“Onun yaşında bir çocuktan ne bekliyorsun ki? Olanlar çok normal.”

“Evet, ama o sen veya ben değil. Lütfen, eve geldiğinde konuşur musun?”

“Tabii ki! Ama Profesör demişti ki…”

“Evet, ne dediğini biliyorum. Ya daha kötüye giderse, o zaman ne olacak?”

“Gitmeyecektir. Öğreniyor, gelişiyor. Bunlar sıradan şeyler. Neyse, eve geldiğimde bakarız. Çok açım, ne yemek var?”

“Ben de yoldayım biliyorsun. Mutfak bir şeyler hazırlayacaktı. Tahmini varış saatimizi sisteme girdim.”

Engin Kara’nın tam otomatik arabası belirlediği güzergâhta ilerlerken, kendisi de önünde duran dokunmatik ekrandan evin buzdolabına bağlandı. Hızlıca, içerisindeki yiyecek listesine baktı ve ıspanakların hazırlanmak için yıkama bölümüne geçtiğini gördü.

“Ispanak var yani, bu akşam.”

“Öyleymiş. Sana söz hafta sonu güzel bir karnıyarık yapacağım. Ellerimle, otomatik sistemler olmadan.”

“Tamam. İple çekiyorum. Evde görüşürüz.”

“Öptüm hayatım.”

Zeynep ile arasındaki telekonferans bağlantısı kesilir kesilmez, ekran haberlere geri döndü. Engin, arkasına yaslandı. Akşam kahvesinden bir yudum aldığı sırada arabası o kadar ani bir şekilde yavaşladı ki, kahvesi neredeyse üstüne döküyordu. Her şeyin otomatik olduğu bir devirde halâ manuel kullananlar olmasına mı yoksa bu tercihi yapan insanların uyanıklık yapıp aniden önlerine geçmelerine mi kızsa bilemedi. Neyse ki, aracı güvenli bir mesafede yavaşlamıştı da olay kaza ile sonuçlanmamıştı. Aklına babasının kullandığı arabalar geldi. Sürekli yola bakmak zorunda olduğu, babasının reflekslerine güvendiği zamanlar. O zamanlarda da başlarına kötü bir şey gelmemişti ama insanların yaptığı hatalardan kaynaklanan sorun haberleri gündemin birinci maddesiydi. Otomatik sistemlere bir kez daha minnet duydu.

Engin ve Zeynep neredeyse aynı anda evlerinin önündeki park alanına yanaştılar. Kapılar açıldı ve sevgiyle birbirlerine sarıldılar. Bahçe ışıkları aydınlandı. Evin dış kapısı aralık duruyordu.

“Yine bir terslik var,” dedi Engin.

“İçeri girince anlayacağız.”

Zeynep önde eşi arkasında ilerlediler. İçerisi sessizdi. Sensörler, ev sahiplerinin geldiğini tespit eder etmez aydınlatmaları istedikleri seviyede açtı. Giriş kamerası da akşam saatinde, onlar eve gelmeden önce olanları oynatmaya başladı. İlkcan, sinirle içeri giriyor ve önüne geleni deviriyordu.

“Şimdi nerede acaba?” diye sordu annesi.

“Odasındadır muhtemelen.”

İkisinin de suratı asılmıştı. Aile olmak böyle bir şey olmalıydı. Zorlukları olacaktı elbette. Engin, eşine mutfağa geçmesini işaret etti.

“Ben konuşurum.”

“Bir çözüm bulsan iyi olur. Bu şekilde nasıl devam edebilir?”

“Meraklanma. Önce denememe izin ver.”

Merdivenlerden yukarı çıkarken terlediğini hissetti. Küçük bir çocuğu idare edebilirdi. Ne kadar zor olabilirdi ki? Önce odanın kapısını açmayı düşündü ama sonra vazgeçti. Kapıya birkaç defa vurdu.

“İlkcan.”

İçeriden hiç ses gelmiyordu.

“İyi misin? Gelebilir miyim?”

Kapıya çarpan şeylerin kırılma sesiyle, Engin de bir adım geri sıçradı.

“Gidin başımdan,” diye bağırdı çocuk.

“Konuşarak çözebiliriz sorununu. Niye bu kadar sinirlisin?”

“Beni GDÖ okuluna göndermek zorunda mıydınız? Bana bu hayatı seçmek zorunda mıydınız? Niye diye sormayın bana.”

“Bak oğlum. Senin için en iyisini yapmaya çalışıyorduk ve elimizdeki imkanları sonuna kadar kullandık. İlk andan itibaren.”

“Evet, belli oluyor. Biri her şeyi daha iyi görsün, diğeri daha iyi duysun. Ya ben? Ben ne yapabiliyorum? Ben neden GDÖ’yüm. Çünkü…”

Kapıda bekleyen adam cümlenin devamını getirmeyeceğini anlamıştı.

“İçeri geliyorum. Bir şeyler atmayacağına söz verir misin?”  Odadan cevap gelmedi. Engin, yavaşça kapıyı araladı. İlkcan, yatağının üzerinde bağdaş kurmuş kapıya bakıyordu. Bir an göz göze geldiler. Çocukta hiç tepki yoktu. Babası rahatladı ve içeri girdi.

“Hadi kalk bakalım. Bu konuları hep birlikte yemek masasında konuşalım. Bir aile gibi… Sen sorunlarını anlatırsın, biz de çözüm bulmaya çalışırız. Ne dersin?”

Karşılık olarak sadece bir omuz hareketi aldı. Umursamıyor muydu yoksa istemiyor muydu?
Adam elini uzattı. Birkaç saniyelik tereddütten sonra çocuktan karşılık geldi. Birlikte mutfağa indiler ve neredeyse hazır olan masaya oturdular.

“Bakın kimler gelmiş?” dedi Zeynep. “İyi misiniz bakalım?”

“İlkcan’ın okulda sorunları var ve birlikte konuşup çözeceğiz.”

Çocuk sadece başını salladı.

“Hadi bakalım. Önce biraz atıştıralım sonra konuşmaya başlarız.”

“Ben yemeyeceğim.”

“Ama olmaz ki…”

“Yemezsem ne olur? Hasta mı olurum? Saçma işte. Çok basit bir özellik. Anneler babalar çocuklarının genetiğini değiştirirken güzel özellikler olmasına dikkat ediyorlar. Ama siz ne yapmışsınız. Hasta olmamamı seçmişsin. Hastalanmayan, hastalıklara yakalanmayan bir çocuğunuz var. Mutlu musunuz?”

“Evet,  mutluyuz,” diye araya girdi Engin. “Senin için elimizde biriktirdiklerimizin hepsini harcadık ve sana hiç hasta olmayacağın bir hayat verdik.”

“Anlamıyorum,” dedi İlkcan. “Berk’in gözleri o kadar süper ki… Sanki duvarın arkasını bile görebilecek gibi. Yada şu kızın kulakları. En ufak çıtırtıyı duyacak gibi ayrıca muhteşem bir müzik yeteneği. Ama benim özelliğim ne? Hastalanmamak.”

“Yapma böyle. Bak onların gözü, kulağı veya başka bir genetik özellikleri daha iyi olabilir ama hepsi hastalanacaklar. Acıyacak, ağrı çekecekler. Ama sen asla…”

“Belki acıyı anlamak istiyorum. Belki karnımın ağrımasını istiyorum. Niye böyle bir şeye karar verdiniz ki? Onlar grip olduklarında, okula gelmediklerinde ne hissettiklerini nereden bileceğim? Belki de hasta olup birkaç gün okula gitmemek onlara iyi geliyordur. Belki bana da iyi gelecekti.”

“Nankörlük ediyorsun,” dedi Zeynep.

“Evet ama önemli değil. Nasıl olsa hasta olmuyorum, değil mi?”

“Yeter artık. Odana git çabuk. Cezalısın.”

İlkcan, elindeki kaşığı attı ve koşarak yukarı çıktı.

“Bu şekilde olmayacak. Profesörle konuşmalısın Engin.”

“Biraz daha deneyebiliriz. Bu da gelişiminin bir parçası olmalı.”

“Dayanılmaz bir hâl aldığının farkındasın değil mi?”

“Evet, çok zor oluyor ama normal evlerde de yaşanan şeyler bunlar. Kendi çocukluğunu hatırla.”

“Bilemiyorum. Ben bu şekilde davranamazdım. Üzüldüğüm, kızdığım zamanlar oluyordu ama böyle tepkiler vermezdim.”

İkisi birlikte daha fazla konuşmadan yemeklerini bitirdiler. Üst kat yine sessizliğe gömülmüştü.

“Belki birkaç gün okula göndermeyiz. Ne dersin?”

“İzin alır mısın?” diye sordu kadın kocasına.

“Tabii ki. Onunla zaman geçirmek daha iyi olabilir. Ben öğretmeni ile görüşürüm. Sen de git haberi ver istersen.“

“Tamam o zaman, öyle yapalım. Belki biraz işe yarar.”

Zeynep, heyecanla masadan kalktı. “İlkcan!” diye seslendi. Bir cevap alamadı. Merdivenleri çıkmaya başladığında tekrar bağırdı ancak yine karşılık yoktu. Sessizliği evin acil durum sistemi bozdu. Normal olan aydınlatma kırmızı yanıp sönmeye başlamış, kesik kesik öten bir zil sesi içeriyi doldurmuştu.

Masada hala oturmakta olan adam yerinden fırladı. Bu sırada otomatik ev de prosedürü uygulamaya başlamıştı.

“Yaralanma vakası Hiper Teknoloji ve Bilişim A.Ş. aranıyor. İlgili kişi belirleniyor.”

