katil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
katil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Gece yarısını henüz geçmişti ama insanların, sanilerin ve kırmaların gürültüsü hala sokaklarda yankılanıyordu. Ay her zamankinden daha parlak geldi gözüme. Zaten onlar geldikten sonra her şey bir farklı olmuştu. Üstünde çalıştığım çer çöp, sokaklar ve hatta yıldızlar.

Dinlenme vaktim gelmişti. Böyle hissettiğimde her zaman Keçi’nin Yeri’ne giderim. Evet, doğru tahmin ettin, bir bar. Hani şu ayak üstü içki içtiğin ufak leş mekânlardan biri işte. Hava aydınlanmaya başladığı zaman kepenkleri indirip karardığında tekrar açan türden. Evimden bile daha çok zaman geçirdiğim yer.

“Hoş geldin dedektif.”

“Bana şöyle demekten vazgeçsen artık. Sıradan bir polisim işte.”

“Zor bir gün geçirdin herhalde, yine tersosun.”

Kafamı kaldırıp gülümseme numarası yapacak kadar bile gücüm kalmamıştı. Barın önündeki ilk tabureye attım kendimi.

“Her zamankinden mi?” diye sordu.

“Lütfen.”

Elinde tuttuğu bezi bardağın içinde bir kez daha çevirdikten sonra barın altına eğildi ve viski şişesini tezgâha bıraktı. Olduğu yerden hiç kıpırdamadan bir kolunu arkaya uzattı. Özel tasarım olduğunu milyon defa söylediği kare bardağı alıp önüme koydu.

“Biliyor musun dedektif, bu bardaklar…”

“Evet, evet.”

“Yok olmayacak. Senin günün gerçekten boktan geçmiş. Bu sefer hangi pislikleri karıştırdın?”

“Bilmek istemezsin.”

“Sen öyle diyorsan.”

Gördüğün gibi dünya ne kadar değişirse değişsin barmenler asla değişmez. Olan bitenden her zaman haberdar olmak isterler. “Öyle diyorum salak, pislik pisliktir işte,” demek istedim ama Keçi ile uğraşacak halim yoktu. Hem zaten benden uzun, benden kaslı bir adamla neden uğraşmak isteyeyim ki?

Boş duran bardağı işaret ettim ve cebimden biraz Moli tütünü çıkardım. Ben sarmayı bitirene kadar içkim hazırdı.

“Şu lanet şeyi burada içmesen. İnsan gibi bir tütün alsan olmaz mı?”

“Ne o? Artık sen de mi Sani karşıtı oldun?”

“Beni tanıyorsun dedektif, buraya para bırakan kimsenin karşısında olmam ben. İster Sani olsun, ister insan, ister kırma. Yeter ki kasayı doldursunlar. Ama işte sen bari o haltı içmesen.”

“Şimdi de annem mi oldun, Keçi.”

“Sana da bir şey söylenmiyor.”

“Hadi ama, biraz kafa dinlemeye geldim. Senin bebek yüzünle sohbet etmeye değil.”

“Söylediklerine dikkat etsen iyi olur.”

Keçi, kendisine bebek yüzlü denmesinden nefret ederdi. Sırf o şekilde hitap edilmemesi için bir sakal kondurmuştu çenesine ama o da işe yaramamıştı. Bu arada, keçi isminin sakaldan mı yoksa inatçılığından mı geldiğini gerçekten bilmiyorum. Her türlü, devasa barmeni tanımlayan bir lâkap işte.

Bir yudum ateş suyu ve biraz duman. Sonunda gözlerimi biraz da barın içinde dolaştırabildim. Klasik polis refleksi ile etrafı kolaçan etmek de diyebiliriz. Arkada bir masada iki Sani oturmuş dik dik bana bakıyordu.

Sanki dünya yeterince kalabalık bir yer değilmiş gibi bir de bu bilmem ne gezegeninden gelen mültecilerle uğraşıyorduk. İlk geldikleri zamanı saymazsak çok sorun olmamışlardı. Kırılgan kemikleri, soğuğa dayanıklı derileri ile pek savaşçı bir yapıya sahip değillerdi. O dönemde, insanların korkuları yüzünden birer hayvan gibi avlanmışlardı ama sonra kurallara uyabilen hayvanlar oldukları anlaşıldı da katliam sona erdi.

Tekrar Keçi’ye döndüm.

“Öyle bağıra bağıra dedektif dersen hiç istemediğim dikkatleri üstüme çekmeyi başarırsın işte.”

“Bence ondan bakmıyorlar sana.”

“Neden bakıyorlar peki?”

Parmağıyla montuma dokundu.

“Ne bu eski şey yüzünden mi? Savaş zamanından kalma.” Son cümlemi özellikle bağırarak söyledim ki, duysunlar. Cani değiliz sonuçta. Hem zaten artık Sani derisinden kıyafet yapmak da yasak.

