmek isterdim ama hiçbir şey kalmamış. Üzgünüm. Seni sürekli hayal kırıklığına uğratıyorum.”

“Takma kafana. Hem sana göstereceklerim çok daha önemli. Bence burada bile durmamalıyız, dışarı çıkmalıyız.”

“Bana bir şey söylemek istiyordun Dijital’de. Neydi o?”

Cebinden bir kaç kağıt çıkardı.

“Buna hazır mısın, bilmiyorum. Öğrendiğinde ne yapacaksın onu da bilmiyorum ama yine de göstereceğim sana. Tek başıma olmak istemiyorum Nyks. Tek başıma olmak istemiyorum.”

Neredeyse ağlamak üzereydi. Kağıtları bana uzattı. Elime aldım ve okumaya başladım.

Şirket içi yazışmalardı. Dünyayı terk etmekten, herkes için yeterli zaman olmadığından bahsediyordu. İlk başta anlam veremedim. Sonra yazılanların anlamsız olabileceğini veya bir çeşit şaka olabileceğini düşündüm.

“Sadece bunlar bir şey ifade etmiyor,” yazdım ve bilgisayar benim yerime seslendirdi.

“Benimle gel,” dedi. “Benimle gel ve sana göstereyim.”

“Tamam.”

Üzerime bir mont aldım ve hazır olduğumu belli edecek şekilde kafamı salladım. Şimdi güzel vücuduyla önümde yürümek yerine sandalyemi itiyordu. Sokakta duran güzel bir spor arabanın yanında durduk. Kapısını açtı ve beni kucakladığı gibi koltuğa oturttu. Sandalyemi arkaya koydu ve direksiyona geçti.

Kucağımdaki bilgisayarda yazmaya başladım. “Nereye gidiyoruz? Bana ne göstereceksin?”

“Önce bir markete uğrayalım. Kendimize yiyecek bir şeyler alalım. Sonra görürsün.”

“Her yer kapalı. Herkes Dijital’de. Sanki dünya durmuş gibi.”

“Biliyorum. Bak ne yapacağım.”

Arabayı yavaşlattı ve park halindeki diğer arabaların üstüne sürmeye başladı. Bir sağ taraftakilere bir sol taraftakilere sürtüyorduk. Ardından kaldırıma çıktık. Kapıya sıkıca tutundum.

Çöp kutusuna çarptık. Çarpmamızla havaya fırlayıp üstümüzden geçmesi bir oldu. Etrafta kimse yoktu. Kimsenin umurunda değildi. İstediğimizi yapıyorduk. Herkes bağlıydı. Gerçekliği bırakıp, Dijital’de yeni dönemi bekliyorlardı.

Bir marketin önünde durduk.

“Hemen gelirim,” dedi ve gitti. Dakikalar sonra bir market arabasını ağzına kadar doldurmuş olarak çıktı dışarı. Hepsini bagaja attı ve yanıma oturdu yine.

“Şimdi Seyir Tepesine çıkacağız,” dedi.

Yıllardır gitmediğim bir yerdi. Gerçeği söylemek gerekirse çok uzun süredir evden de çıkmamıştım.

Tepeye vardığımızda beni tekrar sandalyeme bıraktı ve itmeye başladı. İçerisine bozuk para atıldıktan sonra çalışan teleskopların önünde durduk.

“Bak Nyks.”

“Nereye? Manzaraya mı? Teleskoplara mı?”

Aletlerden birine bozuk para attı ve bana döndü.

“Günlerdir geliyorum buraya sen de bak hadi.”

Gözümü dayadım ve baktım. Bir gök cismi görüyordum. Ay’a benziyordu.

“Ay mı?” diye sordum.

“Kesinlikle değil.”

“Ne peki? Bir gezegen mi?”

“Hayır, bir göktaşı ve giderek yaklaşıyor.”

Öylece kalakaldım. Hani şu dinozorları yok ettiği söylenen türden bir şey miydi? Belki de daha küçüktür. Belki bir zararı yoktur. Şaşkın bakışlarımı gördü.

“Evet. Düşündüğün gibi, dünyaya çarpacak ve sonra…”

“Herkes dijitalde ve kimsenin haberi yok mu?”

“Bence yok. Haberi olanlar da gitmişler.”

“Nereye?”

“Bilmiyorum. Dünya’yı terk etmişlerdir.”

“Ya biz?”

“Biz kimsenin umurunda değiliz. İnsanlar Dijital’de yeni dönemin geldiğini düşündüğü anda…”
Cümleyi tamamlayamadı.