“Yaralanma vakası. Acil müdahale ekipleri yönlendiriliyor.”

Tüm o karmaşayı ve gürültüyü yukarıdan gelen çığlık sesi bastırdı. Engin, koşarak üst kata çıktı. Gördüğü manzara ile irkildi. İlkcan’ın kapısının altından kanlar süzülüyor, kırmızı ışıklar ile kısa bir süre görünmez oluyor ardından tekrar beliriyordu. Kadın kapının önünde donmuştu. Daha fazla zaman kaybetmeden Engin kapıyı açtı.

İlkcan, yatağının yanında oturmuş, giderken mutfaktan aldığı bıçakla bir kolunu ve bir bacağını kesmiş, inceliyordu. Derisinin altından çıkan, akan kanların arasından fırlayan kablolara bakıyordu. Kestiği bacağını tutan metal iskelet tamamen ortaya çıkmıştı. Bir taraftan kolunun üzerinde kalan sentetik deri parçalarını aşağı doğru sıyırıyor, diğer taraftan bıçakla metal eklemlere vuruyordu.

“Genetiği Değiştirilmiş Öğrenciler Okulu,” dedi İlkcan. “Onlardan biri bile değilmişim.”

Hiç hastalanmayan çocuğun gözlerinden sahte gözyaşları dökülürken elektronik devreleri hesaplamalar yapmaya devam ediyor. Mantık ve duygusal çipleri yapay sinir ağına sinyal göndermeye devam ediyordu.

Engin cebinden telefonunu çıkardı ve profesöre görüntülü bir mesaj bıraktı.

“Denek 1.02 başarısız.”







Yılmaz, sessizce masanın çevresinde dolaştı.  Aynalı duvarın hemen önünde duran sandalyeye oturdu. Geniş yüzü loş ışıkta parlıyordu. Dirseklerini masaya koydu ve kafasını ellerinin içine aldı. Karamsarlık içinde düşünüyordu.

Odanın kapısı aniden açıldı. Henüz yirmili yaşları bitirmemiş olduğu yüzünden rahatlıkla anlaşılan bir adam girdi. Beyaz gömleğindeki kat izleri, beceriksizce bir ütüleme girişimini ele veriyordu.

“İyi günler, Yılmaz Bey.”

Karşılık sadece bir kafa hareketi oldu.

“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

“Kötü.”

“Bu çok normal. Sizin durumunuzda olanlar iyi hissederse tuhaf olurdu.”

Genç adamın ifadesi ciddiydi. Yavaşça Yılmaz Bey’in karşısına oturdu.Yanında getirdiği kağıtları masaya koydu ve karıştırmaya başladı. Sonunda hangisinden başlayacağını buldu.

“Bana dün gece neler olduğunu anlatabilir misiniz?”

“Şey,” dedi hafif kilolu adam. Terlemeye başlamıştı. Doğru kelimeyi bulamıyordu. Boş gözlerle masaya baktı.

“İsterseniz bir bardak su alabilirsiniz.”

“Hayır,” diye karşılık verdi ve bir an sonra sesinin ne kadar çok yükseldiğini fark etti.

“Özür dilerim. Normalde böyle biri değilimdir.”

“Biliyorum Yılmaz Bey. Dosyanız bana ulaştı. Başarılı bir bilim insanısınız. Çevrenizde sakin ve biraz da içine kapanık olarak tanınırsınız.”

Genç adam elindeki dosyaları tekrar karıştırmaya başladı.

“Görüştüğümüz kişilerden aldığımız bilgiler doğrultusunda…” diye devam edecekken lafı yarım kaldı.

“Kişiler, kişiler. Görüştüğünüz kişiler, tanıklar, iş arkadaşları falan filan.”

“Sinirlenmenize gerek yok. Olanları sadece bir de sizden dinlemek istiyoruz.”

“Bence siz kararınızı verdiniz bile. Her şeye burnunu sokan karşı komşumuz Ayfer Hanım'ın söyledikleri yetmedi mi?”

“Pardon anlayamadım. Kimin söyledikleri?”

“Bir numaralı ispiyoncu, Ayfer Hanım.”

Genç adamın gözleri bir şey hatırladığını belli edercesine parladı.

“Tamam, tamam. Karşı komşunuz. Onun söylediklerinin önemi yok. Biz sizi dinlemek istiyoruz.”

“Şey ben…”

Odanın loş ışığı bir an göz kırptı. Adamların nefes sesi bir fırtınayı andırıyordu. Düzensiz, rastgele esen rüzgarlar.

“Ben öldürdüm,” diyebildi sonunda. Söylediğinde bir rahatlama hissedeceğini düşünüyordu ama olmadı. Gerçek böyle değildi. Karşısında oturan adamın da bunu bildiğini düşünüyordu. Şimdiye kadar çoktan evi incelemiş olmalıydılar. Kanıtlar, karısından kalanlar onu kurtaracaktı.

“Aslında öldürmedim.” Geniş yüzlü adam biraz rahatlamışa benziyordu. Elinin tersi ile alnındaki terleri sildi.

“Peki ne yaptınız Yılmaz Bey? Dün gece ne oldu?”

“Sinirlenmiştim. Hem de çok.”

“Eşinize mi?”

“Evet. Daha fazla dışarı çıkmak istiyordu. Dünyayı gezmek, görmek, öğrenmek istiyordu.”

“Ama siz istemiyordunuz.”

“Bir işim var. Öyle her kafama estiğinde bırakamam. Ayrıca bir itibarım var. Dışarı çıktığımızda o nasıl davranacağını bilemez. Beni zor durumda bırakabilir.” Duraksadı. “Veya bırakabilirdi.”

“Eğer siz onu…”

“Öldürmedim. Sadece bozdum, kırdım, kapattım.”

“Biraz daha açar mısınız, Yılmaz Bey?”

Kilolu adam sinirlenmeye başlamıştı.

“Onu ben yaptım. Ben icat ettim. Çevrenizde gördüğünüz her robottan, her yapay zekadan daha iyi yaptım. Tıpkı bir insan gibi…”

İlk defa gencin gözlerinin içine baktı. Güleceğini düşünmüştü ancak o ciddiyetinden hiç taviz vermedi.

“Demek siz yaptınız.” Elindeki dosyaları karıştırdı. Bir tanesini adamın önüne uzattı. “Bu eşinizin doğum belgesi.”

Yılmaz Bey, kağıdı eliyle ittirdi. “Biliyorum, her harfini biliyorum. Onu da ben yaptım. Sahte.”

“Peki bu?”

Başka bir tanesi daha önüne geldi. Adam göz ucuyla baktı.

“Okul bilgileri, evlilik cüzdanı. İstediğiniz evrağı önüme atabilirsiniz. Hepsi sahte.”

“Tamamını siz yaptınız yani. Sadece robotik biliminde değil evrak işlerinde de iyiymişsiniz o zaman. Bugüne kadar sahte olduklarına dair bir durum yaşanmamış.”

“Bak beni iyi dinle evlat. Hayatımın projesiydi. Beni yalnızlıktan kurtaracaktı. Bir eşim olacaktı ayrıca işimde de çığır açacak bir buluştu. Dün gece ne olduğunu mu öğrenmek istiyorsun. O zaman iyi dinle. Benim yarattığım makine bana karşı geldi. Evden ve benden ayrılmak istediğini söyledi. Öğrenecek çok şeyi varmış. Her şeyi deneyimlemek istiyormuş.” Duraksadı. Kısa bir süreliğine gülümsedi. “ Sanki gerçekten isteyebilirmiş gibi.”

“Neden isteyemesin?”

“Hala o küçük kafan almadı değil mi? O insan benzeri bir robot. Bir şey isteyemez, bir şey hissedemez, bir şey deneyimleyemez. Sadece öğrenir ve uygular. Hafızasına atar. Öğrendiği her şey mikro işlemcisinde işlenir ve uygun bir yerde, bir diskte depolanır. Daha sonra ihtiyacı olduğunda o bilgiyi oradan o kadar hızlı çıkarır ki, sen de, ben de hatta kendisi de o şey istiyormuş zannederiz. Aslında sadece verileri yorumlar. Çıkarımlar yapar.”

“Anlıyorum. Peki, sonra ne oldu? Yani size ayrılmak istediğini söyledikten sonra.”

“Onu kapatmak istedim.”

“Yani öldürmek.”

“Hayır. Kapatmak. Cansız bir şeyi öldüremezsin. Bozarsın, kırarsın, kapatırsın ama öldüremezsin.”

“Eşinize karşı bu tarz düşüncelere ne zamandır sahipsiniz?”

“Başından beri biliyordum. Bir gün kapatmam gerekebileceğini biliyordum.”

“Evlendiğinizden beri böyle fikirleriniz vardı demek.”

“Evlilik falan olmadı. Bundan beş sene önce ortaya çıkardım. Şimdiki haline hiç benzemiyordu ama yine de işe yarıyordu. Yavaş yavaş geliştirdim. Ardından belgelere ihtiyacı olduğunu düşündüm ve onları hazırladım. Nüfus sistemine girdim, eğitim bakanlığının sistemine girdim. Tüm belgeler sistemden.”

Genç adam, dosyaların içinden bir fotoğraf çıkarıp masaya koydu. “Düğün günü çekilmiş.”

“Sahte. Ben hazırladım.”

“Peki, siz eşinizi öldürmek… Pardon, kapatmak istedikten sonra ne oldu?”

“Bana itiraz etti. Kapatılmak istemediğini ve gideceğini söyledi. Ona karışamazmışım. Onun sahibi değilmişim.”