Aslında hep bir trençkotum olsun isterdim. Hani şu antika filmlerdeki dedektiflerin giydiğinden. Şimdilerde o tarz kıyafetler bulmak hem zor hem pahalı. İçki ve tütüne vermek varken neden antika bir kıyafete harcayacaktım ki paramı?

Viskimi tek seferde bitirdim. Arka masadan gelen Sani dilinin gürültülü ve boğuluyormuşçasına tonundan rahatsız oluyordum. Göz kapaklarımın ise kurşun gibi  ağırlaştığını hissedebiliyordum.

Giderek artan gerginliğime son noktayı Sani'lerin birbirine çarpan vücutları koydu. İki kalın, sert derinin çarpışması. Ölen bir Sani’nin betona düşmesi sırasında çıkan ses ile iki tanesinin birbirlerine çarpması arasında hiç fark yoktu. Aynı tok ses.

Daha fazla dayanamayacağımı anlayıp ayağa fırladım. Para çıkarmak için elimi montumun cebine attığım sırada Keçi beni durdurdu.

 “Hadi ama senden para almadığımı biliyorsun.”

“Biraz önce kasa dolsun diyordun.”

“Lafın gelişi söyledim. Bu arada istersen arka tarafta yatabilirsin, sana her zaman açık.”

“Sağol. Biraz hava alıp, dönerim.”

Dışarı çıktığımda sokaklar biraz sakinleşmişti. Gürültüler azalmış, insanlar ve Saniler evlerine çekilmişti. Etraf kırmalara kalmıştı. Şimdi soracaksın kırmaları nasıl anlıyorsun diye. Çok basit. İnsan ve Sani çiftleşmesinden çıkacak iki olasılık vardı. Lacivert ten rengi ve sağlam kemikler, insan derisi ama kırılgan kemikler. Derilerinden farkı görmemek imkansızdır zaten. Kemikleri anlamak için de süper destekli ayakkabılarına bakmak yeterli olur. Eh, her manyaklığın bir getirisi bir de götürüsü oluyor demek ki.

Çevrede ne kadar dolaştığımı hatırlamıyordum. Hava aydınlanmak üzereyken karakola yürümeye karar verdim. Sabah erkenden işe başlarsam biraz övgü alırdım herhalde. Henüz birkaç sokak ve bir caddeyi geçmiştim ki, kırmızı mavi lambaların ışığını fark ettim. Hemen karşımdaki çıkmazı kapatmışlardı.

Çektikleri bantlara bakılırsa bir cinayet vakası daha olabilir. Hay aksi. Patron beni defalarca aramıştır kesin.

Hızlı adımlarla yolun karşısına geçtim. Birkaç meraklı göz olayı izlerken memurlar da incelemelerini yapmaya çalışıyordu. İnsanların arasından geçip diğerlerinin yanına ulaşmaya çalıştım ama bir polis memuru tarafından durduruldum. Beni fark eden olay yeri inceleme hemen müdahale etti.

“Bırak gelsin. O bizim uzmanımız.”

Beni yüzlerinde memnun bir gülümsemeyle karşıladılar.

“Eee, dedektif bak bakalım olay nasıl olmuş? Ne düşünüyorsun?” diye sordu içlerinden biri. Yerde yatan kırmanın cesedine baktım.

“12 bıçak darbesi. İyice bakarsanız, bir şeyin çalınmadığını göreceksiniz. Bu vahşice işlenmiş bir nefret cinayeti. Bunu yapan her kimse kırmalardan nefret ediyor olmalı.”

“İyi tahmin,” dedi memurlardan  bir tanesi. Diğeri de onu desteklercesine gevrek bir şekilde güldü.

“Şef bu işi bana verecektir kesin. Ben biraz etrafta dolaşıp, gören duyan birileri var mı bakayım.”

“Bak bakalım. Kesin senindir bu dosya.”

Hava kararana kadar etrafta dolaştım. İnsanlara sorular sordum. Tahmin et sonuç ne oldu? Koca bir hiç. Kimse bir şey görmemiş, kimse bir şey duymamış. Eh yapacak bir şey yok. Ben gerekli bilgileri verdim. Biraz da adli tıp uğraşsın.

Yine Keçi’nin Yeri’ne uğradım.

“Erkencisin dedektif.”

“Evet.”

“İstersen arkaya geçip biraz uyu. Gözlerin mosmor olmuş. Bitmişsin sen artık.”

“Bir duble viski koy. Bu akşam artık mekanıma gitmek istiyorum.”

“Mekanını çok başıboş bıraktın bu aralar. Gitsen iyi olabilir. Belki biraz uyursun.”

