BEYAZ KORSAN

                Makine Kulübü ismi verilen bar, dışarıdan tarihi yapıları andıran ama aslında büyük depremden sonra yapılmış taklit bir binadaydı. Ahşap gibi görünen dokunmatik yüzeyler ile donatılmış masalar, duvarlara asılmış eski film afişlerini gösteren çerçeveler -ki onlar da dijitaldi ve belirli aralıklarla değişirdi- ve hep aynı makineden çıkan içerisine çeşitli içkilerin aroması katılmış sıvılar ile dışı kadar içi de sahteydi.

                Hande, İstanbul’da neredeyse hiç durmadan yağan yağmurdan sırılsıklam bir halde içeri girdi. Üzerinde bacaklarını olabildiğince ortaya çıkaran bir pantolon ve deri bir ceket vardı. Kafasına koyduğu herkesi tavlayabilecek kadar etkileyici olması gerekiyordu ama kısa sarı saçları ıslanıp gözünün önüne düşmüştü. Bir erkek çocuğu gibi gözüktüğünü tahmin edebiliyordu.

                “Lavabo ne tarafta acaba?”

                “Bir şeyler içecek misin? Yoksa sadece ihtiyacın için mi geldin?” diye sordu barmen.

                Genç kız, yavaş adımlarla bara yaklaştı ve deri ceketinin fermuarını biraz açtı. Parmaklarını iki göğsünün arasına soktu.

                “Eski tip kağıt para mı istersin yoksa kripto olanlardan mı?”

                Barın diğer tarafındaki adam gülümsedi. Elindeki bez, temizlemeye çalıştığı bardağın içinde  kalakalmıştı.

                “İstediğin gibi ödeyebilirsin canım,” dedi. “Lavabo şu tarafta.”

                Parmağıyla barın diğer ucunda bulunan kapıyı işaret etti.

                “Teşekkür ederim.”

                “Yardıma ihtiyacın olursa seslenmen yeter. Buradan seni duyabilirim.”

                Hande, yumruklarını sıktı ve bir an sonra gevşetti. Hedefine ulaşmadan önce güç gösterisine gerek yoktu. Minik dolandırıcıyı ürkütmek istemiyordu. Hızlıca arka tarafa geçti. Sırt çantasını lavabonun üzerine koydu ve ufak bir paket jöle çıkardı. Saçlarının öne düşen kısmını havaya kaldırıp tepesini biraz dağıttı. Aynada kendini kontrol etti ve siyah göz kalemi ile son dokunuşunu yaptı. Dar ve pis tuvaletin kapısını açmadan hemen önce ceketini çıkardı ve göbeğini açıkta bırakan kolsuz bluzunun göğüs kısmını düzeltti. Ardından çantasını alarak dışarı çıktı.

                Barın içinde yürürken masalara hızlıca göz atıyordu. Cam kenarında oturan bir çift ve tek başına oturan bir adam… Gözlerini asma kata çevirdi, bir grup genç gürültülü şekilde sohbet ediyordu. Kendisine OvDoz diyen hırsız da onlardan biri olmalıydı. Ağır ağır merdivenleri tırmandı.

                Kendilerine yaklaşan genç kızı gören grubun sesi kesilmişti. İçlerinden biri ıslık çaldı. Başka bir tanesi de arkası dönük arkadaşını dürtüyordu. Genç adam kafasını Hande’nin geldiği yöne çevirdi. Gözleri aniden fal taşı gibi açılmıştı. Kendini toparladı ve ayağa kalktı.

                “Sen Ivy olmalısın,” dedi.

                “Ve sen de…”

                “OvDoz, yani şey Serkan.”

                “Memnun oldum.”

                “Gerçek ismin?”

                “Ivy, demen yeterli.”

                “Peki, sen bilirsin. Arkadaşlar,bu Ivy. X-Life’da tanıştık. Kendisi 15. Seviye.”

                “Güzel olduğu kadar başarılıymış da,” dedi gençlerden biri.

                “Lütfen, arkadaşlarımın kusuruna bakmayın.” Sandalyesini Hande’nin oturması için kenara çekti, OvDoz. “Ne içersiniz?”

                “Cin tonik, lütfen.”

                Gençlerden bir tanesi aşağıdaki barmene bağırdı ve siparişi hızlıca iletti. Hande, çantasından çıkardığı bir parça kağıt ve tütünü masaya koydu. Yanına oturan Serkan’ın gözlerinin içine baktı. Sigarasını sarmaya başladı.

                “Ivy, benim 10. Seviye olmama yardım etti,” dedi arkadaşlarına OvDoz. “Ona bir teşekkür borçluydum ve bunu bu akşam burada gerçekleştirmek istedim.”

                Masanın etrafından alkış ve ıslık sesleri yükseldi.

                “Avatarından daha güzelsin,” diye fısıldadı Hande’nin kulağına. Genç kız, tütün kağıdını yalarken Serkan’ı izliyordu. Uzun boyluydu ama yapılı biri değildi. Rahatça başedebileceğini düşündü ama önce şu arkadaşlarından kurtulmalıydı.

                Hande, elini masaya uzattı ve çakmağını aldı. Parmaklarının arasında dolaştırdı. Etrafındakilerden birkaç tanesi sigarasını yakmak için hamle yaptılar ama hiç biri başarılı olamadı. Kağıdın dışına taşan tütünleri kendisi tutuşturdu,derin bir nefes çekti ve grubun ortasına doğru üfledi.

                Bir süre etrafındaki insanları dinledi. Korsan olmaya özenen bir çocuk grubundan farkları yoktu. Basit dolandırıcılıklarını anlatıyor, kazandıkları milyonda bir oranında kripto paralar ile gurur duyuyorlardı. Hande, sessizce oturuyor konuşulanları dinliyordu. Serkan, birkaç defa kıza dokunmak için teşebbüste bulunmuştu ancak vazgeçmişti. Bir sonraki denemesinde elini kızın dizinin üstüne koydu. Hande, bacağındaki eli yakaladı ve bulunduğu yerden biraz yukarı doğru sürükledi. Genç adam şaşırmıştı. Ona seslenen bir arkadaşını duymadı.

                “Dostum, sana söylüyorum. Artık X-Life’da kendine daha büyük hedefler koymalısın. Hem böyle bir fıstığın desteğini de almışsın.”

                Kahkahalar yükseldi. Serkan, konuşamıyordu.

                “E-e-evet. Ben başarılı bir korsanım.”

                Bir yudum cin tonik, ardından OvDoz’un suratına üflenen sigara dumanı. Hande, sıkıntıdan patlamak üzereydi ve yeterince oyalanmıştı. Serkan’ın kulağına yaklaştı.

                “Gidebileceğimiz daha iyi bir yer yok mu?” diye fısıldadı.

                “Na-nasıl bir yer?”