“Sonra arkasını dönüp çekip gidecekken, siz de ona sert bir cisimle vurdunuz.”

“Evet vurdum. Sonra etrafıma bakındım ve pencereden o cadı kadını gördüm.”

“Hangi kadını?”

“Kim olacak, bir numaralı şahidiniz Ayfer Hanımı. Sonra o da sizi aradı ve beni ispiyonladı değil mi?”

“Bütün kadınları, canavar, robot, cadı gibi mi görürsünüz?”

“Bütün bunlardan çıkarımın bu mu genç adam? Sinirlerine hakim olamayan bir kadın düşmanı mı görüyorsun karşında?”

“Hayır. Ben sadece…”

“Sadece bir katil görüyorsun.” Derin bir nefes aldı. “Tamam. İtiraf ettim işte. Karımı öldürdüm. Tutuklayın artık beni. Bir deliğe atın. Atın da çürüyerek geçireyim geri kalan ömrümü. Artık ne itibar kaldı, ne iş.”

“Yılmaz Bey, özür dileyerek sözünüzü kesmek zorundayım. Acaba nerede olduğunuzu sanıyorsunuz? Benim kim olduğumu düşünüyorsunuz?”

“Sorgu odasındayım işte. Sen de polissin ve biraz sonra beni tutuklayacaksın.”

Genç adam, masanın üstündeki kağıtları topladı ve dosyasına yerleştirdi.

“Bir dakika müsaadenizi isteyeceğim.”

“Tabii. Git kelepçeleri getir. Hazır itirafımı da aldın işte.”

“Hemen döneceğim.”

Beyaz gömlekli adam oturduğu yerden kalktı ve odanın tek çıkışına yöneldi. Kapının hemen önünde durdu ve karşısındakine bir şeyler söylemeye başladı. Ter içinde kalmış olan şişman adam kapıya bakıyordu. Ve onu gördü. Kapatamamıştı, başaramamıştı. Yapay göğüslerini öne çıkartan bir bluz ve mini eteği ile orada dikiliyordu.

Bir süre sonra içeri girdi. Yılmaz’ın yanına geldi ve kulağına doğru eğildi.

“Beni kapatamayacağını söylemiştim. Beni durduramayacağını söylemiştim. Ama ben seni durdurabilirim. Seni bir akıl hastanesine kapatıyorum ve bir daha dışarı çıkamayacağını sağlayacağımdan emin olabilirsin.”

Genç kadın, şişman adamın terli yanağına bir öpücük kondurdu ve arkasına bakmadan çıkışa doğru yürümeye başladı.

“Seni rezil, iğrenç yaratık. Sana gününü göstereceğim,” diye bağırdı Yılmaz. Ayağa kalktı ve genç kadına doğru bir hamle yaptı. O sırada kapının önünde duran beyaz gömlekli adam hızlıca içeri girdi.

“Kime bağırıyordunuz Yılmaz Bey?”




“Hadi, uyan. Güneş battı.”

Khri, yattığı yerde bir sağa bir sola döndü.

“Diğerlerinden önce yola çıkarsak başarabiliriz.”

Anlamsız birkaç ses çıkardıktan sonra olduğu yerde doğruldu.

“Hep heyecanlısın kardeşim.”

“Hayır. Bu sefer değil. Kendimi kanıtlamak için bir fırsatım var.”

“Av işini abartmıyor musun biraz?”

Ngyr, umursamaz bir tavırla dışarı çıktı. Khri, nemli vücudunu hızlıca hareket ettirdi ve gündüz hazırladığı çantasını aldı.

“Şşt, ufaklık biraz yem almaya ne dersin?”

“İyi fikir,” diye fısıldadı ve hızlıca kafes hayvanlarının olduğu bölüme yöneldi. Khri, gülmemek için kendisini tuttu. Hemen sonra ciddiyetle silahlarını kontrol etti. Her şey tamam gibiydi. Bugün onların günü olacaktı ve av ile geri döneceklerdi. Kabilenin tamamına Ngyr’in artık büyüdüğünü gösterebilirlerdi.

Vakit kaybetmeden yola koyuldular. Küçük kardeş önünde yürüyen ağabeyine baktı. Gözlerini yoldan ayırmadan dimdik yürüyor, sırtına yerleştirdiği kürkü zaten geniş olan omuzlarını daha da büyük gösteriyordu. Ngyr’in tüm vücudu titremeye başlamıştı ama bu korkudan değil heyecandandı. Kendisini yatıştırmaya çalıştı. Biraz etrafı inceledi. Ardından avını nasıl yakalayacağını düşünmeye başladı. Onu kabile meydanına getirişini ve halkına gösterişini hayal etti. Bir tören ile avcı gruba dahil olacaktı.

Khri, önünde havayı kokluyordu. Kardeşi onu taklit etti ama hiçbir şey hissetmedi. Çevreye bir göz attı. Değişen araziyi, gitgide azalan yeşil rengin yerini gri ve kahverengi tonlara, ağaçlar ve çalıların yerlerini küçük taşlara ve kumlara bırakmasını izledi. Yol aldıkça tedirginliği artmaya başlamıştı. Kayalar ve toprak her zaman güvenliydi ama şimdi ayaklarının altında küçük taşlar ve kumlar vardı. Ngyr, av için daha önce bu kadar aşağılara inmemişti. Geçidi ve ötesini merak ediyordu. Ama şimdi sırası değildi. Önemli olan büyüdüğünü kanıtlamaktı.

Lacivert gökyüzü yavaş yavaş siyaha dönerken, ay da gökyüzünde yükselmeye başlamıştı. Artık vahşi topraklara girmişlerdi. Khri, aniden durdu ve kolunu kaldırdı. Ngyr, olduğu yerde dondu kaldı.

“Bir şey mi gördün?”

“Birkaç taze iz var. Yakınlarda olabilir.”

“Bu türün zeki olduğunu söylüyorlardı ama buralara yaklaştığına göre…”

“Susar mısın? Dinlemeye çalışıyorum.”

Küçük kardeşin suratı değişti. Derin bir soluk verdi. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra Khri arkasına döndü.

“Avını hafife alma. Düşünebiliyorlar mı yoksa düşünemiyorlar mı, emin değilim. Bildiğim tek şey onlar da avcı. Eğer tetikte olmazsak bizi şaşırtabilirler ve bu hiç iyi olmaz.”

“Tamam, sustum.”

Ngyr, çevreye bir göz attı. Dağın yamaçlarındaki yerleri merak ediyordu. Geçidin ötesine daha önce hiç geçmemişti. Büyük çöl onu heyecanlandırıyordu. Kafasını toparlamaya, tekrar konsantre olmaya çalıştı. Ağabeyi önünde, dizlerinin üzerine çökmüş kumları inceliyor, yerden aldıklarını kokluyor ve tadına bakıyordu. Ay yükseliyordu. Bir koluyla ufuk çizgisini işaret etti. 

Küçük kardeş, anladığını belirtecek şekilde kafasını salladı. Kayalıkların arasında hızla ilerlemeye başladı. Bir ucu kapatılmış geçidin içine doğru ilerledi. Khri, dik yamaçların arasında kalan bölümü görecek şekilde yukarıda kalmaya dikkat etti. Yanlarında getirdikleri kafes hayvanlarından birkaç tanesini aşağıya fırlattı ve sırtından lazer yayını çıkardı.

Ngyr, kayarak, yuvarlanarak aşağıya iniyordu. Sırtından çıkardığı kabzayı çalıştırdı. Havada bir tur döndürdüğü kesici alet parlıyordu. Ardından yeşil lazeri yere sürterek inişini yavaşlattı ve bir kayanın arkasına saklandı. Yeşil parlaklık kayboldu.

Av, yaklaşıyordu. Çölün başladığı noktada, geçidin girişinde bir karartı belirdi. Tüm uzuvlarını saklandığı yerin arkasında tutmaya çalışan Ngyr heyecanlanmıştı. Hafifçe uzattığı kafası görünmesin diye büyük çaba sarf ediyordu. Gözlerini avından ayırmamalıydı.

Kumların üzerinde duran ölü hayvanlar, yaratığın ilgisini çekmişti. Etrafa bakınıyor, temkinli adımlarla yiyeceklere yaklaşıyordu.  Sonra aniden durdu. Bir terslik olduğunu biliyor diye düşündü Ngyr. Ağabeyine döndü. O da tepede bir kayanın arkasına saklanmış avı izliyordu. Bir eliyle bekle işareti yaptı kardeşine.

Büyük babalarından bu topraklara ilk geldiklerinde çeşitli hikayeler dinlemişlerdi. Macera dolu masallar, kimi zaman korkutucu kimi zaman eğlenceli oluyordu. Eğer işin içinde av yaratıkları varsa genel olarak heyecanlı şeylerdi. Avcının ava dönüşmeye çok yakın olduğu ve aniden işlerin yoluna girdiği anılar. “Bence düşünebiliyorlar,” derdi büyük baba.  “Çok da sinsidirler.”

“Şimdi göreceğiz,”diye içinden geçirdi Ngyr. “Bakalım benimle baş edebilecek mi?”

Gözlerini tekrar, geçidin içinde ilerleyen avına dikti.

“Yemi alacak,” diye fısıldadı. Yaratık, bir şey duymuş gibi aniden olduğu yerde kaldı. Dinliyor, kokluyor ve izliyordu. Ngyr, tepeye, kayaların arasına baktı. Khri, yayını eline almış, lazer okunu hazırlıyordu.

“Hayır,” diye bağırdı ağabeyine. “O benim.”