“Belki. Birkaç sokak ötede cinayet işlenmiş. Yine bir kırma.”

“Artık hiçbir yer güvenli değil. Bu hafta ikinci oluyor bu.”

Sanki eskiden güvenliydi. Ayyaşlar, serseriler hep buralardaydı. Şimdi bir de Saniler ve Kırmalar var. Kendi pisliğimiz yetmiyormuş gibi kendi gezegeninden kaçanlarla da uğraşıyoruz. Savaş yılları daha kolaydı. Düşman bir taneydi, sadece gökyüzünden geliyorlardı. İndikleri yerde avla ve iş bitsin. Şimdi ise her yerdeler, içimizdeler. Hangisi suçlu, hangisi masum?

İşte bir gece önceki iki Sani yine aynı masadalar. Yine dik dik bana bakıyorlar. Bunlar hiç akıllanmayacaklar. Neyse kafayı takmamak lazım. İçkini iç ve mekana dön.

Viskimden henüz bir yudum almıştım ki, bardan içeri daha fazla mavi derili girdi. Selamlaşma törenleri başladı bile. Gürültülü konuşmalar, birbirine vuran vücutlar. Yüzlercesi düşmüştü ilk geldiklerinde. O kalın derilerinin yerle buluştuğu an çıkan o tok ses, kulaklarımdan bir türlü atamadığım, ölümün sesi... Kulaklarımdan ve beynimden hiç gitmeyecek.

Bar taburesinde içim geçmiş olmalı ki Keçi’nin sesi ile kendime geldim.

“Dedektif, dedektif,” diye bağırıyordu.

“Bağırmana gerek yok,” dediğim sırada gözümün önündeki kırmızılığı silmeye çalışıyordum. Elimde savaş zamanında kalma bir bıçak ve tamamen kana bulanmış durumda. Bacaklarımın arasına alıp üstüne oturduğum kırmanın cansız yüzüne baktım. Delik deşik olmuştu. Sonra hatırladım. Tam 11 olmuştu. Son bir kez daha bıçağımı sapladım ve çıkardım. Arka cebimde duran eski bir deri parçası ile güzelce temizledim.

“Ne yaptın sen?” diye bağırdı Keçi.

“Cinayetleri çözmeye çalışıyorum. Ben polis memuruyum. Yaklaşma.”

“İyice kafayı yemişsin. Çabuk çekil o adamın üstünden.”

Sert bir darbe ile beni bir kenara attı. Uyudum mu? Uyandım mı? Bilmiyorum. Gözlerimi açık tutmaya çalıştım ama çok zorlanıyordum. En son ne zaman kapanmışlardı ki? Çöp kutularının arkasında kartonların üzerinde mi uyumuştum bundan önce. Mekanım.

Bir an nefessiz kaldım. İri barmen göğsüme oturmuştu.

“Şimdi polisi arıyorum.”

“Hayır, hayır gerek yok,” diyebildim zorla.

“Seni aptal münzevi. Gazisin diye sana iyi davrandık. Bak sen ne işler çeviriyormuşsun.”
Artık uyuyabilirdim.

“Ben,” diyebildim gözlerim kapanmadan önce.  “Ben, dedektif.”



Sözleşmeyi imzalarken ne düşünüyordum ki? Tabii ki, terfimi. Alacağım fazladan parayı, göreceğim saygıyı. Bakalım terfi için verilen görev kutusundan bana ne çıkacak?

Bundan tam 10 yıl önce bugün, serin bir mayıs sabahında işe başlamıştım. Özel sektördeki tüm işlerin robotlar, robotumsular veya adına her ne diyorlarsa onlarla doldurulduğu bir dönemdi. Bizim gibilerin tek seçeneği devlet memuru olmaktı ve ben de öyle yapmıştım. Sınavlar, yetenek testleri, mülakatlar derken kendimi on binlerce kişi ile aynı işi yaparken bulmuştum. Önümüze getirilen dosyaları sistemlere girmek.

İnanılmaz değil mi? Her gün yüz binlerce kişi, milyarlarca harfi ve rakamı klavyede tuşluyor ve ağın derinliklerinde bir yere gönderiyor. Dosya dosya masalarda duran kağıtlarda ne yazıyor, girdiğimiz veriler nereye gidiyor hiç bilmiyorum. Anlamsız bir iş. Bir sürü kelime, sayı ve işaret kombinasyonu bana ve diğerlerine bir şey ifade etmiyor.

Şimdi soracaksın, bu kadar süre orada neden çalıştın? Ortam mı güzeldi? Aslına bakılırsa, çalıştığımız yere eşeği bağlasan durmaz. Önlü arkalı, sağlı sollu yerleştirilmiş bir sürü küp, büyük bir odaya tıkıştırılmış yüzlerce kişi ve hiç durmadan basılan tuşlardan çıkan garip bir gürültü.  Bunaltıcı mı? Tabii ki.