“Ne yapacağız? 36 saat kalmış,” diye yazdım bilgisayara.

“Yiyeceğimiz var. Sen ve ben buradayız.”

Elimi tuttu. Teni tenime belki de ilk defa temas etti. Gerçek sıcaklığını hissettim.

“Seni seviyorum,” dedi bana. Gözlerim doldu. Evet, orada kalmalıydık. Birbirimize sarılmalı ve beklemeliydik.

“Ben de,” yazdım. 

Dudaklarıma yapıştı ve dakikalarca öpüştük. Yanımda bir banka oturdu. Elimi sıkıca kavradı ve beklemeye başladık. Kaçınılmaz sonu, önümüzdeki tek gerçeği.




Gece yarısını henüz geçmişti ama insanların, sanilerin ve kırmaların gürültüsü hala sokaklarda yankılanıyordu. Ay her zamankinden daha parlak geldi gözüme. Zaten onlar geldikten sonra her şey bir farklı olmuştu. Üstünde çalıştığım çer çöp, sokaklar ve hatta yıldızlar.

Dinlenme vaktim gelmişti. Böyle hissettiğimde her zaman Keçi’nin Yeri’ne giderim. Evet, doğru tahmin ettin, bir bar. Hani şu ayak üstü içki içtiğin ufak leş mekânlardan biri işte. Hava aydınlanmaya başladığı zaman kepenkleri indirip karardığında tekrar açan türden. Evimden bile daha çok zaman geçirdiğim yer.

“Hoş geldin dedektif.”

“Bana şöyle demekten vazgeçsen artık. Sıradan bir polisim işte.”

“Zor bir gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”

Kafamı kaldırıp gülümseme numarası yapacak kadar bile gücüm kalmamıştı. Barın önündeki ilk tabureye attım kendimi.

“Her zamankinden mi?” diye sordu.

“Lütfen.”

Elinde tuttuğu bezi bardağın içinde bir kez daha çevirdikten sonra barın altına eğildi ve viski şişesini tezgâha bıraktı. Olduğu yerden hiç kıpırdamadan bir kolunu arkaya uzattı. Özel tasarım olduğunu milyon defa söylediği kare bardağı alıp önüme koydu.

“Biliyor musun dedektif, bu bardaklar…”

“Evet, evet.”

“Yok olmayacak. Senin günün gerçekten boktan geçmiş. Bu sefer hangi pislikleri karıştırdın?”

“Bilmek istemezsin.”

“Sen öyle diyorsan.”

Gördüğün gibi dünya ne kadar değişirse değişsin barmenler asla değişmez. Olan bitenden her zaman haberdar olmak isterler. “Öyle diyorum salak, pislik pisliktir işte,” demek istedim ama Keçi ile uğraşacak halim yoktu. Hem zaten benden uzun, benden kaslı bir adamla neden uğraşmak isteyeyim ki?

Boş duran bardağı işaret ettim ve cebimden biraz Moli tütünü çıkardım. Ben sarmayı bitirene kadar içkim hazırdı.

“Şu lanet şeyi burada içmesen. İnsan gibi bir tütün alsan olmaz mı?”

“Ne o? Artık sen de mi Sani karşıtı oldun?”

“Beni tanıyorsun dedektif, buraya para bırakan kimsenin karşısında olmam ben. İster Sani olsun, ister insan, ister kırma. Yeter ki kasayı doldursunlar. Ama işte sen bari o haltı içmesen.”

“Şimdi de annem mi oldun, Keçi.”

“Sana da bir şey söylenmiyor.”

“Hadi ama, biraz kafa dinlemeye geldim. Senin bebek yüzünle sohbet etmeye değil.”

“Söylediklerine dikkat etsen iyi olur.”

Keçi, kendisine bebek yüzlü denmesinden nefret ederdi. Sırf o şekilde hitap edilmemesi için bir sakal kondurmuştu çenesine ama o da işe yaramamıştı. Bu arada, keçi isminin sakaldan mı yoksa inatçılığından mı geldiğini gerçekten bilmiyorum. Her türlü, devasa barmeni tanımlayan bir lâkap işte.

Bir yudum ateş suyu ve biraz duman. Sonunda gözlerimi biraz da barın içinde dolaştırabildim. Klasik polis refleksi ile etrafı kolaçan etmek de diyebiliriz. Arkada bir masada iki Sani oturmuş dik dik bana bakıyordu.