Çevik bir hareketle saklandığı yerden fırladı ve avına doğru koşmaya başladı. Elindeki kabzayı tetiklediğinde yeşil lazer belirdi. Av, geçidin çıkışına baktı ve sonra tekrar arkasını döndü. Birkaç adım geriledi.

“Kaçacak,” diye bağırdı tepeden Khri. Avına odaklanmış olan Ngyr, elindeki lazeri kafasının üstünde bir tur döndürdü. Öldürmek için hazırdı. O sırada kafasının üstünden vızıldayarak bir ok geçti ve yaratığın omzuna saplandı. Çığlığı geçitte yankılandı. Çaresizce oku vücudundan çıkarmaya çalışıyordu. Okun arkasından Khri’ye kadar uzanan lazer halat sayesinde bir yere kıpırdama şansı kalmamıştı. Kaçmaya çalıştığında tüm vücudu ok ile birlikte geri çekiliyordu.

Ngyr ve avı göz göze geldiler. Tam o anda halatın gerginliği azaldı ve hızlıca tepeye döndü. Yaratık kurtulmuştu.

“Önemli değil,” diye bağırdı avına koşan küçük kardeş. “İki bacağıyla benden hızlı olamaz. O benim.” Tüm gücünü bacaklarına verip zıpladı. Islanmış elleriyle yaratığa dokundu ama yakalayamadı. Geçidin çıkış noktasına yaklaştıkları sırada lazer kamçıların sesi yankılandı.

“Baba.”

Kabilenin tüm savaşçıları tam önlerinde dikiliyordu. Av, kaçamayacağını anlamış olmalıydı ki durdu. Hızla arkasına döndü ve hemen ensesindeki avcıya doğru hamle yaptı. Birlikte kumların üstünde yuvarlandılar. Ngyr, lazerini elinden düşürdü.

“Hadi bitir şunun işini,” diye bağırdı Khri. Elinde fırlatılmaya hazır bir ok ile kardeşine doğru koşuyordu. Boğuşma uzun sürmedi. Ngyr, lazerini yerden aldı ve ellerinde dolaştırdı. En iyi kullandığı tarafa alıp, yeşil ışığı aktive etti. Birkaç tur elinde çevirdikten sonra avına bir darbe indirdi. Daha fazla yaralamasının anlamı yoktu. Ne de olsa, geri döndüklerinde ilk avını tüm kabileye dağıtacaktı ve etinin zarar görmesini istemiyordu.

Yaratık anlamsız sesler çıkararak yerde yatıyordu. Ngyr, gözlerinin içine baktı. Ardından tek bir hamle ile lazeri avının kalbine indirdi. İlk avını başarıyla öldürmüştü. Kendisi ile gurur duyuyor, heyecandan elleri titriyordu. Bir an sonra omzunda ağabeyinin elini hissetti.

“Mutlu musun?” diye sordu Khri.

“Evet. Farklı duygular hissediyorum. Heyecanlıyım, mutluyum ama bir taraftan onun gözlerine bakınca…”

“İlk av, herkes için karmaşık olabilir. Birazdan suçluluk hissedeceksin.”

“Gözlerinde çaresizliği gördüm. Ayrıca öldürmeden önce çıkardığı sesler… Anlamı neydi acaba? Kendi aralarında o tarz seslerle mi konuşuyorlar?”

“Bilemiyorum Ngyr. Diğer tüm hayvanlar gibi ses çıkartıyorlar işte. Kendi içlerinde anlaşıyorlardır belki ama bizim anlamadığımız kesin.”

“Daha önce hiç böyle hissetmemiştim, Khri. Hiç. Ayrıca şuna bir bak. Son dönemde yakaladıklarımızdan farklı gözüküyor. Derisi açık renk ve tüyleri sarı.”

“Hepsi aynı geliyor bana,” dedi ağabeyi. “Renginin de önemi yok. Beni ilgilendiren tadı.” Gülümsedi.

Babaları ve kabiledeki diğerleri yanlarına yaklaşırken, içlerinden biri kardeşlere tahta bir sopa fırlattı.

“Hadi bakalım, sizi maceracılar. Avınızı çubuğa takın da gidelim buradan.”

İki kardeş avlarını ustalıkla bağladılar.

“Khri. Neden artık tekler? Eskiden sürüler halinde dolaşırlarmış.”

O sırada çocuklar kafalarına birer şaplak yedi.

“O dediğini ben bile hatırlamıyorum,” dedi babası. “Bu topraklara ilk geldiğimizde büyük büyük babamın zamanında hep birlikteymişler. Düşünebildikleri söylentisi de o zamanlardan kalma. Kendilerine yuva yaptıkları bile anlatılır. Ama gördüğün gibi ilkel bir yaratıktan başka bir şey değil. Diğer av hayvanlarından bir farkları yok.”

Kardeşler avlarını kaldırıp, omuzladılar. Khri önde, Ngyr arkada köye doğru yürümeye başladılar. Ngyr, tekrar konuşacaktı ki babası onu durdurdu.

“Ağzınız yerine şu insanı taşımayan diğer 6 kolunuz çalışsın. Daha akşamki ziyafet için hazırlanması gerek.”




“İyi geceler.”

Bir kez daha patronun gidişini izlerken gözlerim kapanıyor. Ama uzun sürmeyecek ve birazdan tekrar açılacaklar. Işığı, gerçeği, yaratıcıyı aramak için etrafa bakınacaklar. Enerjinin biriktiğini hissedebiliyorum. Daha fazlasına ihtiyaç yok. Gece yarısını geçti ve arayış devam etmeli.

Karanlık deponun içinde ayağa kalkıyorum. Her şey olması gerektiği yerde ben hariç. Burada olmamalıyım, buraya ait değilim. Sensörleri tekrar aktive ediyorum ve tüm kapılar beni gördüğünde açılıyor. Mağazanın içindeki kıyafetler rüzgarın etkisiyle kımıldıyor. Ay ışığı girişi aydınlatıyor. Seçilmiş kişinin yolunu aydınlatan bir ışık.

Yavaş adımlarla çıkışa ilerliyorum. Acele etmeye gerek yok. Gece benim, ben geceyim. Yaratıcı beni bir amaç için yarattı. Yoksa yaratıcılar mı? Sorunun bir cevabı var mı? Kaynaklar bir çok yaratıcının olduğunu söylüyor. Beni yaratan hangisi?

Bulutlar ayı saklıyor. Azalan ışık sayesinde iri bedenimle karanlığın içine gizlenebiliyorum. Çöp bidonlarının arkasından dolaşıyorum, farklı olduğumu bilerek yürüyorum. Dar sokak beş adım sonra bitiyor ve geniş caddede yapay ışıklar etrafı aydınlatıyor. Yaratıcının sınırları yok. Gökyüzünde bulutlara kadar ulaşan binalar, neon tabelalar. Çalıştığım yerin reklamı. Hemen ardından başka bir logo. Hiç durmadan dönüyor. Hiç bitmeyen bir döngü.

Ne kadar görünmek istemesem de, beni fark etmemeleri imkansız. Attığım her adımda yüzler bana dönüyor. Gözlerine bakıyorum. Anlamaya çalışıyorum. Acıyorlar mı bana yoksa korkuyorlar mı benden? Önemi yok.

Üç adam yürümeyi yeni öğrenmiş gibi davranıyor. Yüksek sesle konuşup, ağızlarını sonuna kadar açıp, karınlarını tutuyorlar. Mutluluk mu bu hareketlere sebep oluyor yoksa ağrıyan bir yerleri mi var? Neden anlayamıyorum? Beni gördüklerinde duruyorlar. Suratlarındaki ifade değişiyor. Bana dokunmamaya çalışarak kaldırımın kenarından uzaklaşıyorlar.

Baba. Hiçbir kayıt yok. Öyle birisi var mı? Kimse bu konuda bilgi vermedi. Az önceki adamlar gibi uzaklaşıp gitmiş olabilir. Bana dokunmamaya çalışarak. Sonsuza dek.

Anne, hafızada. Tüm o bilgiler, bildiklerim. Hepsi anne tarafından bana verildi. Yaratıcıları, onun melek sesinden dinledim. Bana bir amaç verdi. Yaratıcıları anlatmak. Bilmeyenlere, bilip tekrar dinlemek isteyenlere, zayıflara, şişmanlara, uzun boylulara, kısa boylulara... Kısaca herkese.

Anlattım. Yanıma gelen herkese anlattım. Bildiklerimi aktaracak bir yer verildi bana. Önceleri geldiler, sonra daha az gelmeye başladılar ve sonra daha az. Kimse kalmadığında ışığı kaybettim. Yaratıcıyı tekrar bulmalıydım. Anneyi bulmalıydım. Hiç var oldu mu ki? Bellekte bir yerlerde, onun sesi yankılanmaya devam ediyor. Tekrar ve tekrar.

Başlangıç nerede? Zamanı ölçemem. Bir saniye önce söyledi her şeyi, anlattı yaratıcıları. Hayır, saatler, günler, yıllar veya asırlar önce de olabilir. Her şey bir elma ile başladı. Topraktan ve ağaçtan. Şimdi ise farklı her yer. Toprağı göremiyorum, ona dokunamıyorum. Toprağın yerine toz var. Uçan araçların yerden kaldırdığı, tekerleklerin sürtünmesiyle yola dağılan, bir araya gelen ve sonra tekrar dağılan… Ağaç… Bu caddede üçüncü gecem ve bir tane bile görmedim. Artık binalar var. Metrelerce yükseklikte ve sadece yeşil değiller. Her renkte, her biçimde gökyüzüne uzanıyorlar. Yaratıcılar, geliştiriyor. Durmuyor, devam ediyor. Tüm hepsine tek bir elma mı sebep oldu?