Ben yine de devam ettim, diğer herkes gibi. Çünkü son beş senedir o da küplerle dolu bu yerde çalışıyor. Saçları güneş kızılı, teni kar beyazı bir kız. Her sabah aynı zamanda çay alırız ve o her sabah bana günaydın der. Günümün en güzel anları. Yıllarca aynı yerde olmak için yeterli mi? Pekalâ, yalan söylemeyeceğim. Gonca, gerçekten çok güzel bir kız olabilir ama beni asıl tutan yapacak başka bir iş olmaması. Memur değilsen 5. Sektörün dışında bir yerlerde sürtersin. Hayatta kalmak için çöp toplar, etraftan bulduğun malzemelerle kendine bir gecekondu yapar yaşarsın. Herkesi burada yıllarca çalıştıran asıl mesele bu.

Az kalsın unutuyordum. Kutuyu, sahte bir gülümseme ile müdürün masasından aldım ve odadan çıktım. Halâ merak içindeydim. Terfi görevleri çok gizlidir. Kimse hakkında konuşmaz, şakasını bile yapmaz. Yazılanları veya söylenenleri yerine getirir. Sonrasında şef, lider her ne bok olacaksa o olur. Böyle konuşuyorum çünkü hayatımda ilk defa bu şeylerden aldım. İçinden çıkacakları bilmiyorum, ne yapacağımı bilmiyorum. Ama bulutların üstündeyim. Kolumun altındakini herkes görüyor.

Aslında 3. Koridordan yürüsem yerime daha yakın ama Gonca’nın yanından geçmek için 5. Koridora giriyorum. Ne de olsa yakında farklı bir görevim olacak. Küplerin içinde oturan 10 kişiden ben sorumlu olacağım. Alacağım para artacak. Hem belli mi olur belki kızıl da benim için çalışanlardan biri olur.

“Merhaba,” dedi arkamdan hiç tanımadığım bir ses.

Siktir ya. Yoksa bu o mu? Titreme hissi. Bu sadece içimde mi oldu yoksa gerçekten tüm vücudum onun önünde sallandı mı?

Sakin olmaya çalışarak sesin geldiği yöne döndüm ve gülümsedim.

“Tebrik ederim. Terfi kutusunu almışsın.”

Konuşan gerçekten kızılmış.

“Şşşey. Ev…ev…evet ben.” Saçmalama Ali, hiç zamanı değil. Hem sen çocukluğundan beri kekelemedin ki. Şimdi nereden çıktı bu?

“Umarım görevini başarırsın ve seni müdür olarak görürüz.”

“Yapabilirim,” diyebildim.

Sonunda elini sallayıp yerine oturdu da biraz rahatladım. Yapabilirim mi? Düşündükçe ne kadar saçma bir şey söylediğimin farkına vardım. Neyse bu durumu toparlayacak zamanım olur herhalde. En azından dikkatini çektim. Şimdi yerime geçip bana verilene bakma zamanı.

Bu durum resmen başka bir sınav. Karşına ne çıkacağını bilmiyorsun. İçimden bir ses, soruların çalışmadığım bir yerden geleceğini söylüyor. Siyah kutunun üzerine iliştirilmiş bir zarf. Hemen içinden çıkan kağıdı okuyorum.

“Evinize ulaşana kadar açmayın ve göreviniz hakkında kimse ile konuşmayın. Aksi takdirde terfiniz iptal edilecektir.”

Tabii ya, daha önce hiç oturduğu yerde bu şeylerden açanı görmedim. Hep düşünmüşümdür bu kadar önemli bir iş için neden akşama kadar beklerler. Demek ki, sebebi bu notmuş. Ne yapalım, gidene kadar bekleyeceğiz. Bir süre daha anlamsız şeyleri sisteme girmeye devam.

Heyecandan mıdır nedir, zaman su gibi akıp geçti. Servise doğru yola çıktığımda tekrar o güzel sesi duydum.

“İyi akşamlar, Ali.”

“Sana da,” dedim. Hem de kekelemeden. Eh, bu da bir gelişme. Bu hızla gidersek daha fazla konuşacağımız kesin.

Memur olmanın bir diğer faydası, 3 numaralı servis trenine binebiliyorsunuz. Eskiler ama devlet daireleri ile sektörler arasında hiç durmadan dolaşıyorlar ve iş görüyorlar. Beni yaklaşık yarım saatte eve bırakabiliyor. Bu sefer her zamankinden daha havalıyım. Kolumun altındaki sayesinde güvenim yerinde. Bakışların üzerimde olduğunu biliyorum.