Sanki dünya yeterince kalabalık bir yer değilmiş gibi bir de bu bilmem ne gezegeninden gelen mültecilerle uğraşıyorduk. İlk geldikleri zamanı saymazsak çok sorun olmamışlardı. Kırılgan kemikleri, soğuğa dayanıklı derileri ile pek savaşçı bir yapıya sahip değillerdi. O dönemde, insanların korkuları yüzünden birer hayvan gibi avlanmışlardı ama sonra kurallara uyabilen hayvanlar oldukları anlaşıldı da katliam sona erdi.

Tekrar Keçi’ye döndüm.

“Öyle bağıra bağıra dedektif dersen hiç istemediğim dikkatleri üstüme çekmeyi başarırsın işte.”

“Bence ondan bakmıyorlar sana.”

“Neden bakıyorlar peki?”

Parmağıyla montuma dokundu.

“Ne bu eski şey yüzünden mi? Savaş zamanından kalma.” Son cümlemi özellikle bağırarak söyledim ki, duysunlar. Cani değiliz sonuçta. Hem zaten artık Sani derisinden kıyafet yapmak da yasak.

Aslında hep bir trençkotum olsun isterdim. Hani şu antika filmlerdeki dedektiflerin giydiğinden. Şimdilerde o tarz kıyafetler bulmak hem zor hem pahalı. İçki ve tütüne vermek varken neden antika bir kıyafete harcayacaktım ki paramı?

Viskimi tek seferde bitirdim. Arka masadan gelen Sani dilinin gürültülü ve boğuluyormuşçasına tonundan rahatsız oluyordum. Göz kapaklarımın ise kurşun gibi  ağırlaştığını hissedebiliyordum.

Giderek artan gerginliğime son noktayı Sani'lerin birbirine çarpan vücutları koydu. İki kalın, sert derinin çarpışması. Ölen bir Sani’nin betona düşmesi sırasında çıkan ses ile iki tanesinin birbirlerine çarpması arasında hiç fark yoktu. Aynı tok ses.

Daha fazla dayanamayacağımı anlayıp ayağa fırladım. Para çıkarmak için elimi montumun cebine attığım sırada Keçi beni durdurdu.

 “Hadi ama senden para almadığımı biliyorsun.”

“Biraz önce kasa dolsun diyordun.”

“Lafın gelişi söyledim. Bu arada istersen arka tarafta yatabilirsin, sana her zaman açık.”

“Sağol. Biraz hava alıp, dönerim.”

Dışarı çıktığımda sokaklar biraz sakinleşmişti. Gürültüler azalmış, insanlar ve Saniler evlerine çekilmişti. Etraf kırmalara kalmıştı. Şimdi soracaksın kırmaları nasıl anlıyorsun diye. Çok basit. İnsan ve Sani çiftleşmesinden çıkacak iki olasılık vardı. Lacivert ten rengi ve sağlam kemikler, insan derisi ama kırılgan kemikler. Derilerinden farkı görmemek imkansızdır zaten. Kemikleri anlamak için de süper destekli ayakkabılarına bakmak yeterli olur. Eh, her manyaklığın bir getirisi bir de götürüsü oluyor demek ki.

Çevrede ne kadar dolaştığımı hatırlamıyordum. Hava aydınlanmak üzereyken karakola yürümeye karar verdim. Sabah erkenden işe başlarsam biraz övgü alırdım herhalde. Henüz birkaç sokak ve bir caddeyi geçmiştim ki, kırmızı mavi lambaların ışığını fark ettim. Hemen karşımdaki çıkmazı kapatmışlardı.

Çektikleri bantlara bakılırsa bir cinayet vakası daha olabilir. Hay aksi. Patron beni defalarca aramıştır kesin.

Hızlı adımlarla yolun karşısına geçtim. Birkaç meraklı göz olayı izlerken memurlar da incelemelerini yapmaya çalışıyordu. İnsanların arasından geçip diğerlerinin yanına ulaşmaya çalıştım ama bir polis memuru tarafından durduruldum. Beni fark eden olay yeri inceleme hemen müdahale etti.

“Bırak gelsin. O bizim uzmanımız.”

Beni yüzlerinde memnun bir gülümsemeyle karşıladılar.

“Eee, dedektif bak bakalım olay nasıl olmuş? Ne düşünüyorsun?” diye sordu içlerinden biri. Yerde yatan kırmanın cesedine baktım.