                “Bilmem. Daha sessiz, sakin. Başbaşa kalabileceğimiz…”

                “Benim kübiğe gidebiliriz istersen,” diye geveledi genç adam. Hande, bu serserinin bir kübik sahibi olmasına şaşırmıştı. Ucuz bir otel odasından daha iyiydi. İşini rahatlıkla yapabileceği bir mekan.
                “Tamam öyleyse, gidelim,” dedi ve Serkan’ın elini vücudundan çekti.

                “Arkadaşlar benim biraz dinlenmem gerekiyor. Siz eğlenceye devam edin,” dedi Serkan ve masayı sarsarak ayağa kalktı. Neredeyse tüm bardakları devirecekti.

                “Yapma ama daha yeni başlamıştık. Hem kutlama için bizi sen davet ettin,” dedi masadakilerden bir tanesi.

                “Bensiz de içebilirsiniz herhalde.”

                Hande, yavaşça ayağa kalktı. Büyük bir “ooo” sesi yükseldi. Arkasından gelen uğultu, ikilinin ayrılmasını fazla da dert etmeden muhabbete devam ettiklerini göstermişti. Birlikte alt kata indiler. Genç adam iyi niyet göstergesi olarak hesabın tamamını ödedi. Ne de olsa bir gün önce birkaç enayi tokatlamıştı.

                Makine Kulübü’nün dışına çıktıklarında hiç değişmeyen kurşuni İstanbul gökyüzü karşıladı onları. Yağmur ince ince yağmaya devam ediyor, rüzgâr, damlaları dümdüz aşağı düşmekten alıkoyuyor ve yönlerini suratlarına çeviriyordu. Şehirde yaşayan herkes, haftanın yedi, yılın üç yüz altmış beş günü yağan yağmura alışmıştı.

                Hande, sırt çantasından bir avuç boyutunda katlanmış yağmurluğunu çıkardı ve hızlıca üstüne geçirdi.

                “Haydi gidelim artık.”

                “AG gözlüklerini takmıyor musun?” diye sordu Serkan.

                “Hayır.”

                AG gözlüklerini takmadıklarında şehir grinin tonlarından oluşurdu. Tek renk binalar ve dükkanlar… Üzerilerine çizilmiş barkodlar dışında hiçbir şey olmazdı. Ama gözlükler takıldığında ve kodlar gözlük tarafından tarandığında tüm dükkanların sanal vitrinleri ortaya çıkar, bir renk cümbüşü gerçekliğin yerini alırdı. Neon ışıklarının arasında son moda ürünlerin tanıtımları, yiyecek içecek reklamları baş döndürücü bir hızla değişir dururdu.

                “Ben takıyorum. Yolda ilerlerken bir içki dükkanından sipariş verebilirim. Biz kübiğe ulaşana kadar bir uçargöz teslimatı yapar.”

                “Gerek yok,” dedi Hande.

                “Hemen olaya girmek istiyorsun demek,” diye karşılık verdi genç adam pis pis sırıtarak. Genç kadın o sırada pantalonun sağ bacağının üst tarafındaki gizli bölümü kontrol ediyordu.

                Yağmur altında bir süre yürüdüler. Sokaklar günün her saatinde olduğu gibi kalabalıktı. Neredeyse her milletten insan yığılmıştı. Amerika – Rusya siber savaşı sırasında StanX’in yatırımları İstanbul’a kaymış ve şehir önemli bir sanal merkez haline gelmişti. Berlin – Tokyo optik hattının tam ortasında yer alıyordu. Yasal veya yasa dışı her türlü yazılım, sanal sistem, eğlence birimleri, eski ve yeni donanım parçaları şehirde rahatlıkla bulunuyordu. Sanal ortamın cazibe merkezi…

                “İşte geldik.”

                OvDoz, bir çokları gibi 2. Sektör’de yapılan yirmi katlı toplu konutlarda yaşıyordu. Şirket şehre gelmeden önce parasız kalan belediyenin inşa ettiği, sadece asansör ve merdiven sisteminden oluşan betonarme yapılar. Sistemin geri kalanı tamamen modülerdi. Eğer bir kübiğiniz var ise boş bir kuleye ekleme yaptırmanız yeterliydi.

                “Kaçıncı kattasın?” diye sordu Hande.

                “Beş ama yakında iki kat yukarı çıkacağım. Yeterince kripto para kazandım.”

                “Öyle mi?”

                Serkan, pis pis sırıttı. “Seninle birlikte daha yükseklere bile çıkabilirim.” Hızlıca parmak izini demir kapıya okuttu ve içeri geçtiler. Eski asansör, gürültü bir şekilde titreyerek katları çıktı. Altıgen kuleye yerleştirilmiş altı kübik. Her kapının kendisine özel bir işareti vardı. İngilizce işaretlenmiş bir tanesi ve altında bir kare kod, diğerinde kanji ile yazılmış “kadın” kelimesi ve başka bir kare kod. OvDoz’un girişi kişiliği kadar abartıydı. Rakamlar, kare kod, mavi neon ile parlayan ve OvDoz olduğunu belirten bir avatar resim bile vardı.

                “İşte benim fakirhane.”

                Hande, kapıyı yavaşça kapattı. Yağmurluğunu üstünden çıkarıp yere bıraktı.

                “Makineni görmek istiyorum,” dedi karşısında şapşal şapşal bakan genç adama.

                “He-he hemen mi?”

                “Bana şu korsancılık oynadığın bilgisayarı ve cihazları göstersene.” Vücudunu Serkan’ınkine yapıştırdı ve deri ceketinin fermuarını açtı. Ardında bir eliyle adamı ittirip uzaklaştırdı.

                “İşte burada.”

                Basit bir bilgisayar, Doğubank’tan ucuza alınmış birkaç alet, onlardan çok daha ucuza mal edilmiş bir SG gözlüğü. Bunlarla kendini bir şey sanması tam bir aptal olduğunu gösteriyordu.

                Hande, minik hırsızının bilgisayar karşısındaki sandalyeye oturmasını sağladı. Kendi elleriyle SG gözlüklerini taktı.

                “Hadi bana marifetlerini göster.”

                “Şimdi mi? Ama ben şey sanıyordum.”

                “Herşeyin bir sırası var,” diye karşılık verdi Hande ve elini omzundan çekip vücudunun alt taraflarına dolaştırdı.

                “Giriş yapıyorum.” Birkaç saniye sessizlik, ardından ucuz klavyeden gelen tuş sesleri… “OvDoz içerde.”

                Elini adamın vücudundan çekti ve bacağında bulunan gizli bölümü açtı. Kendi tasarımı olan minik bıçağı çıkardı ve sivri ucunu Serkan’ın boynuna dayadı.

                “Şimdi beni iyi dinle kendini bir halt sanan küçük serseri. Küçük oyunlarınla çarptığın bir müşterim var ve parasını geri istiyor. Bana hiç itiraz etmeden işlemlere başlayacak mısın yoksa seni biraz hırpalamam mı gerekecek?”