Sonunda durağıma geldik. Etrafa gülümseyerek bakıyorum. Eğer kendimi durdurmasam tüm trene iyi akşamlar diyeceğim. Görevi tamamladıktan sonra görmeyeceğim ayakta dikilen onlarca insana son bir kez baktım. Diğer kademedekilerin bindiği servis trenlerinde koltuk olduğunu duymuştum. Bir sonraki sefer oturarak geleceğim.

Evim, güzel evim. Kendimi rahat hissettiğim 50 metrekarem. Ne oldu? Küçük mü geldi? Yalnız yaşayan devlet memurlarına verilen standart bir daire işte. Hem para, hem ulaşım, hem de öğlenleri yemek versinler ve sonra tüm bu imkanların üstüne büyük bir evde mi oturmamı sağlasın devlet? Şımarık olma lütfen.

Gelelim asıl meseleye. Madem bu kadar gizli olmasını istiyorlar, şu ışığı bir yakalım ve perdeleri kapatalım. Kutuyu açma zamanı geldi. Şekil bile yapmışlar. Mum mühürlü ip ile sarılmış. Kolay kopsa bari.

Ve tam tahmin ettiğim gibi başaramadım. İpi çekiştirmekten ellerim morardı resmen. Bir bıçakla tek seferde kestim ve hemen kapağı kaldırdım.

Bu da nereden çıktı şimdi? Bunlar benden ne istiyorlar?

Dolu bir şarjör, bir silah ve büyükçe bir zarf. Sanırım içerisinden bir not çıkacak ve şöyle yazacak:
“Kendini bu silahla öldür. Sen de kurtul, biz de kurtulalım.”

Gerçekten merak ettim. İçinde tek bir nottan fazlası olduğu kesin. Görelim bakalım görevimizi.
Bir adamın fotoğrafları, adam ile ilgili bir sürü bilgi ve uzunca bir mektup.

“Devletimizin, siz vatansever yurttaşlara daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır. Sizler çalıştıkça güçleniyor, büyüyor ve sizlere daha iyi imkanlar sunuyoruz.”

Falan filan. Bir takım güzellemeler ile devam ediyor.

“Polis güçlerimizin ve robotik devriyelerin de belli bir limiti vardır. Onların ulaşamadığı bilgilere, görevlere siz terfi ettirilecek vatandaşlarımız ulaşacak ve verilen görevleri yerine getireceksiniz.”

Of yeter artık. Görevim ne?

“Katiller, tecavüzcüler ve hırsızlardan oluşan bu kişileri ortadan kaldırarak hem insanlarımızı koruyacak hem de terfi alacaksınız. Ekte yer alan dokümanlardaki kişi sizin hedefinizdir. Gönderdiğimiz silah ve şarjör devletimize ait olup tamamlayacağınız görev tamamen yasaldır.”

Bakalım bana ne gelmiş. Fotoğraflar. Yakışıklı bir tip. Ne tür bir suçlu acaba? Hırsızlar mı yakışıklı olurdu yoksa katiller mi?

Adamımızın öz geçmişi. Ve tam isabet. 15 kişinin katili.

Şimdi anlıyorum, bütün bu terfi işlerinini neden büyük bir gizlilik içinde yürütüldüğünü. Düşünsene genel müdürlüğe kadar yükseliyorsun. En az üç terfi gerekir. Bu da üç görev demek. Bu da en az üç kişi demektir. Bilemiyorum, belki statü arttıkça öldürmen gerekenlerin sayısı da artıyordur. Bana bu görevi veren müdürümün kaç leşi var acaba?

Tamam. Kolay kısım bunları okumaktı. Peki şimdi nasıl yapacağım ben bu işi? Hadi adamı buldum diyelim nasıl öldüreceğim? Hayatımda kimseyi öldürmedim ki. Hatta bir sineği bile… Neyse buna inanmazsın zaten. Gece kafanın üzerinde vızıldayan bir sinekten daha kötü ne olabilir ki? Hiç dayanamam, yapıştırırım duvara.

Ve dip not: Görevi başarmak için bir hafta süreniz var. Bu süre boyunca idari izinli sayılacaksınız.

Hadi bakalım, önümde tam 7 günüm var. Düşünmek için iki, plan yapmak için iki gün harcasam, işi bitirmek için üç günüm kalır. Ya peki başaramazsam, ya vazgeçersem? Büyük ihtimalle aynı şekilde devam ederim. Sabah 8 akşam 5 iş, trende ayakta yolculuk ve 50 metrekare. Bir de kızıl benimle bir daha konuşmayabilir. Hangisi daha kötü? Katil olmak mı, bu hayata devam etmek mi?