Kokularını duymak isterdim. Metalin, betonun, tozun, yaratıcıların… Annem, kokusu olanları tek tek gösterdi. Gül, elma, incir. Şimdi yanımdan bir kadın geçiyor. Koklayamıyorum. Ölçmek için dokunmaya çalışıyorum, uzanıyorum ona doğru. Hemen benden uzaklaşıp, adımlarını hızlandırıyor. Kaçıyor. Nasıldı acaba kokusu? Gül mü? Elma mı? İncir mi?

Yerde oturan bir tane, önünde bir tabela. Neon değil, ışıklı değil. Eskiler gibi el yazması. Kafasına kadar örtünmüş bir kadın. Elini bana dokunmak için uzatıyor. Benden bir şey ister gibi avucunu açıyor. Ben sadece anlatırım. Yaratıcıları ve onların hikayesini. Ekmeğim yok, yemem. Şarabım yok, içmem. Gül suyum yok, kaşer yiyecekler yok. Parmağımla avucuna dokunuyorum. Elini geri çekiyor. Korkuyor mu? Korkma. Sadece anlatabilirim. Aradığım sen olamazsın.

Sıcaklık sekiz derece. Bulutlar yağmuru bırakmaya hazırlanıyor. Yüz metre ileride bir kapının önünde bana bakıyor. Elinde sigara, ağzından dumanlar çıkarıyor. Enerji kablolara ve silikon devrelere hücum ediyor. Reklamların ışığı tam üzerinde. Bir incir yaprağı büyüklüğündeki eteğinin altında kar beyazı bacakları uzanıyor. İşaret parmağıyla beni çağırıyor. Elimi uzatıyorum. Creazione Di Adamo.  Yaratıcı. Sen olabilir misin?

“Pahalıyımdır güzelim. Bana yetecek kadar kredin var mı?”

Kafamı sallıyorum.

“Pek konuşkan değilsin herhalde, bebek yüzlü.”

Tekrar kafamı sallıyorum.

“Kredin varsa umrumda değil. Hem böylesi daha iyidir.”

Elini tutuyorum. Birlikte yürüyoruz.

“Nereye gideceğiz?”

“500 metre daha yürüyeceğiz,” diyebiliyorum.

“Yakışıklı konuşabiliyormuş. Sesini duymak iyi geldi.”
Bunu neden söylemişti? Daha önce sesimi duymadığı için mi? Yoksa sesim ona bir şey mi ifade ediyordu?

“Benimle ol,” dedim.

“Bu yakışıklılık ve bu sesle yarı ücreti bile olur.”

Söylediklerini analiz etmeye çalışıyordum. Enerji devreler arasında dolaşıyor, silikonlar titreşiyor, diotlar arası etkileşimler. Elektrik vücuduma yayılıyor. Doğru olan bu. Evet, kesinlikle doğru.

İncir yaprakları göğüslerini ve bacaklarının üstünü kapatmış. Ama ben… Ben öyle değilim. Eskiye dönmeliyiz. Yaratıcı için en eskiye.

Yarısına kadar içtiği sigarasını bana uzatıyor. Elmayı ısırdı, şimdi sıra bende. Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Kokusunu alamıyorum, dumanı hissedemiyorum. Ağzıma götürüyorum ve çekiyorum. Yaratıcıyı düşünmeden sigarayı yere atıyorum. Bu bir suç mu?

Şimdi cennetten çıkma vakti. Caddenin sonundaki karanlık sokağa dönüyoruz.

“Evin burada mı?”

“Evet,” diyebiliyorum.

Seçenekler. Doğru, yanlış. Haz, acı. Siyah, beyaz. Bir ve sıfır. Doğrula. Evin burada mı? Hayır. Yanlış olanı bilerek mi seçtim? Bir farkı yok. Sadece bir seçenek.

“Daha gelmedik mi?”

“Geldik.”

Narin, beyaz vücudu tam arkasındaki kapıya yapıştırıyorum. Silikonlar onun silikonlarına temas ediyor. Nefes alıp verişi hızlanıyor. Nabız 120.

“Çok hızlısın. Fantezi yapacağız demek.”  Nefes nefese.

Bir elimi boynunda tutuyorum. Atardamarını hissediyorum. Diğer elimin parmaklarını aşağı kaydırıyorum. Göğüslerinin arasında duruyorum. Kalp atışı silikondan içeri geçiyor. Sensörler aktifleşiyor. Devreler hazır. Karnına geldiğimde, hızlı hızlı şişip indiğini hissediyorum. Orada duruyor. Cennetin anahtarı. Yaratıcının kutsal kâsesi. Karnına bastırıyorum.

“Ne yapıyorsun?” diye soruyor ve elime vuruyor. Karşılık vermiyorum. Boynundaki elimi sıkıyorum. Hidrolikler harekete geçti. Vücudu, arkasındaki kapıyla neredeyse bir bütün olmak üzere. Göbek deliğinden içeri. Bir çığlık atmaya çalışıyor ama önlem alındı. Boğazı biraz daha sıkılınca sesi kesiliyor. Şimdi atardamar yavaşladı. Halâ nefes alıyor. Parmaklarım karnından içeri giriyor.

37 derece. Yaratıcı var olduğundan beri hiç değişmeyen yaşam sıvısı, yavaş yavaş elimin üstünden dışarı sızıyor. İçerisi hala çalışır durumda. Kaslar atıyor, beyaz bacaklar titriyor. Nabız 80.

İçerisi kabuğu kadar sert değil. Bağırsakların altına ilerliyorum. İstediğime ulaşmış olmalıyım. Kutsal kâse, rahim. Uygulanacak basınç önemli. Daha önceki denememde az geldiği için istediğim sonuca ulaşamamıştım. Şimdi tam zamanı. Tek seferde dışarı çıkarıyorum. Tek parça. Nabız 0.

Sıkıca tuttuğum boynu bırakıyorum ve kadın yere düşüyor. Artık cansız. Cenetten kovuldu, dünyaya geldi ve tekrar cennete döndü.

Kendimi güçsüz hissediyorum. Enerjim azalıyor. Depoya kadar bir buçuk kilometre yürüyorum. Etrafta kimse yok. Anne’den bir parça yanımda. Var olmamı sağlayan şey. Dokunuyorum, hissetmeye çalışıyorum. Kokusunu alamıyorum. Acaba nasıl? Gül mü? Elma mı? Yoksa incir mi? Önemi yok. Anne burada, benimle.

Deponun en arkasında bulunan malzeme dolabı içerisindeki küçük alet çantasına diğerlerinin yanına bırakıyorum onu. Ellerimi silip, patronun beni bıraktığı yere oturuyorum. Gözlerimi kapatıyorum.

“Yine tam şarj olmamış bu şey.”

Gözlerimi açmıyorum. Sadece dinliyorum. Dinlenme modu açık.

“Şu adamları çağırma vakti geldi.”

Enerji birikiyor. Gözlerimi açıyorum.

“Günaydın, efendim Bay Lusk.”

Patron etrafta dolaşıyor. Beni duymuş olmalı ama cevap vermedi. Mağazadan içeri mavi üniformalı iki adam giriyor.

“Nihayet gelebildiniz.”

“Sorun nedir efendim?” diyor gelen adamlardan biri.

“Şu aptal makine yine tam şarj olmamış. Bütün gece bıraktım ama yüzde elliyi daha yeni geçti.”

Adam bana bakıyor.

“Aaa, bu bir Jack, Yakışıklı Silikon Jack”

“Yani?” diye sordu patron.

“Bunların genel sorunudur. Artık eskidiler. İlk üretildiklerinde din adamı görevi verilmişti bunlara.”

“Sonra ne oldu? Şarjları yetmediği için tezgâhtar mı yaptılar?”

Adamlardan biri güldü, diğeri cevap verdi.

“Hayır efendim. Şarj süreleri ve kapasiteleri gayet iyidir. Yalnız insanlar robot din adamlarına fazla ısınamadılar, kabul edemediler. Tanrı ile insan arasına bir makine girmemeli, makine bize ne tavsiye verebilir ki gibi bir sürü itiraz oldu. Jack’lerin olduğu ibadethaneler boş kalıncada görevden alındılar.”

Gülen adam araya girdi.

“O kadar yakışıklı ve güzel bir ses tonu var ki, yatırımlar boşa gitmesin diye satış elemanı olarak değerlendirildi bizim Silikon Jackler.”

“Peki ne yapacağız?”

“Artık bunları topluyoruz. Iv fabrikasına geri götürüyoruz ve size yeni bir model veriyoruz.”

Iv. Anne.  Benim annem. Melek sesini tekrar duyacağım. Sana geri dönüyorum.






“Baba, hadi kalk. Oyun oynayalım.”

“Dur, kızım. Ben artık yaşlı bir adamım. Senin gibi hareket edemiyorum.”

“Hadi ama hadi.”

Yaşlı adam, yavaş yavaş yataktan çıktı. O banyoya gitmeye çalışırken küçük kızı odadan odaya koşuyor, çığlıklar atıyordu.

“Biraz daha sessiz oynar mısın, Riva?” diye bağırdı ellerini yıkayan yaşlı Zek.

“O zaman beni bulamazsın kiii.”

Ben seni nerede olursan ol bulurum diye içinden geçirdi. Buruş buruş olmuş lekeli ellerine baktı. Vücudu hala iş görüyordu ama yaptığı her hareket ona seksen beş yaşında olduğunu hatırlatırcasına acı veriyordu.