                Yaklaşık bir saat önce arkadaşlarına hava atan genç gitmiş yerine korkudan tir tir titreyen bir böcek gelmişti.

                “Kimden bahsettiğini bilmiyorum,” dedi korku içinde. “Be-ben kimseden bir şey çal…”

                Cümlesini bitiremeden Hande, koltuğu kendine doğru çevirdi ve adamın suratına bir tokat patlattı.

                “Belki bu hatırlamana yardımcı olmuştur.”

                “Tamam, tamam. Hatırladım. Geçen hafta büyük miktarda çarptığım şu adamı diyorsun herhalde.” Sözünü bitirir bitirmez Hande’nin üzerine atladı. Birlikte yere yuvarlandılar. Hande, dudağını sert bir yere çarptı. OvDoz kaçmak için kapıya yöneldi. Genç kadın hızla elindeki bıçağı fırlattı ve hedefini baldırından vurdu.

                “Sakın kıpırdama küçük serseri. Peşini bırakmayacağımın farkındasındır sanırım.”

                Adam kapının dibinde inledi.

                “Bu biraz acıtacak,” dedi Hande ve bıçağını tüm gücüyle çekti. Adamın çığlığı kübikte yankılandı. “Burayı ses geçirmez yaptırmışsındır diye düşünüyorum. Öyle değilse bile eminim kimsenin umrunda değilsindir.”

                Yakasından sürüklediği OvDoz’u tekrar koltuğuna oturttu. Sırt çantasından çıkardığı tableti de uzattı. “Şimdi şunu bağla ve işlemlere başla. Kripto para transferlerini yapacağın hesaplar burada. Önce müşterimden aldıklarını geri vereceksin. Sonra da diğer hesaba elinde kalanların hepsini.”

                “Hepsini mi?” diye inledi Serkan.

                “Evet hepsini. Çalarken hepsini çekmeyi biliyorsun.”

                “Lütfen,” dedi ve ağlamaya başladı. “Bunları elde etmek için çok çalıştım.”

                “Zırlamayı kesecek misin? Yoksa seni susturmam mı gerekecek?”

                İstemeyerek de olsa tableti aldı ve bilgisayarına bağladı. Birkaç şifre işleminden sonra para transferlerini yapmaya başladı.

                “Küçük korsan özentisi seni. Satın aldığın çakma programlarla izini kaybettirebileceğini mi sandın?”

                Tabletin ekranında bulunan kutucuklar kırmızıdan yeşile döndüğünde Hande’nin de işi bitmişti.

                “Bir daha seni böyle işler yaparken görmeyeyim, affetmem ona göre.” Kanlı bıçağını adamın üzerinde temizledi ve eski yerine yerleştirdi. Eşyalarını çantasına koydu, yağmurluğunu giydi ve dışarı çıktı. Müşterisine hızlıca bir mesaj gönderdi. Tüm bu hareket ve adrenalin karnını acıktırmıştı. Her zamanki gibi köfte ekmek yemek için Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki “Kaptan’ın Yeri”’ne doğru yürümeye başladı.

                Kaptan’ın bulunduğu sokağa girerken birkaç gencin koşarak geçtiklerini gördü. Biraz ilerideki duvarda kırmızı boya ile çizmeye çalıştıkları yay şekli parlıyordu. Köfte tezgâhının başında Kaptan elindeki sopasıyla etrafa bakınıyordu. Hande’yi görünce gülümsedi.

                “Hoş geldin, kızım,” dedi.

                “Hoş bulduk. Çok açım. Her zaman olduğu gibi Kam’ın küçük serserilerini kovalamışsın.”

                “Bir rahat bırakmıyorlar. Pirinç ekmeği arasına proküp, ne aroması istersin?”

                “Köfte var mı?”

                “Olmaz olur mu? Keşke sana buğday ekmeği ve gerçek etten bir şeyler yapabilseydim. Gerçek proteine ihtiyacın var gibi gözüküyor.”

                “Hiç buğdaydan yapılmış ekmek yemedim ama bir keresinde gerçek etin tadına bakmıştım. Aromalara hiç benzemiyordu.”

                “Siz çok alıştınız bu sahte şeylere. Hiç durmayan bu yağmurda artık buğday yetişmez. Zaten yetiştirmek isteyeni de bulamazsın. ”

                Hande, kırmızı ışıkla aydınlatılmış tezgaha yaklaştı. Kaptan gözlerini kısarak suratına baktı.

                “Dudağına ne oldu senin?”

                “Ufak bir iş kazası.”

                “Yine mi? Senin sanal dünyadan dışarı çıkmaman lazım evlat.”

                “Ben o kadar iyi bir korsan değilim.”

                “Yine aynı kişiden bahsedeceksin değil mi?”

                “Evet Kaptan, Hayd öyleydi,” dedi Hande, gözlerini Kaptan’dan kaçırarak.

                “Hiç karşılaşmadığın, sanal dünya dışında hiç bilmediğin biri ve yanlış hatırlamıyorsam en son bir sene önce büyük saldırı sırasında görüştünüz. Sonra…”

                “Sonrası yok. Bir daha hiç haber almadım.”

                “Öyle birinin hiç var olmadığını düşünmeye başlamıştım.”

                Yaşlı adam sanki söyleyecek başka bir şeyi varmış gibi cümlesini yarıda kesti. Hande şaşırdı.

                “Ama…”

                “Ama artık öyle biri olduğunu düşünüyorum. X-Life’ta Kam’ın adamları onu soruşturuyor. Ayrıca bugün iki polisi Hayd hakkında konuşurken duydum.”

                Hande’nin şaşkınlığı bir kat daha artmıştı. Hayd tekrardan ortaya mı çıkmıştı? Yoksa eski dosyaları tozlu raflardan çıkaracak bir şeyler mi oluyordu? Deri ceketinde duran AG gözlükleri titreşti.

                “Bir saniye Kaptan.”

                Gözlükleri gözüne yerleştirdi ve açtı. Neredeyse bir yıldır hiç kullanmadığı bir adrese mesaj gelmişti. Küçük resmi parmağı ile işaretledi. Ardından Gelen Kutusu açıldı.

R@y: 1 Okunmamış Mesaj

EDENİA

Yaşlı Jason Stan oturduğu kambur pozisyonda yorulduğunu hissederek arkasına yaslandı. Saatlerini düşünmekle geçirdiği odasından çıkıp biraz rahatlamak istiyordu. Masasının üzerine yansıtılmış olan görüntüdeki birkaç tuşa bastı. Odanın duvarları, Edenia’nın çevresinde bulunan kameralardan en iyi dünya manzarasını alan görüntüyü aktarmaya başladı. AG gözlüklerinin yansıttığı menüden bir kahve seçti.