Dur bir dakika. Bu ses kapı zilinden mi geliyor? O kadar uzun süredir çalmadı ki, pas tutup bir daha asla çalmayacağını düşünmeye başlamıştım. Tam da terfi görevi aldığım gün, tesadüf mü?
Silahı ve diğer şeyleri kutunun içine geri koydum ve hepsini yatağın altına ittirdim. Zil yine çaldı.

“Patlama geldim.”

Hırsla kapıyı açtım ve donakaldım.

“Merhaba Ali.”

Kekeleme, kekeleme, kekeleme…

“Mmmm”

“Kusura bakma seni rahatsız ettim ama şey aslında çok uzakta oturmuyorum. Sadece birkaç blok ötede. Belki birlikte bir çay içeriz diye düşünmüştüm.”

O düşünmüş ama benim kafam bir anda boşaldı. Hiçbir şey yok. Konuşamıyorum bile. En azından şaşkın suratımı toparlayayım. Zor da olsa gülümsedim.

“İçeri gelmez misin? Ben şey, daha yeni…”

“Çok özür dilerim. Ani oldu farkındayım ama uzun süredir görüyoruz  ve birbirimizi tanıma fırsatımız olmamıştı.”

Fırsat mı? Kendine gel oğlum. Fırsat ayağına geldi işte.

“Lü…lüt…lütfen içeri gel. Ben hemen bir çay koyayım. Dışarı çıkmaya gerek kalmaz. Oturur sohbet ederiz.”

Kenara çekildim ve o da minik ayaklarının üstünde içeri süzüldü. Ev zaten büyük değil. Oturacak yer belli, yatacak yer belli. Onun evinin de bundan farkı yoktur herhalde. Utanacak bir şey yok.

“Nasılsın Ali?”

“Sağ ol ya sen?”

“Ben de iyiyim işte. Bildiğin gibi.”

“Evet, bildiğim gibi terfi edeceksin. Bir şeyler içmeyecek miydik?”

“Şey, çay alır mıydın?”

Ses çıkarmadan kafasını salladı. Makine hazırda bekliyordu. Ben de hemen tuşuna bastım.

Bence bu kızın aklı benim geleceğim konumda. Saflığın alemi yok. Bugüne kadar tek kelime etmemiş ama bugün birden selam vermeler, evime gelmeler. Bu durumun bir ismi vardı galiba. Bir birliktelik çeşidiydi. Hatırladım. Karşılıklı çıkar ilişkisi. Ne yapalım? Eğer benimle yatacaksa durumu kabul edebilirim.

“Görevimi başarırsam, sıradan memurluktan bir üst seviyeye çıkacağım. Durumları biliyorsun.”

“Evet. Daha önce de terfi alan insanlar görmüştüm.”

Güzel bir sesin bu duvarların içinde yankılandığı ender günlerden biri. İzlediğim pornolardaki kızları saymazsak tabii. Aynı zamanda evimdeki en zeki dişi, benden kaçmayı başaran dişi sinekler yine istatistik dışı kalıyor.

“Peki, ne görev vermişler sana?” diye sordu.

“Söyleyemem. Bunu da duymuş olmalısın. Kimse görevinden bahsetmez.”

“Ah, evet. Unutmuşum.”

“Çayına şeker ister misin?”

“Bir tane alayım.”

Bardağı Gonca’ya uzattıktan sonra hemen yanına oturdum. O kadar yakındık ki, ona dokunmamak için kendimi zor tutuyordum. Birkaç yudum çaydan sonra ben de daha rahat konuşurum diye düşünüyordum ama öyle olmadı. Yine ağzımı açamadım.

“Umarım başarırsın ve senin ekibinde olurum. Kaç senedir birlikteyiz, her sabah selamlaşıyoruz. Hiç dikkatini çekmedim mi?”

İşte olacağı buydu. Konuya sen girmezsen o girer. Ama hoşuma gitmedi değil. Her şeyi karşı taraftan beklemiyor en azından.

“Çektin. Çekmez olur musun?”

Ne kadar güzel gülümsüyor.

“Yani, be…be…ben biraz çekingenim.”

“Evet. Fark ettim. Önemli değil. Bu sana tatlılık katıyor.”

Mantıklı bir şey söyle Ali. Hedefe yönelik bir şey söyle. Yatağa giden kapıları aç.

“Teşekkür ederim.”

Tamam, farkındayım. Sıçtım. Ama bence hala şansım var. Yani görevi yapıp terfiyi alırsam kesin bende bu kız.

“Şey, ben artık kalkayım.”

“Ne çabuk içtin çayını.”

“Sıcak seviyorum.”

“Ben de. Ama içmeyi unutmuşum.”

Güzel bir kahkaha patlattı.

“Yarın görüşürüz, Ali.”

“Ben yarın izinliyim.”

“Biliyorum. Akşam iş çıkışı uğrarım.”