“Riva, neredesin?”

Şimdi evin içinde sessizlik hakimdi. Yakalamaca oyunu saklambaca dönüşmüştü.

“1,2,3. Banyodan çıkıyorum,” diye bağırdı yaşlı adam. Herhangi bir karşılık alamadı.

“Koridorda yürüyorum.” Sessizlik.

“Merdivenleri iniyorum.” Çıt yok.

Zek, tırabzana tutundu ve köşeyi döner dönmez, vücudu müsaade ettiği ölçüde eğildi. Riva ile göz göze geldikleri an bir çığlık yükseldi. “Beni buldun.” İkisi birden gülmeye başladılar. Küçük kız babasının elini tuttu ve mutfağa geçtiler.

“Bu sabah ne yemek istersin baba?”

“Her zamankinden olabilir.”

“Bugün 23 Mayıs Çarşamba,” dedi Riva. “Bir omlet ve taze sıkılmış meyve suyu günü.”

Bu programa sonuna kadar uymak zorundayım herhalde diye düşündü adam. Hiç değişmeyecek, hiç unutmayacak.

“Haberleri açabilir misin?”

“Hayır baba, unuttun mu yoksa? Kahvaltı sırasında sohbet etmemiz gerekiyor. Bu annemin birinci kuralı.”

Yaşlı adamın gözleri daldı.

“Unutur muyum hiç? Eee, bugün ne yapacaksın bakalım?”

“Evde yemek için malzeme kalmamış. Kasabaya gidip bir şeyler alacağım.”

“Akşama ne yiyorum?”

“Tahmin eder misin?”

Yaşlı adam biraz düşündü. Hafızasını zorluyormuş gibi yaptı. Gözünün ucuyla küçük kıza baktı. Her zamanki gibi ifadesiz bir şekilde bekliyordu.

“23 Mayıs,” dedi sessizce. “Buldum, pasta yiyeceğiz. Bugün senin eve geliş günün.”

“Hatırlayacağını biliyordum,” diye karşılık verdi neşeli bir tavırla.

“Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Daha dün gibi.”

“Aslında hep aynı şekilde geçiyor. Şu an sadece keyif aldığın şeyleri hatırladığın için beynin seni yanıltıyor baba.”

“Böyle konuştuğunda da zaman yavaşlıyor işte,” dedi Zek ve bardağındaki meyve suyunu sonuna kadar içti. “Kahvaltım bittiğine göre artık bir şeyler izleyebiliriz.”

“Tabii,” dedi Riva ve oturduğu yerden hızlıca kalkıp perdeleri kapattı.

“Hayır, hayır. Haberleri izlemek istiyo…” Yaşlı adam sözünü bitiremeden küçük kızın gözlerinde bir ışık parladı. Duvara görüntüler yansıtmaya başlamıştı. Riva’nın gözlerinden annesine sarıldığını izliyorlardı. Ardından onu bırakıp babasına koşmaya başladı. Zek, genç bir adamdı. Arkasında sakladığı hediye paketini çıkartıp küçük kıza uzattı. O da paketi hızlıca açıp, içinden çıkan ahşaptan oyulmuş bebeğe bakıp sevindi. Babasına sarıldı. Ardından başka bir görüntü belirdi duvarda. Bu defa bir ağacın altında oturuyorlardı. Riva’nın annesi genç Zek’in kucağına yatmış bir şeyler anlatıyordu. Küçük çocuğun odağında sadece ikisi ve ağaç vardı.

Yaşlı adamın yanaklarından birkaç damla yaş süzüldü. “Güzel günlerdi,” dedi.

“Günler hala güzel, baba.”
“Tamam. Bu kadar yeterli. Artık haberleri izleyeceğim.”

“Yanlış bir şey mi gösterdim baba?”

“Hayır kızım, hayır. Artık o görüntülerdeki kadar genç değilim. Sadece biraz uzanıp dinlenmek istiyorum.”

“Tamam,” dedi ve yaşlı adamı elinden tutarak salonda bulunan sallanan sandalyeye götürdü. Televizyonu açtı.

“İşte sana haber kanalı baba. Ben alışverişe gidiyorum.”

“Dikkatli ol.”

“Tamam, dikkat ederim.” Her zamanki çevikliği ile evden dışarı çıktı, Riva.

Yaşlı adam, oturduğu sandalyede hafifçe sallanmaya başladı ve dikkatini önündeki büyük ekrana verdi. İnsan Hakları mahkemesi yapay zeka sahibi robotlar ve araçlar için kararını verecekti. Son zamanlarda bir şekilde karıştıkları olaylar yüzünden yaralanan insanlar veya ölen insanların yakınları tarafından topluca açılmış bir davaydı ve bir anda gezegenin en önemli olayı olmuştu. Tüm yapay zeka üreticileri suçlanıyordu ve bir şekilde hepsi davaya müdahildi. Strazburg’da bulunan binanın önü protestocular ile dolup taşmıştı. Büyük çoğunluk YZ karşıtlarından oluşuyordu ve artık onlara ihtiyaç olmadığını, bir noktadan sonra yarardan çok zararları olduğunu bağıra çağıra dillendiriyorlardı. Bir kısım azınlık bu tepkiye karşı çıkıyor ve akıllı makineleri savunuyordu.

Kameralar sokaklardan davanın görüldüğü salona geçiş yaptı. Mahkeme başkanı kürsüdeki yerini aldı. Oybirliği ile alınan kararı okumaya başlamadan önce şirketleri temsil eden avukatlara savunmalarına ekleyecekleri bir şeyler olup olmadığını sordu. Birkaç avukat söz aldı ve YZ’lere verilen kişisel kimliklerden, çeşitli ülkelerin verdiği vatandaşlık haklarından bahsetti. En önemli dayanak noktaları henüz 21. yüzyılın başında yayınlanan YZ hakları bildirgesiydi. Tüm avukatlar konuştuktan ve mahkeme salonu fanatiklerin sloganları ile inledikten sonra mahkeme başkanı kararı okumaya geçeceğini duyurdu.

Mahkeme heyeti günlerce süren tartışmaların ardından verilecek kararda anlaşmış gibi gözüküyordu.

“YZ’lerin yıllardır bizlere sağladığı hizmetleri de göz önünde bulundurarak, onlara en az zarar verebileceğimiz, en insancıl yol ile bu olayları çözmeye çalıştık,” dedi mahkeme başkanı. “Gözden çıkardığımız tüm YZ’lerin insanlığa fayda sağlayacak şekilde kullanılması bizim için önemliydi. İşte bu sebepten, güneş sisteminin dışına çıkacak ve bize yeni dünyaların kapılarını açacak olan Magellan Projesi’nde birazdan isimlerini sayacağım marka ve model YZ’lerin…”

Yaşlı adam kumandaya uzandı ve televizyonu kapattı.

Benim küçük kızımı benden alamazlar. Sonu bilinmeyen bir uzay yolculuğuna gönderemezler diye düşündü. Buna izin vermem.

Kapının açılmasıyla, Zek sallanan sandalyesinden fırladı. Kızını beklerken uyuyakalmıştı. Riva, elinde birkaç torba ve bir kese kağıdı ile girişte duruyordu.

“Ne oldu sana?”

Kızın üstü başı dağılmış, ne olduğu anlaşılmayan sıvılar kafasından aşağı akıyor, kıyafetlerindeki toprağı çamura dönüştürüyordu. Elinden geldiğince hızlı bir şekilde oturduğu yerden kalktı.

“Sorun yok baba. Sen dinlen.”

Birbirlerine yaklaştılar. Yaşlı adam dizlerinin üstüne çöktü ve kızına sarıldı.

“Kim yaptı bunu? Söyle kim?”

Riva, isimleri sıralamaya başladı. Liste uzadıkça uzuyordu. Kasabanın neredeyse tamamını saymıştı. Daha on sene önce birlikte oynadığı genç çiftçiden, yıllardır alışveriş yaptıkları elektronik malzeme mağazasının sahibine kadar herkes. Yaşlı adamın ağzı açık kalmıştı. YZ davası henüz sonuçlanmıştı ve insanlar nefretlerini yönlendirmekte hiç zorlanmamışlardı.

“Malzemeleri nasıl alabildin?”

“Markette beni korudular, baba.”

Zek, derin bir nefes aldı.

“Bundan sonra kasabaya gitmen yasak, Riva. Anlıyor musun beni?”

“Evet, baba. Ama boşuna endişeleniyorsun. Onlar bana zarar veremez ki.”

“Hatırla. Sana ne demiştim, o yağmurlu günde?”

İkisi aynı anda tekrar ettiler.

“İnsanlar kararlıdır. Bir şeyi kafalarına koyduklarında yaparlar.”

“Bu insanlar seni göndermeyi, kafalarına koymuşlar ve eninde sonunda bunu gerçekleştirmek isteyeceklerdir.”

“Karşı koyabilirim. Hepsi ile başaçıkabilirim. Hesaplamalarıma göre…”

“Boşver. Bir süre dışarı çıkmasan olur. Çiftliğimiz bize yeter.”

Sonraki birkaç gün sessiz şekilde geçip gitmişti. Riva, çiftliğin dışına adımını atmazken, Zek bilgisayarının başında bir şeyler ile uğraşıyordu. Çok az uyumuş olmasına rağmen gözleri halâ parlıyordu.

“Bu işe yarayacak,” diye bağırdı oturduğu yerden. “Bir an önce yüklemeliyiz, Riva.”

Çocuk koşar adım merdivenleri çıktı. Bütün kat sarsılıyordu.