Dakikalar içerisinde yarım akıllı bir hizmet androidi içeri girdi ve yaşlı adama kahvesini uzattı.

“Bu iş çok uzadı,” dedi Jason.

“Başka bir isteğiniz var mı efendim?”

“Yok. Seni gerizekalı makine.”

Android hizmetçi “yok” komutunu alır almaz arkasını dönüp odadan çıktı.

Aslında çok yaklaşmıştık diye içinden geçirdi yaşlı adam.

Başarmaya birkaç adım kalmıştı. Ta ki lanet bir pazartesi sabahı büyük bir siber saldırıyla uyanana kadar... Yirmi yıllık çalışmalarının durma noktasına gelmesi, tüm dünyada borsaların çökmesi ve ardından başlayan Amerika-Rusya siber savaşı.

                Jason Stan kahvesinden bir yudum aldı. Düşmanlarını hep yakında tuttuğunu düşünürdü. Rakip şirketler, devlet başkanları… Ama darbe hiç beklemediği bir yerden gelmişti. Henüz kimsenin tam olarak anlayamadığı, kimin yaptığını bulamadığı birinden.

                AG gözlüklerinden dünya saatlerine baktı.  Berlin’de sabah olmuştu. Projenin baş sorumlusunu aramak üzere parmağını gözlerinin önüne kaldırdı, rehberi açtı ve hızlı aramalardan Müller’i seçti. Telefon uzun uzun çaldı, sonra aniden kesildi ve gözlüğün küçük ekranında uykulu gözlerle ekrana bakan bir adam belirdi.

            “Günaydın Profesör. Umarım rahatsız etmiyorumdur.”

“Hayır, efendim. Size nasıl yardımcı olabilirim?“

“Bir gelişme var mı?  Ne kadar ilerleyebildik?”

“Bay Stan, elimizden geleni yapıyoruz. Deneklerimizin birkaç tanesinde kayda değer ilerlemeler sağladık ancak eski çalışmalar olmadan sıfırdan başlamış gibiyiz. Çok zaman alabilir.”

“O kadar zamanımız olmayabilir,” diye beklenmedik biçimde bağırdı yaşlı adam.

“Anlıyorum efendim.”

“Kusura bakma Hans. Senin suçun olmadığını biliyorum. İstanbul ve Tokyo’dan bir haber var mı?”

“Araştırmalarını bizimle düzenli olarak paylaşıyorlar. Eskisinden daha tedbirliyiz. Üç büyük makine sürekli olarak birbirlerini yedekliyor. Ayrıca tüm güçleri ile olasılıkları deniyorlar.”

“Tahmini bir süre çıkardılar mı?”

“Hayır, Bay Stan.”

“Teşekkür ederim Hans. Bir gelişme olursa haber verirsin.”

“Tabii efendim.”

                Profesör Hans Müller’in görüntüsü yaşlı adamın gözünün önünden kayboldu. Jason düşüncelere dalmıştı. Kahvesinden birkaç yudum daha aldı. Odasından dışarı çıktı ve bardağını kapının hemen önünde bekleyen yarım akıllının eline bıraktı. Şimdi Edenia’nın metal koridorlarında dolaşıyordu. Güvenlik birimine yaklaştıkça etraftaki görevlilerin sayısı artıyor, her biri ufak bir baş selamı ile Stan’in yanından geçiyordu. Ana kontrol odasının önüne geldiğinde içeride çalışan makinelerin sesini rahatlıkla duyabildiğini fark etti. Konuşmalar, yarım akıllılardan çıkan sesler ve diğer makinelerin seslerinin oluşturduğu bir kakofoni dışarıya yayılıyordu.

                Jason Stan, derin bir nefes alarak kapıyı açtı. Ekranlarının başında tüm dikkatlerini işlerine vermiş olan insanlar yaşlı adamı karşılarında görünce ayağa kalktılar. Androidler ise bir anlık duraksamanın ardından derhal işlerine geri döndüler. Stan eliyle oturun işareti yaptı.

                “Hoşgeldiniz,” dedi iri yarı güvenlik şefi.

                “Ne durumdayız?”

                “Berlin ve Tokyo’da her şey kontrol altında. Şirketin seçtiği başkanlar görevlerine devam ediyor. Herhangi bir isyan durumu yok. Ancak İstanbul daha karışık.”

                “Nasıl daha karışık?”

                “Tam olarak kontrolü sağlayamadık. Ayrıca hala eski hatlardan sanal ağlara girilebiliyor. Takibi çok zor.”

                “Şu kendisine Hayd adını veren serserinin İstanbul’da olma ihtimali var mı?”

                “Diğer şehirleri büyük oranda eledik efendim. Orada olma ihtimali çok yüksek.”

                “Neredeyse bir yıl olmak üzere, saldırının yıldönümü yaklaşıyor. Hala herhangi bir talep gelmedi mi?”

                “Hayır, Bay Stan. Ne bir istek var, ne de Hayd denen adamdan bir iz.”

                “Buhar olup uçmadı ya,” diye söylendi yaşlı adam. Bir yandan da odanın içerisinde ağır ağır dolaşıyordu. “Bir fikriniz var mı, Bay Tyler?”

                İri yarı adam alnındaki terleri sildi. Kendini sıkmaktan yüzü buruş buruş olmuştu. Bir süre önce makinelerin önünde dev gibi duran adam giderek küçülüyordu.

                “Saldırının yıl dönümünde bir istekte bulunmasını bekleyebiliriz. Korsanların genel davranış biçimlerine…” dedi ve duraksadı. Yaşlı adam hemen lafa girdi.

                “Başlatma şimdi genel davranış biçimine! Adam beklediğimiz hiçbir şeyi yapmadı. Onu saklandığı delikten bizim çıkarmamız gerekebilir.”

                “Daha önce dediğim gibi efendim, İstanbul’da durum biraz karışık.”

                “Nasıl karışık olabilir? O şehri batmaktan kurtardık, yatırımlar yaptık. Teknoloji verdik. Başkanları o koltukta kalmak için istediğimiz herşeyi yapar.”

                “O yapar ama Kam adını verdikleri adam ve onun grubu Kami Kavsi hala isyan halinde. Başkanı istemediklerini açıkça söylediler ve şirketimizi tehdit edecek kadar ileri gittiler.”

                “Kim olduklarını sanıyor bunlar?” diye bağırdı yaşlı adam. Ardından kendinden beklenmeyecek bir güç ile önünden geçmekte olan yarım akıllıya vurdu. Android, bir an için tökezledi ardından hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etti.

                “Tam olarak ne istediklerini öğrenmeye çalışıyoruz efendim.”

                Jason Stan birkaç adım attı. Elini güvenlik şefinin omzuna koydu.