“12 bıçak darbesi. İyice bakarsanız, bir şeyin çalınmadığını göreceksiniz. Bu vahşice işlenmiş bir nefret cinayeti. Bunu yapan her kimse kırmalardan nefret ediyor olmalı.”

“İyi tahmin,” dedi memurlardan  bir tanesi. Diğeri de onu desteklercesine gevrek bir şekilde güldü.

“Şef bu işi bana verecektir kesin. Ben biraz etrafta dolaşıp, gören duyan birileri var mı bakayım.”

“Bak bakalım. Kesin senindir bu dosya.”

Hava kararana kadar etrafta dolaştım. İnsanlara sorular sordum. Tahmin et sonuç ne oldu? Koca bir hiç. Kimse bir şey görmemiş, kimse bir şey duymamış. Eh yapacak bir şey yok. Ben gerekli bilgileri verdim. Biraz da adli tıp uğraşsın.

Yine Keçi’nin Yeri’ne uğradım.

“Erkencisin dedektif.”

“Evet.”

“İstersen arkaya geçip biraz uyu. Gözlerin mosmor olmuş. Bitmişsin sen artık.”

“Bir duble viski koy. Bu akşam artık mekanıma gitmek istiyorum.”

“Mekanını çok başıboş bıraktın bu aralar. Gitsen iyi olabilir. Belki biraz uyursun.”

“Belki. Birkaç sokak ötede cinayet işlenmiş. Yine bir kırma.”

“Artık hiçbir yer güvenli değil. Bu hafta ikinci oluyor bu.”

Sanki eskiden güvenliydi. Ayyaşlar, serseriler hep buralardaydı. Şimdi bir de Saniler ve Kırmalar var. Kendi pisliğimiz yetmiyormuş gibi kendi gezegeninden kaçanlarla da uğraşıyoruz. Savaş yılları daha kolaydı. Düşman bir taneydi, sadece gökyüzünden geliyorlardı. İndikleri yerde avla ve iş bitsin. Şimdi ise her yerdeler, içimizdeler. Hangisi suçlu, hangisi masum?

İşte bir gece önceki iki Sani yine aynı masadalar. Yine dik dik bana bakıyorlar. Bunlar hiç akıllanmayacaklar. Neyse kafayı takmamak lazım. İçkini iç ve mekana dön.

Viskimden henüz bir yudum almıştım ki, bardan içeri daha fazla mavi derili girdi. Selamlaşma törenleri başladı bile. Gürültülü konuşmalar, birbirine vuran vücutlar. Yüzlercesi düşmüştü ilk geldiklerinde. O kalın derilerinin yerle buluştuğu an çıkan o tok ses, kulaklarımdan bir türlü atamadığım, ölümün sesi... Kulaklarımdan ve beynimden hiç gitmeyecek.

Bar taburesinde içim geçmiş olmalı ki Keçi’nin sesi ile kendime geldim.

“Dedektif, dedektif,” diye bağırıyordu.

“Bağırmana gerek yok,” dediğim sırada gözümün önündeki kırmızılığı silmeye çalışıyordum. Elimde savaş zamanında kalma bir bıçak ve tamamen kana bulanmış durumda. Bacaklarımın arasına alıp üstüne oturduğum kırmanın cansız yüzüne baktım. Delik deşik olmuştu. Sonra hatırladım. Tam 11 olmuştu. Son bir kez daha bıçağımı sapladım ve çıkardım. Arka cebimde duran eski bir deri parçası ile güzelce temizledim.

“Ne yaptın sen?” diye bağırdı Keçi.

“Cinayetleri çözmeye çalışıyorum. Ben polis memuruyum. Yaklaşma.”

“İyice kafayı yemişsin. Çabuk çekil o adamın üstünden.”

Sert bir darbe ile beni bir kenara attı. Uyudum mu? Uyandım mı? Bilmiyorum. Gözlerimi açık tutmaya çalıştım ama çok zorlanıyordum. En son ne zaman kapanmışlardı ki? Çöp kutularının arkasında kartonların üzerinde mi uyumuştum bundan önce. Mekanım.

Bir an nefessiz kaldım. İri barmen göğsüme oturmuştu.

“Şimdi polisi arıyorum.”

“Hayır, hayır gerek yok,” diyebildim zorla.

“Seni aptal münzevi. Gazisin diye sana iyi davrandık. Bak sen ne işler çeviriyormuşsun.”
Artık uyuyabilirdim.

“Ben,” diyebildim gözlerim kapanmadan önce.  “Ben, dedektif.”