Yanağıma bir öpücük kondurdu ve gitti. Sonra zaten sersemlemiştim. Zihnim öyle karışıktı ki kendimi yatağa attım. Terfi için yapmam gerekenleri düşünmeye çalıştım ama bir türlü kafamı toparlayamadım. Tüm gece kızıl saçları, beyaz teni ve o güzel dudakları gördüm rüyamda.

Sonraki iki gün elimdeki fotoğraflara bakarak ve düşünerek geçti. Her akşam uğradı Gonca. Bir çay içti ve kalktı. Planlama aşamasındaki diğer iki gün 5. Sektörün dışına çıktım. Adamımı takip ettim. Gezdiği yerlere gittim. Günlük rutinini öğrendim.

Aslına bakarsanız, hiç de öyle katil gibi durmuyor. Varoş kahvelerine gidiyor, orada çıkan gazeteleri okuyor ve hatta sokaktaki insanlara yardım bile ediyordu. Ama her zaman böyle değil midir? Katil asla katil gibi görünmez. Hep en masum gözükenden çıkar. Yani en azından filmlerde öyle.

Planım kafamda netleşmeye başladı bile. Adam neredeyse savunmasız ve her akşam evine dönen bir tip. Görevin bana verilme sebebi adamın yaşadığı bölge olsa gerek. Eh polislerin ve metal kafaların o mahalleye neden giremediğini anlayabiliyorum. Orada yaşayanlar tüm bu sisteme karşı. Robot devriyeler hurda olarak iyi para eder. Bölge zaten kalabalık, polislerin de üzerine çullansalar yetecek. Bu durumda görev terficilere kalıyor.

Büyük gün. Bana verilen sürenin dolmasına daha 48 saat var ama ben işi bugün bitireceğim. Kalan zamanda da kendime gelmeye çalışırım herhalde.  Plan basit. Çok fakir biri gibi gidip kapısını çalacağım. Beni içeri alacak ve ben de belimdeki silahı çıkartıp kalbinden vuracağım. Bir filmde görmüştüm, kafaya ateş etmemek gerekiyor.O zaman etraf çok dağılıyor ve ben o görüntünün etkisinden kurtulabileceğimi sanmıyorum.

Dolaptan çıkardığım onlarca yıllık kıyafetlerim beş gündür üstümde. Yeterince eskidi ve koktu bence. Hatta biraz sağından solundan yırtarsam tam olacak. Aç mıyım? Evet açım. Biraz kötü kokuya ihtiyacım var. Onu da sektör dışına çıkmadan önce lojmanın önündeki çöpte yuvarlanarak halledebilirim. Kızıl beni bu halde görmesin yeter bana.

Sektörün dışına, varoşlara çıkmak kolay oldu. Şimdi biraz yürüme zamanı. Adamın eve dönüş saatine kadar etrafta dolaştım. Sokaklar o kadar kalabalık ki, sanki benim göt kadar evime onlarca insan davet etmişim gibi.

Terfim evine döndü. Bir süre daha yerde, çamurun içinde oturdum. . İyice pisim artık. Yardım isteme zamanı. Belimdeki emaneti kontrol ettim ve üzerime giydiğim yırtık gömleği silahı kapatacak şekilde dışarı saldım. Kalbim yerinden çıkacak neredeyse. Birisini vurmak, öldürmek. Bu düşünce plan yaparken de aklımdaydı ama hiç bu kadar kemirmemişti beni. Yürü be aslanım sen sinekleri gözünü kırpmadan avlamış adamsın. Bunu mu yapamayacaksın?

Hedefimin kapısını çaldım. Hiç bekletmeden açtı.

“Çok açım. Yiyecek bir şeyiniz var mı?” dedim hiç düşünmeden.

“Tabii. İçeri gel.”

Ne iyi adam ya. Bu adam katil olabilir mi? Acaba evine aldıklarını mı öldürüyor?

“Şe…şe…şey ben girmesem.”

“Gel çekinme. Mutfakta yiyecek bir şeyler var.”

Başka bir odaya geçecek. En iyisi arkasını döndüğü gibi ateş etmek. Yoksa yapamayacağım. Hızlıca silahıma davrandım ve terfime doğrulttum. O anda evin içindeki koltuklardan takırtılar geldi. Ateş mi etmeliyim? Etrafa mı bakmalıyım?

Hedefim kahkahalarla gülmeye başladı. Neler oluyor lan?

“Sen ne ilksin ne de son olacaksın.”

İşte şimdi sıçtık. Koltukların arkasından bana doğrultulmuş silahları görmemek körlük olurdu. Oracıkta kaldım. Adam bana döndü.

“Korkma biz katil değiliz.”

“Ya ben öyleysem?”

“Sen de öyle değilsin. Terfi için buradasın.”