                “Beni iyi dinle genç adam. İnsanlar bir şey istemez, isteyemez. İsteklerini biz belirleriz. Neyi arzulayacaklarını, neye ihtiyaçları olduğunu biz onlara gösteririz. Bizim ürünlerimizi alırlar. Bizim istediğimiz kişileri yönetici seçerler. StanX şirketi yapar, onlar kullanır. Biz üretiriz, onlar tüketir. Kam veya adı her neyse, bir talebi olmamalı. Bir şey talep edecek durumda olmamalı. İstanbul’da insanların YongaX’i yok mu?”

                “İstanbul nüfusunun yüzde doksan ikisinde yongamız mevcut efendim. Geri kalanlarda sisteme dahil edilmeye çalışılıyor.”

                “Öyleyse bahsettiğin bu grup içerisinde yongamız kullanılıyor. Bir çoğunun, hatta belki de kendini bir şey sanan şu herifin beyni bile elimizde olabilir.”

                “Olabilir,” dedi güvenlik şefi, kendisinin bile zor duyabileceği bir ses tonu ile.

                “Harekete geçme zamanımız geldi de geçiyor bile. Başkan’a söyleyin şu Kam işini bir an önce çözsün. Eğer çözemiyorsa biz bir yol buluruz. Siz de tüm dikkatinizi Hayd’a verin Bay Tyler. Hangi deliğe girdiyse çıkarın onu.”

                “Anlaşıldı efendim.”

                “Ben Nora’nın yanında olacağım. Bir gelişme olursa haber verirsiniz.”

                Güvenlik şefi anladığını belli edercesine başını salladı. Jason Stan ağır adımlarla odadan çıktı. Edenia’nın metal koridorlarında tek başına yürüyordu.

                Lanet bir korsan ne isteyebilir diye düşündü. Mal, mülk, para. StanX şirketi dünyanın her yerinde, Karun’dan daha zengin edebilirdik onu. Eğer sessizliğini korursa kendi sonunu da hazırlamış olacak. Siktiğimin herifini kimse elimden alamayacak.

                Nora’nın odasına yaklaştıkça kendisini sakinleştirmeye çalıştı. Onun karşısında her zaman sükunetini korumuştu, şimdi de aynısını yapacaktı. Birkaç köşeyi dönüp, asansörle en üst kata çıktı ve Edenia’nın en özel odasına ulaştı. Önce parmak izi, ardından retina taramasını geçti. Nihayet kapılar açıldı.

                “Ben geldim,” dedi Jason Stan, loş bir ışıkla aydınlatılmış odaya girerken.  Etrafa bir göz gezdirdi. Her şey olması gerektiği yerde duruyordu. Bu oda dünyada, Florida’daki yazlık evlerinin bir kopyası olarak dekore edilmişti. Nora’nın kendi seçtiği oturma grubu, en sevdiği tablolar ve köşede yer alan bir şömine…

                Yaşlı adam önce Edenia’nın en büyük camından dışarıdaki karanlık uzaya baktı. Uzaktaki yıldızlara ve Edenia’nın yörüngesinde döndüğü dünyaya. Ardından odanın tam ortasında duran, etrafından sarkan kablolar ve borularıyla büyük bir makineyi andıran, içi mavi jel dolu kapsüle baktı.

                Yavaş yavaş oraya doğru yürüdü. Parmaklarını kapsülün metal yüzeyinde dolaştırdı. Cam bölüme geldiğinde durdu. Yüzünü yakınlaştırdı, avucunun içi ile camı okşadı. Nora’nın huzur içinde uyuyormuş gibi görünen yüzüne baktı.

                “Ne pahasına olursa olsun seni geri getireceğim aşkım,” diye fısıldadı.





GİRİŞ

                “Hayd içerde.”

                Sanal ortama girmek oldum olası beni mutlu etmiştir. Özellikle bir iddia sonrasında içerdeysem. Herşey küçük bir şakalaşma ile başlamıştı. StanX gibi büyük bir şirketin neden oyun işine girdiğine anlam veremeyen bir grup arkadaşın sohbeti komplo teorilerine dönüşmüş ve içimdeki gerçeği öğrenme isteğini açığa çıkarmıştı.

                “Yaptıkları oyunun sunucuları bile bir kaleden daha iyi korunur,” demişti R@y. “Sonuçta dünyanın en büyük şirketi ve neredeyse her sektördeler.”
                “İyi de neden? Bugüne kadar her oyunda bir açık bulundu, her oyunun içine sızıldı. Bu oyunu özel yapan ne?”
                “StanX’in oyunu olması,” diye karşılık vermişti Ivy.

                Bilgisayar ekranında beliren birkaç gülme efektinin ardından R@y son darbeyi vurmuştu.

                “Bence bundan sonra da kimse sızamaz oraya. Adamlar dünyayı yönetiyorlar. Onlardan büyük bir şirket yok.”

                Son cevabım, ben sızabilirim olmuştu ve işte buradayız. Olay tamamen bir zamanlama meselesiydi. En zayıf olduklarını hissettirdikleri an, benim de saldırımı başlatacağım andı. Neyse ki fırsat için çok beklemem gerekmemişti. Konuşmamızdan bir ay sonra sanal ağlar Japon w0rms grubunun büyük bir saldırı hazırlığında olduğuyla ilgili haberler ile çalkalanıyordu. Ardından diğer gruplardan benzer açıklamalar yükseldi. Sonu ise çılgınlık, tam bir sanal savaş.

                Hiç biri umrumda değildi. Ben, kendi hedefime tam olarak odaklanmıştım. Bir karton sigara, strese karşı birkaç yatıştırıcı hap ve AG’lerin (Arttırılmış Gerçeklik) üzerine taktığım SG (Sanal Gerçeklik) gözlüklerim.  Artık herkesin Hayd ismini öğrenme zamanı gelmişti.

                “Geldim,” yazdı SG’nin yan tarafında. R@y’in ışığı yeşile dönmüştü.
                “Bir şey kaçırmadım değil mi?” diye sordu Ivy ve onu temsil eden ışıkta renk değiştirdi.
                “Yeni başlıyorum.”

                Oyunun içerisinde dolaşmak ve hile yapmak kolaydı. Özentilerin bile sağdan soldan buldukları kodlarla yapabildikleri inanılmaz şeyler oluyordu. Tabii, hiç kimse hileden sonra oyunda kalamıyordu. Hem StanX’i kandırıp, hem de içeride kalabilenler her zaman gerçek kırıcılardı.

                “Şimdi. Her şeyi görebilmeniz için oyun içi haklarınızı biraz yükseltiyorum.”

                Ivy hiç zaman kaybetmeden SG’nin bir tarafını efektlerle doldurmuştu. Parmaklarım ısınmaya başlamıştı. El yordamıyla sigara paketini buldum ve bir dal yaktım. Birkaç ufak numara denedim ama başarısız oldum. X-Life oyununun sahte sokaklarında ufak çukurlar oluşturmaya başlamıştım. Hemen peşimden gelen R@y’in olan biteni rahatça gördüğünden emindim.