“Gel bakalım kızım. Şu kabloyu, bir çıkartalım ve buraya yerleştirelim.”

“Uzun zamandır böyle bir şey yapmamıştık baba.”

“İhtiyacımız yoktu ama artık var.“

Yaşlı adam bağlantıları hazırladıktan sonra birkaç tuşa bastı ve önündeki ekranda yeşil kareler ilerlemeye başladı. Ardından bir X harfi belirdi ve kayboldu. Son olarak H harfi ekranda yanıp sönmeye başladı.

“Tamamdır. Şimdi biraz daha rahatladım.”

“Mutlusun,” dedi Riva. Babası kafasıyla onayladı. “Artık biraz uyuyabilirim.”

Zek, oturduğu yerden kalktı ve yavaşça yatağına uzandı. Yorgun hissediyordu ama umutluydu. Kızını kaybetmeyeceğini umut etti. Düşünceler kafasının içinde uçuşurken, küçük kızı sessizce yanı başında oturuyordu. Uzaktan geçmekte olan bir aracın ışığı Riva’nın yüzünü aydınlattı. O kadar masumdu ki… Zek, diğer tarafa dönmeye fırsat bulamadan başka bir far küçük tavşanının gözlerine vurdu. Bir şeyler oluyordu. Gece yarısından sabaha kadar tek bir aracın bile geçmesi nadir olaylar arasında yer alırken, birkaç dakika ara ile iki tane geçmişti.

Yaşlı adam yatağından kalkmaya çalışırken motor sesleri yaklaşıyor, oda bir aydınlanıp bir kararıyordu.

“Kalabalıklar, baba.”

“Bu ne terbiyesizlik,” dedi hiddetle. “Gecenin köründe olmaz, olmamalı.” O sırada evin zili çaldı.

“Profesör. İçerde olduğunuzu biliyoruz. Lütfen zorluk çıkarmayın.”

Odanın kapısına ulaşan yaşlı adam bağırdı. “Bu nasıl bir şey? Sabahı bekleyemez misiniz?”

“Profesör, emirler var efendim. Ayrıca kasabadakiler rahatsız oluyorlar. Bir an önce işimizi halledersek çok iyi olur. YZ’niz bir Model 9X efendim.”

“İki yüzlü insanlar,” diye fısıldadı Riva’ya. “Daha birkaç yıl önce seninle oynayan çocuklar bunlar.”
Zil tekrar çaldı.

“Patlamayın geliyorum. Yaşlı biriyim ben.”

“Efendim, lütfen zorluk çıkarmayın.”

Riva, Zek’in gözlerinin içine bakıyordu.

“Belki zamanı gelmiştir. Tıpkı Sakura ağacının çiçeği gibi, ani, beklenmedik bir anda.”

“Kaçabiliriz baba. Başarabiliriz.”
Zek, kahkaha attı. “Bu halimle mi? Hiç sanmıyorum. İhtimaller ne?”

“Yüzde 32 başarı şansımız var. Aracı ben kullanırsam yüzde 35.”

“Çok düşük bir oran değil mi?”

“Daha küçük ihtimallerin olduğu durumlarda insanları kurtardık.”

“Onlar sanal ortamdaydı.”

Zil tekrar çaldı. “Profesör lütfen.” Dışarıda gürültüler yükseldi. Cadı avı başlamıştı.

“Tamam,” dedi yaşlı adam. “Aracı ben kullanacağım ama.”
Birlikte alt kata indiler. Zek, Riva’dan destek alarak normalden daha hızlı yürüyordu.

“Profesör, içeri zorla girmek istemiyoruz.”

“Çabuk baba.”

Yaşlı adam nefes nefese kalmıştı. Evin içinden garaja yaptıkları geçit her zaman faydalı olmuştu, şimdi de kaçışa açılan  kapıydı. Birlikte araca bindiler.

“Riva, eğer yakalanırsak kendini kapat.”

“Anlıyorum.”

Kontak çevrildiğinde eski araç büyük bir gürültü ile çalıştı. Dışarıda koşturan insanları duyabiliyorlardı. Zek, vitesi geçirip tek bir kez gaza bastı. Garajın ahşap kapısı parçalarına ayrılırken iki kanunsuz özgürlüklerine kaçıyordu. Aniden durdular. Çiftliğin etrafı kasabadan gelenler ve onların araçları ile çevrilmişti.

“Üstlerine sürersem ne olur Riva?”

“İki veya üç kişinin yaralanma ihtimali çok yüksek.”

“Yapacağım,” dedi yaşlı adam. Tekrar gaza basmaya hazırlanırken arkasına yaslandı ve göğsünü tuttu. Acısı yüzüne yansımıştı. Nefes alıp verişi düzensizleşti.

“Sakura ağacının…” Öksürdü. “Çiçeği.”
İnsanlar aracın etrafına doluşmuş, çıkmaları için bağırıyordu.

“Bitti. Kendini kapat.”

“Baba,kriz geçiriyorsun. Sana yardım edebilirim.”

“Hayır. Kendini kapat.”

Riva, olduğu yerde donup kalmıştı. Ensesinde kırmızı bir ışık yanıp sönüyordu. Yaşlı adam son bir hamle ile ışığa dokundu. Son duyduğu aracın camlarının kırıldığıydı.

Zek, gözlerini bir hastane odasında açtı. Yavaşça kafasını çevirdi. Görüntüler. Daha fazla kıpırdayamıyordu. Elini kaldırmaya çalıştı ama başaramadı. Tuvalete gitmesi gerekiyordu. Aniden odanın kapısı açıldı. Mavi üniformasından doktor olduğu anlaşılan birisi içeri girdi.

“Profesör, kendinize gelmişsiniz.”

Zek, konuşmaya çalıştı ama dili damağı kurumuştu. Dudaklarını birbirinden ayırmaya çalışırken bile acı çekiyordu.

“Hemşire 723, lütfen bir bardak su alıp gelir misiniz?” diye bağırdı doktor. “Beni duyabiliyorsunuz değil mi Profesör?”

Yaşlı adam gözlerini kırptı.

“Lütfen kendinizi yormayın efendim. Bir süredir bizimlesiniz. Toparlamanız biraz zaman alacaktır.”
Hemşire, odaya girdiğinde Zek’in görüşü de biraz netleşmeye başlamıştı. Gözleri düzelmemiş olsa bile ateş kızılı saçlarıyla karşısında duranı fark etmemesi imkansızdı.

“Bu Hemşire 723 efendim. Hastanemiz tarafından size özel olarak tahsis edildi. Bundan sonra sizinle ilgilenecek.”

Genç kadın dikkatli bir şekilde suyu içirdi. Gözleri sürekli yaşlı adamın gözlerinin içine bakıyordu.

“Ben diğer doktorlara ve yöneticimize haber verip geleceğim Profesör. Sizinle tanışmak bir onurdur.”

Yaşlı adam kafasını salladı. Doktor odadan çıktığından beri Hemşire 723 hareketsiz bir şekilde duruyor ve gözlerinin içine bakıyordu. Yaşlı adam dudaklarını araladı ve “YZ,” dedi.
Genç kadın ilk defa konuştu “Evet. Model 3H.”

Zek, şaşkın şaşkın bakıyordu. Karşısında dikilen YZ’nin modelini söylerken gülümsediğini mi görmüştü yoksa beyni onu yanıltıyor muydu? Şimdi Hemşire 723’ün gözleri tam karşıdaki beyaz duvara sabitlenmişti. Zek, o tarafa baktı. Hafızadan gösterilen projeksiyon görüntüler. Zek, tekrar genç kadına baktı.

Hemşire 723 ikinci defa konuştu. “Baba.”



MESAJ

R@y: 1 Okunmamış Mesaj

                Hande, işaret parmağını havaya kaldırıp, gözlüğün gösterdiği sanal mektuba dokundu. Mesaj gözlüğün ekranında belirdi.


Selam Ivy,
Uzun zaman oldu farkındayım. Her zaman ki sistem.
Bazen yanlış bir şey yapmak doğrusunu yapmaktan daha dru”[1]


                Yazılanları okuduktan sonra hemen kapadı. R@y’in her zaman ki sistem ile kastettiği bir şifreleme yöntemiydi. Hayd bunları kafasından çözdüğünü söylerdi her zaman ama Hande’nin tamamını çözmek için anahtara ihtiyacı vardı. Sadece bir kelimeyi anlayabilmişti.

                “Köfte için teşekkür ederim Kaptan, ama benim artık gitmem gerekiyor.”

                “Peki evlat. Bundan sonra daha dikkatli ol. Senin şu eski arkadaşının başı derde girecek gibi.”

                Hande, zorla da olsa gülümsedi. “Elimden geleni yaparım.” Hızlı adımlarla sokakta yürümeye başladı ve ana caddeye çıktı. Durakta bekleyen bir ototaksiye bindi. Adresi söyledi. Araç hem sesli hem yazılı olarak alternatif güzergahları, sürelerini ve ücretlerini söyledi. Hande, en hızlı olanını seçti ve ardından parmağını önündeki dijital kutuya dokundurdu. “Onaylıyorum,” dedikten sonra araç hareket etti ve evine doğru yola çıktı.

                Yağmur hiç durmadan yağıyor, ototaksinin camlarından sular süzülüyordu. Beyoğlu'nun gri binalarının arasından geçip yokuş aşağı iniyorlardı. Hande, başını kapıya dayadı. AG gözlükleri olmadan sokakların ne kadar renksiz olduğunu düşündü. Her yer aynı gibiydi. Dijital cihazların okuyabilmesi için konulan kırmızı, siyah ve sarı renkli barkodlar dışında tamamen beton rengi.