Takip mi edildim yoksa? Ben onu izlerken, o da beni mi izledi acaba?

“Seni vurabilirim,” dedim sonunda.

“Ama yapmayacaksın. Yaparsan da sorun değil, o çok istediğin makamları göremeden ölmüş olursun.”

Adam haklıydı.

“Bak evlat. Beni iyi dinle. Ben katil, tecavüzcü, hırsız ya da sana her ne söyledilerse o değilim. Biz burada yaşamaya çalışıyoruz. Daha iyi şartlar istiyoruz. Sadece şu anki devlete ve sisteme karşıyız. Bir nevi muhalefetiz. Ve bizden başka bunu yapabilecek yok.”

Kolumu aşağı indirdim sonunda. Kapının yanından fırlayan bir adam hızlıca elimden çekip aldı silahı.

“Kendinizi o kadar kaptırmışsınız ki… Bir işiniz var diye, üç kuruş paranız, bedava servisiniz var diye gerçekleri görmezden geliyorsunuz veya size göstermiyorlar. Sen hangisisin bilmiyorum ama önemi yok. Kullandığınız bilgisayarlara girdiğiniz şeylerin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz. Sadece oturup saatlerce klavye ile oynuyorsunuz. Beyni yıkanmış, at gözlüğü takılmış kölelersiniz.”

Yıkıldım. Düşününce anlamlı geliyordu ama kabul etmek istemiyordum.

“Şimdi istersen burada kal, istersen de ait olduğun yere geri dön. Ama orada da artık seni iyi şeyler beklemiyor.”

Hayır. Ben bu pisliğin içinde kalamam. Benim bir işim var. Terfi almasam da olur. Bu şekilde yaşayamam.

“Hadi git evlat. Daha fazla durma burada. Unutma bir gün size verdikleri şeyleri kesecekler ve o gün hepiniz buradakiler gibi olacaksınız. Belki daha bile kötü.”

Arkamı döndüm ve koştum. Ciğerlerim patlayana, ayaklarımı hissetmeyene kadar koştum. Bir servis trenine atladım ve eve girdim. Şimdi ne yapacağım ben? Bana ne olacak? İşime devam edemeyecek miyim?

Kapı çaldı. Yine hiç olmadık zamanda. Lütfen Gonca olsun. Lütfen ona sarılayım ve o beni teselli etsin.

Yavaşça kapıyı açtım. Kızıl karşımda duruyordu. İşte tam istediğim kişi. Sarılmak için hamle yaptım ama bir adım geri çekildi.

“Ne yaptın Ali? Görevini tamamladın mı?”

O anda gözyaşlarım daha fazla durmadı ve yanaklarımdan süzülmeye başladı.

“Demek başaramadın.”

İşte geliyor. Beni terk edecek. Sadece terfi alacağım için bana yanaşıyordu.Cebinden telefonunu çıkardı ve bir yeri aradı.

“Evinde. Görev başarısız. Tekrar ediyorum görev başarısız.”

“Ne yapıyorsun sen? Kimi aradın? Kimsin?”

Telefonunu yavaşça eski yerine koydu ve elini belinin arkasına attı. Şimdi bana bir silah doğrultmuş önümde duruyordu.

“Ya teslim ol ya da seni vurmak zorundayım.”

“Bu da nesi?”

“Bu benim 5. yıl terfim.”

Beşinci yıl mı? Bana niye hiç teklif edilmedi lan bu? Yeni mi çıktı acaba?

“Neler oluyor be?”

“Görevini başarıyla tamamlasaydın, bunlara hiç gerek kalmayacaktı Ali.”

Üzgünüm demesini bekledim ama boşuna. Hiç öyle gözükmüyordu. Ne safmışım. Ben de terfim için ya da ne bileyim yakışıklı falan olduğum için benimle ilgileniyor sanmıştım.O sırada polisler de yanımızda bitti.

“Ali Yaman. Sakın kıpırdama. Tüm kimliklerini bırak. Görevinde başarısız olduğun için devlet memurluğundan atıldın. Bizimle geliyorsun. Sektörün dışında güvenli bir bölgeye bırakılacaksın.”

Yıkıldım. Hatırlayamadığım bir süre boyunca polis eşliğinde götürüldükten sonra varoşlarda serbest bırakıldım.

Şimdi ne yapacağım? Burada nasıl yaşayacağım? Bildiğim tek eve gittim. Şimdi terfimin, bir kaç saat önce öldürmeye çalıştığım adamın kapısının önünde duruyorum. Artık ben de onlardan biriydim. Sistemin dışına atılmış bir çarktım. Kopmuş bir dişli, bir muhalif.

Kapıya vurdum ve hiç bekletmeden açıldı. Terfim karşımda duruyordu.

“Aramıza hoş geldin.”