                “Oyunun içinden StanX’in merkezine ulaşabileceğine emin misin?” diye sordu Ivy. “Henüz bir şey göremedik de.”
                “Biraz sabırlı olur musunuz?”

                Bir taraftan sistemin derinlerine dalmaya çalışırken diğer taraftan da başında oturduğum masanın üzerindeki su şişesini arıyordum. Sonunda buldum ve bir iki yudum içtim. Gözümün kaymasından mı yoksa oyundan mı kaynaklandığını bilemediğim bir piksel atlaması fark ettim. Elimdekini bir kenara bırakıp tüm dikkatimi ekrana verdim.

                “Şunu gördünüz mü?”
                “Neyi?” dedi Ivy.
                “Şu bahçe duvarını.”
                “Normal bir bahçe duvarı işte.”
                “Az önce düz değildi.”
                “Sana öyle gelmiş olmasın?” diye araya girdi R@y.
                “Bir de şimdi bak.”

                Mavi ve yeşil fosforlu boya ile oluşturulmuş bir yay çizimi tuğla duvarın üzerinde belirdi.

                “Kami Kavsi,” dedi Ivy.

                Büyük saldırıdan istifade ederek onlarda kendilerine hedef olarak StanX’i seçmiş olmalıydılar. Oyun üzerinden güvenlik duvarlarını aşmayı planlayan başkaları da etraftaydı artık. Neden olmasındı ki? Şirketin bir kolu İstanbul’daydı ve neredeyse şehrin tamamını kontrol ediyorlardı. Her ne kadar başkan aksini iddia etse bile bu su götürmez bir gerçekti.

                Elimi çabuk tutmalıydım.

                “Ivy.”
                “Buradayım Hayd.”

                “Bu işi biraz eski metodlara başvurarak hızlandırabiliriz. Ben burada bir delik açmaya çalışırken, sen de şirketin İstanbul merkezini ara. Yardım masasından aradığını, saldırı dolayısıyla bir çok bilgisayarın etkilendiğini, acilen ana sunucu yöneticisi ile görüşmek istediğini söyle. Dahili numarasını ve tam adını sor. Seni bağlamaya çalışırsa bir bahane uydur ve telefonu kapat.”

                “Tamamdır, dostum.”

                Ivy, bana bir isimle gelene kadar ben de X-Life’ın soluk sokaklarında dolaşıyordum. Birkaç duvarda daha yay çizimine rastladım. Ardından yanıma yaklaşan bir avatar beni durdurdu.

                “Bize katılmak ister misin, Hayd.”

                “Teşekkürler. Ben yalnız çalışırım.”

                Meşhur isyancı Kam’ın adamlarından biri olmalıydı ama önemli değil. Hiçbir zaman kendimi bir topluluğa yakın hissetmedim. Ne yaptıklarını, ne uğruna savaştıklarını umursamıyordum. Tek bildiğim benden önce StanX’e giremeyecekleriydi.

                “Geldim, seni manyak,” yazdı Ivy.
                “İsim ve numara?”
                “Ahmet Kara, 7515”

                Hızlıca dil çeviriciyi aktif hale getirdim ve bir mail hazırladım.

                “Acil. Ahmet Kara’nın dikkatine.

                Dünya çapındaki saldırı nedeniyle zor durumdayız. Kullanıcı adımın ve şifremin yenilenmesini rica ediyorum. X-Life ana sunucuya erişmem gerekiyor.
                Neumann, Albert”

                Elektronik posta anında Almanca’ya çevrildi. Gönderilmeye hazırdı. Hızlıca telefon hattımı birkaç vekil sunucu üzerinden Berlin numarasına çevirdim. Ardından dahili numarasını tuşlayarak Ahmet’i aradım.

                Ses değiştirici aktif, simultane tercüme aktif.

                “Merhaba Ahmet. Ben Berlin’den Neumann, güvenlik biriminden. Saldırı sebebiyle zor durumdayız. Acilen İstanbul’daki ana sunucuya bağlanmam gerekiyor.”
                “Tabii, anlıyorum,” dedi karşıdaki ses. “Aslında biz de pek iyi sayılmayız. Ortalık karışmış durumda.”
                “Sana hızlıca bir eposta atıyorum. Üstlerin sorarsa diye sebepleri de açıkladım. Yeni bir kullanıcı adı ve şifre verebilir misin? Şey, ana sunucu için. Hani şu makine vardı ya, sizin oradaki.”
                “TURLFX,” dedi nazikçe.
                “Evet, evet. Bu arada şimdi gönderdim. Birazdan sana ulaşır, onun üzerinden dönüş yapabilirsin. ”
                “Geldi Neumann. Şimdi sana yeni bir kullanıcı oluşturup dönüş yapıyorum.”
                “Çok teşekkürler.”

                Telefonu kapadım ve epostanın gelmesini bekledim. Eğer “Yanıtla” tuşu yerine adresi kendi girmeye kalkarsa bütün planım suya düşecekti. StanX şirketinin Berlin ofisinden geliyormuş gibi gözüken bölüm basit bir aldatmacadan ibaretti. Beklerken tekrar Kam’ın adamlarından biriyle karşılaştım. Belli ki, hala uğraşıyorlardı.

                Sonunda beklediğim cevap geldi. Eski ve kirli numaramı yutmuşlardı. Kimsenin denememiş olmasına şaşırdım.

                “Tamamdır arkadaşlar. İçeri giriş için biletim hazır.”
                “Asıl iş bundan sonra başlıyor,” diye araya girdi R@y.
                “O kısmı bana bırakın. Bu işten sonra adım tarihe geçecek.”

                Bir taraftan oyun içerisinde ilerliyordum, diğer taraftan gözümün önünde akan kod parçaları ile uğraşıyordum. Kullanıcı adı ve şifre. Tabii ki. Kapılar açılıyordu.

                “Gençler şehir manzarasından sıkıldınız mı?” Cevap gelmesini beklemeden ortamı biraz değiştirdim. Artık büyük bir yatın içinde açık denizlerdeydik. AG gözlüklerimin önünde tebrik ve gülümseme işaretleri akıyordu. Bir süre daha çabaladıktan sonra daha derinlere inmeyi başardım.

                Küçük hizmet robotları, kendi kendini idare eden araçlar, yarım akıllı androidler, güvenlik uçargözleri, akıllı evler ve son olarak yapay zeka araştırmaları. En zor olan en büyük olandır. Bir saniye daha düşünmeden YZ bölümüne geçtim.

                Birkaç başarısız denememden sonra şirketi fazla hafife aldığımı düşündüm. Ardından aklıma gelen tüm metodları denemeye başladım. O kapının arkasında ne saklıyorlarsa büyük bir şeydi. Dakikalar geçiyordu ve ben hala uğraşıyordum.