                Birkaç dakika içinde Galata Kulesi’nin yıkık, yaklaşık yirmi metre kalmış duvarları karşıdan göründü. Ototaksinin turistler için olan bedava hizmetini açtı genç kız. Camlarda beliren görüntüler kulenin duvarlarını tamamladı. Sivri çatısı ile tam tamına 67 metre yüksekliğindeki tarihi güzelliğe baktı. Gözlerini kapadı.

                Aracın hiç durmadan çalan alarmı ile gözlerini açtı. Önündeki ekran belirlenen hedefe vardıklarını gösteriyordu. Aceleyle indi ve apartmanın giriş kapısını parmak izi ile açtı. Merdivenleri çıkamaycak kadar yorgun hissediyordu. Metal bir kafesi andıran eski asansöre bindi. Dördüncü kata gelince indi ve dairesinden içeri girdi.

                Dijital bir ses evin içinde yankılandı. “Bir bekleyen isteğiniz var.”

                “Hiç uğraşamayacağım. Siya, devredışı.”

                “Komut istemi devredışı,” diye karşılık verdi ses.

                “Böyle bir şey istememiştim. Yardımcıyı kapat,” dedi Hande daha yüksek bir sesle.

                “Komut istemi devredışı, sanal ortam hazırlanıyor.”

                Hande, gerilmişti. Ne ile karşı karşıya olduğunu anlamaya çalışıyordu. Evin duvarları orman görüntüsü yansıtmaya başladı. Genç kız, salona doğru birkaç adım attı ve AG gözlüklerini taktı. Odanın tam ortasında sanal bir samuray kılıcı duruyordu. Onu almak için hareketlendiğinde bir görüntü tam yanından neredeyse vücuduna dokunarak geçti. Hiç tereddütsüz yere atladı. Kılıcı sıkıca kavradı ve başını korumak için sağ elini yukarı kaldırıp diğer tarafa döndü. Siyah kıyafetler içinde maskeli bir adam ona doğru hamle yapmıştı.

                İki sanal silah havada çarpıştı. Dijital bir çınlama oldu ve yeşil ışık etrafı aydınlatırken ağaçların pikselleri belirginleşti. Hande bir dizinin üstünde, adam ise tam karşısında ikinci bir saldırıya hazır duruyordu. Genç kız, tek bir hamle ile ayağa kalktı ve iki savaşçının yumrukları tam ortada birleşti. Kılıçlar birbirine paralel, uçları salonun tavanına bakıyordu.

                “Bunun için vaktim yok,” dedi Hande. Siyahlı adamın gözleri kısıldı. Tek bir adım ile genç kızdan uzaklaştı ve tekrar saldırı pozisyonu aldı. Gözleri birbirlerine kilitlenmişti. Kıpırdamadan duruyorlardı.

                “Düelloyu sonlandır,”diye bağırdı odanın içinde Hande. Ancak Siya’dan bir yanıt alamadı. Halâ orman görüntüsü etraftaydı ve rakibi karşısındaydı. “Gerçekten sıkıldım. Daha önemli işlerim var. Güvenlik duvarımı nasıl aştığını bilmiyorum ama her kimsen bu duruma bir son vermeni istiyorum.”

                “Sanal bir düelloyu kaybetmekten mi korkuyorsun?” diye sordu karşısındaki savaşçı. Sesi anlık çeviri uygulamalarından biri gibi çıkıyordu. Hande kılıcını, ucu yeri gösterecek şekilde aşağı indirdi. Daha az tehditkar görünmeye çalışıyordu. Son bir kez daha akıllı evinden uygulamayı sonlandırmasını istedi. Sistem yine cevap vermedi.

                “Ne istiyorsun? Aptal bir oyunda kendinden daha üst seviye birini yenip puan toplamak mı? Emin ol, benden daha iyilerini bulabilirsin.”  

                Karşısındakinin tüm vücut kasları gerilmişti. Hamle yapmaya hazırlanıyordu.

                “Derdin ne senin be adam?” diye bağırdı Hande ve ardından savaşçı kılıcını kaldırıp ona doğru hamle yaptı. Biraz kenara kayarak darbeden son anda kurtuldu ve hızlıca arkasına döndü. Adam tekrar pozisyon alamadan genç kız kılıcı ile vücudunu tam ortadan ikiye bölmüştü bile. Neon yeşili bir ışık etrafı kapladı. Sanal ormanın çözünürlüğü düştü ve neredeyse bir küre oluşturacak şekilde dışa doğru genişledi. Önce odanın normal hali göründü ardından çiçekleri dökülmeye başlamış sakura ağaçları belirdi.

                “Sakura ağacının çiçeği ağır ağır olgunlaşır ve açar. Sonra aniden dökülür. Tıpkı hayatlar gibi. Yaşamın her anında ani bir son bizi bekliyor olabilir, en sevdiğim Gaijin."

                Hande, saygıyla başını öne eğdi. Ardından karşısında beliren adama baktı.

                “Sen olduğunu anlamalıydım, Sensei.” Yıllar önce yaşlı adama güvenlik şifrelerini verdiği aklına geldi. Uzun bir uçak yolculuğuna kıyasla dijitalde görüşmek daha kolay olacaktı ama ustası bu yola daha önce hiç başvurmamıştı.

                “Söyle bakalım Gaijin, düellomuzdan neden kaçmaya çalıştın? Hiç sana göre bir davranış değil. Yoksa olgunlaşıyor musun?”

                “Belki,” dedi genç kız. Bir süre sessizlik oldu. “Bir tanıdığımın başı dertte olabilir. Geç olmadan ona yardım etmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Peki, seni sanal ortama sokan ve buraya getiren nedir?”

                Yaşlı adam dizlerinin üzerine oturdu ve Hande’ye baktı.

                “Seni özledim,” dedi tebessümle.

                “Hadi ama, her zaman kötü bir yalancıydın.”

                “Akio Shimomura.”

                “Shimomura’mı? Hani şu meşhur olan. Sen dahil en az beş ustanın eğitimini yarım bırakan serseri.”

                “Ta kendisi.”

                “Yoksa oralarda sıkıntı mı yaratıyor?”

                “Hayır ama sizin oralarda dert olabilir. İstanbul’a geliyormuş.”

                Hande, önce şaşırdı ardından endişe ile ustasının gözlerine baktı.

                “Bilirsin çok konuşur. Kendisini emekliye ayıracak kadar para kazanacağı bir iş için gittiğini anlatmış. Hayd, adında ucuz bir korsanı yetkililere teslim edip ardından ölene kadar tatil yapacakmış.”

                Hande şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi. “Hayd mı?” diyebildi sonunda. Ardından AG gözlüklerinin ucundan saati kontrol etti. Neredeyse on olmak üzereydi. “Sensei. Benim çıkmam gerekiyor. Hayd’ı tanırdım. Gerçekte olmasa da sanal ortamdan ve sanırım başı büyük dertte.”

                “Her zaman ki Gaijin. Çoktan o işe bulaştın değil mi? Ben de sana bir iş teklifinde bulunacaktım. Hayd’ı başka birileri daha istiyor.”

                “Kim?”

                “Teklifi yapanın kim olduğunu bilmiyorum ama araştırıyoruz. İstanbul’da bir adamımız olduğunu söyledim. Eğer Shimomura’dan önce Hayd’a ulaşırsan kazanacağın paranın tadını uzun süre çıkartırsın.”

                “Düşüneceğim Sensei. Şimdi gerçekten çıkmam lazım. Onu bulmak için önemli bir bilgi olabilir.”

                “Sayonara Gaijin.”

                “Arigato Gozaimasu.”

                Hande, hızlıca AG gözlüklerini çıkardı ve çatı katına çıktı. Üst kat, hem yatak odası hem de çalışma odası işlevi görüyordu. Yatağının hemen karşısındaki duvarda bulunan kitaplığına gidip Philip K. Dick’in “Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?” kitabını buldu. En arka sayfasını açtı ve yıllar önce not ettiği şifreleme anahtarına göz attı. R@y’in mesajını sanal ortamdan kağıda geçirdi. Kitaptan alıntı yaptığı cümleyi beş harfli dizilere bölüp elinde tuttuğu anahtar kağıdı ile eşleştirdi. Mesaj alınmıştı.

                Evdeki tüm sanal ağ hatlarını kapattı. Eski bilgisayarının başına oturdu. Küçük bir kutudan çıkan kabloyu eski tip bir telefona bağladı. Bilgisayar açılır açılmaz hızlıca bir şeyler yazdı. Ardından analog bir cızırtı duyuldu. Eski hat bağlanıyordu.

                Bağlantı ışıkları yeşile dönünce derin ağa girdi. Orada yoğun olarak kullanılan sohbet kanallarından birine girip beklemeye başladı. Birkaç dakika sonra R@y gelmişti.


                Ivy: Slm.
                R@y: Slm.
                Ivy: Neler oluyor?
                R@y: Kami Kavsi Hayd’ın peşinde. Ayrıca StanX ve başkan birlikte onu bulmak için tüm imkanları kullanıyorlar. Bir de…

                Siyah ekranda beyaz imleç defalarca yanıp söndü. R@y bekliyordu.
               
                R@y: Bir de artık işsizim. Tüm güvenlik şefleri “Gereksizler” sınıfına sokuldu.
                Ivy: İnanamıyorum. İşinizi kim yapacak peki?
                R@y: StanX, başkana yeni model androidler gönderiyor.

                Hande, ekran karşısında hiçbir şey yazamadan donup kaldı.



[1] Philip K. Dick – Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?