                “Başka neler yapabilirsin, Hayd?” diye sordu Ivy. “Biz yeterince deniz havası aldık.”

                Önümdekini bir kenara bırakıp, klavyede birkaç komut tuşladım. Durumlarından menun olmayan dostlarımın avatarları tam kapasiteye çıktı. Ardından onları yüksek bir dağın tepesine bıraktım.

                “Madem öyle biraz da dağ havası alın.”
                “Hiç komik değil,” dedi R@y.
                “Büyük bir şeyin peşinde olduğumun farkındasınız sanıyordum.”
                “Farkındayız ama o yatta saatler geçirdik.”
                “Ne saatler mi?”

                Bir sigara daha yaktım. Ne kadar süredir kapılarla uğraştığımın farkına varamamıştım. AG gözlüklerimden saati kontrol ettim. Tüm saldırının bitmesine daha iki saat vardı. Bu süre içerisinde alacağımı alıp, çıkıp gitmeliydim. Onlar beni bulmadan iş bitmeliydi.

                “Bir YZ araştırması var. Buradaki en iyi korunan şey o.”
                “Yani? Hadi ama imzanı at ve çık artık. Yeterince eğlendik,” dedi Ivy.
                “Bir saat daha verin bana. Ondan sonra çıkıyorum.”

                Sisteme ekstra kodlar ekliyordum, hangisinin etki edeceğini bilmeden. Sadece yazıyordum. Bildiğim, öğrendiğim her şeyi, içgüdüsel olarak hissettiğim her şeyi deniyordum. Aniden büyük kapı açıldı. Sigaram ağzımdan kucağıma düştü. Gözlükleri kaldırıp gerçek hayata bir göz attım. Pantolonum henüz tutuşmaya başlamamıştı. Hafif bir hareketle üzerimdekiler yere düşürmeyi başardım ve ayağımla ezdim. Gözlüğü tekrar taktığımda o karşımdaydı.

                Bugüne kadar dizayn edilmiş en gerçekçi sanal görüntü. Her iki dünyada da var olmuş en mükemmel vücuda sahip kadın. Altın oran vücudunun her yerindeydi. Her tarafını saran tek parça tulum üzerinde parlıyordu. Mavi pembe uzun saçları yüzünün iki yanından aşağı inmişti. Elini bana uzattı.
                “Yardım et.”

                Donmuştum. Mesaneme baskı yapan idrar dışında bir şey hissetmiyordum.

                “Kimsin?” diyebildim sonunda. Ya da nesin diye düşündüm.
                “Çıkar beni buradan, yardım et.”

                Düşünüyordum. İzinsiz girdiğim bir sunucudan nasıl çıkacağımı hesaplamayı bırakıp karşımda duran varlığı oradan nasıl çıkaracağımı düşünüyordum. Ardından sarsıldım. Camların kırılma sesleri her yeri sarmıştı. Etrafıma bakındım. Kız karşımda kıpırdamadan duruyordu.

                “Gel benimle,” dedim. “Fazla zamanım olmayabilir. Seni oradan çıkartalım ve kimsenin bakmayacağı bir yere koyalım.”

                Gerçekte bulunduğum binanın içerisinden uçargözlerin pervane sesleri geliyordu. Beni nasıl bulduklarını anlayamıyordum. Bu kadar çabuk olmamalıydı. Bütün izleri kapatmıştım. Bu şekilde olmamalıydı.

                “08,” dedi şimdi yanımda duran varlık.
                “Bu ne şimdi? Senin ismin mi?”
                “08.”

                Üst katlardan gelen koşturma sesleri güvenlik güçlerinin yakın olduğunu haber veriyordu. Sanal ortamda bulunan kapılara baktım. Ufak bir tekerlemenin ardından parmağım bir tanesini işaret eder vaziyette durdu.

                “Sakın kıpırdama,” diye bağırdı arkamdan bir ses.
                “Hayd. İyi misin?” yazdı R@y. “Hala orada mısın? Çıksan iyi olacak, tüm dünyada saldırı bitmek üzere.”

                Şimdi kafama dayanmış namlunun soğuk çeliğini hissedebiliyordum.

                “Sana diyorum. Ellerini makineden çek ve gözlükleri çıkar.”

                Son bir tuşa bastım ve son bir komut çalışmaya başladı. Ekranlar karardı. Makineler patlayacakmış gibi ses çıkartıyor, tüm hızlarıyla içlerindeki tüm bilgileri siliyorlardı. SG ve AG’lerimi çıkarıp ellerimi havaya kaldırdım.

                “Alper Tektaş, yasadışı alkol ve kimyasal bulundurmaktan tutuklusun.”

                Şaşırmıştım. Arkamdaki adam istese bile kıpırdayamazdım. Ellerimden tuttu ve sırtımda birleştirdi.

                “Bu kadar basit bir şey için beni hapse mi atacaksınız?”
                “Tabii ki hayır, DRM’ye gönderiliyorsun.”


                DRM. Depresyon Rehabilitasyon Merkezi.

“Ne demek yetersiz saklama alanı,” diye bağırdı Yıldırım Bey. Telefonu tutan eli uyguladığı kuvvetten kırmızıya dönmüştü.

“Anlamıyorum. Daha geçen gün yeni hafıza kartlarını sisteme bağladık. Kaç eksabit aldığımızı hatırlamıyorum bile. Bana bunların birkaç yıl yeteceğini söylemiştiniz.”

İri adam sağ yumruğunu sertçe masaya vurdu.

“Bana Yıldırım Bey deme. O kadar müşterimiz olmadı ki, üç günde hafızaları dolduralım. Bir an önce detaylı bir rapor istiyorum. Bütün ekibi topla.”

Telefonu kırarcasına kapattı. Henüz bir saat önce ülkenin en zenginlerinden bir tanesi ile özel bir toplantı yapmış. En güvenilir sistemlerin kendilerinde olduğunu, sonsuza dek bilgileri saklayabileceklerini söylemişti. Adam ile anlaştığı rakam, bir sene boyunca şirketin tüm masraflarını karşılayabilecek boyuttaydı. Eğer az önce olanların önüne geçemez ve basın bunu duyarsa tüm anlaşma çöpe gidebilirdi.

Odasında tur atmaya başladı. Sinirden dudaklarını ısırıyor, sorunu nasıl atlatacaklarını düşünmeye çalışıyordu. Çelimsiz sekreter odanın kapısını çalmadan içeri daldı.

“Efendim, tüm ekip hazır. Sizi bekliyorlar.”
“Birazdan geliyorum.”

Odasında bulunan büyük kütüphanenin yanındaki kapıdan kendisine özel olarak yapılmış bölüme girdi. Elini yüzünü yıkadı. Derin bir nefes aldı. Bunu da atlatabiliriz dedi kendi kendine.
Yıldırım Bey, toplantı salonuna girdiğinde teknisyenlerden bir tanesi makineleri dev ekrana bağlıyordu. Güvenlik uzmanları, donanım sorumlusu ve yazılım sorumlusu masanın etrafında hararetli bir tartışmaya girmişlerdi. Patronun gelişi ile gürültü kesildi. Hepsi birer sandalye bulup oturdular.

“Anlatın bakalım sorunumuz tam olarak nedir?”

Söze önce donanım sorumlusu başladı.

“Yıldırım Bey, son taktığımız kartlar dolmaya başladı.”

“Az önce satış departmanından gelen raporlara bakıyordum. Üç günde toplam altı yüz müşterimiz olmuş. Bunların yarısından fazlası orta veya düşük gelirli kişiler. Sizlerin yaptığı hesaplamaya göre son üç günde eklediğimiz kartların bize en az yüz bin kişilik yer sağlaması gerekiyordu. Bu da en kötü ihtimalle bir sene yetecekti.”

“Haklısınız efendim. Hesaplamalar doğru. Ama beklenmedik bir şeyler oluyor. Ekrana bakmanızı istiyorum.”

Genç adam bilgisayarından ekrana karelerle dolu bir görüntü yansıttı.

“Burada görmüş olduğunuz her bir beyaz kare boş alanları, kırmızı kareler dolu alanları ve yeşil kareler işlem yapılanları gösteriyor.”

İri adam ekrana baktı. Bir sürü kırmızı kare ve çok az miktarda beyaz vardı. Birkaç saniye içerisinde bir tanesi yeşile döndü.

“Şu anda bir işlem yapıyor muyuz?”
“İşin garibi bu efendim. Şu an tüm işlemleri beklemeye aldık. Hiçbir şey yapmıyoruz.”
“Bir virüs olabilir mi?”

Güvenlik uzmanlarından zayıf olan ayağa kalktı.

“Bu imkansız efendim. Dünden beri tüm alanları taradık. Sorunun başladığı günden bugüne kadar geçen süre içerisinde çevrimiçi tüm hareketleri inceledik ancak virüs veya benzeri bir şeye rastlamadık.”

Yıldırım Bey, gözlerini yazılım sorumlusuna çevirdi. Genç kadın önce bir etrafına bakındı, ardından boğazına takılan bir şeyi temizlercesine sesler çıkardı.

“Yazılımsal bir sorun olduğunu düşünmüyoruz. Test ortamında benzer bir sorun ile karşılaşmadık. Yükleme yapılmadığı sürece Siber Cennet uygulaması sabit kalıyor. Yeni bir müşteri bağlandığında hareket oluyor o kadar.”

“Baylar ve hanımefendi, bildiğiniz üzere ölen birini en fazla üç gün morglarımızda tutabiliriz. O üç gün içerisinde güzel bir anı bulamazsak ve sisteme yükleyemezsek hem kişiyi hem de parasını iade etmek zorunda kalırız. Bu ne kadar zarar demek haberiniz var mı? Bir an önce bu sorunun çözülmesini istiyorum. Yoksa bir aya kalmaz hepimiz işsiz kalırız.”

Tüm çalışanlarına baktı. Elinin tersiyle alnındaki teri sildi ve derin bir nefes aldı.

“Şimdi sizden bir çözüm, bir öneri bekliyorum.”

“Aslında benim bir fikrim var, efendim,” dedi genç kadın.

“Seni dinliyorum Mira.”

“Bildiğiniz üzere Ar-Ge ekibimizle birlikte deneysel bir şey üzerinde çalışıyoruz. Yaşayan kişilerin istedikleri zaman sisteme entegre olup, kayıplarını izleyebilmeleri ile ilgili.”

“Evet. Henüz tam verim alamadığımız bir çalışma. Ama başarılı olursak çok iyi bir getirisi olacak. İnsanlar kurduğumuz merkezlere gidip yakınlarını ziyaret edebilecekler. Onları yanlarındaymış gibi izleyebilecekler.”

Genç kadın oturduğu yerde kıpırdandı.

“Eğer bu teknolojiyi kullanarak hiç işlem yapmadığımız halde yeşile dönen bölgelerden birinin yakınlarına gitmeyi başarabilirsek sorunu da anlayabiliriz.”

“Sorunu anlarsak çözümü de buluruz,” diye tamamladı Yıldırım Bey. “Daha ne bekliyorsunuz bir an önce uygulamaya başlayalım.”

Masanın etrafında oturan herkes birbirine baktı. Şişman ve daha tecrübeli olan güvenlik uzmanı elini kaldırdı ve söze girdi.

“Efendim, bu deneysel bir çalışma sadece test ortamında denedik ve orası gerçeğinin milyonda biri kadar bir yer.”

“Sadece küçük ölçekli bir modelde çalıştınız ama bağlantı başarılı olmuştu hatırladığım kadarıyla. Ayrıca kullanıcı açısından bir sorun yaşanmamıştı.”

“Orası öyle ama…”

“Aması yok.” Yıldırım Bey’in sesi yükselmişti. “Ya batacağız ya çıkacağız.”

Toplantı salonu sessizliğe gömüldü.

“Efendim, bu işi kim yapacak?”

“Testlerde kimler yer aldı?”

Zayıf güvenlik uzmanı ile Mira ellerini kaldırdı.

“O zaman ikinizden birisi girecek içeri. Gönüllü olan var mı?”

Güvenlik uzmanı ile genç kadın göz göze geldiler.

“Ben,” dedi Mira. “Ben yaparım.”

Birkaç saat sonra test odası insanlarla dolmuştu. Herkes bir şeyler ile uğraşıyor, etrafta koşturuyordu. Kimse bir kenarda sessizce oturan sarı saçlı güzel kadın ile ilgilenmiyor gibi gözüküyordu. Mira’nın gözleri dalmış, sabit bir şekilde ekrana bakıyordu.

“Hazır mısın?” diye sordu beyaz önlüklü bir adam. Bir süre sessizlik oldu.
“Hazırım.”

Genç ve zayıf olan güvenlik uzmanı yanlarına geldi.

“Söylediklerimi unutma. Anılara müdahale etmek yok. Onlar seni bir anlığına görecekler ama anılarının bir parçası olmadığın için umursamayacaklar. O noktalarda seni görebiliriz ama duyamayız. Bir sorunun olursa görsel olarak anlatmaya çalış.”

“Anladım.”

“Ayrıca her anı değiştirdiğinde beş ile on saniye arasında bağlantıyı kaybedeceğiz. Çok hızlı şekilde bir kişinin anısından diğerine geçmemeye çalış.”

“Çalışırım.”

“Merak etme. Sana bir şey olmayacak. Sorunu bul ve bize geri dön.”

“Her şey hazır,” diye bağırdı bir kişi.

Mira, yavaş adımlarla odanın ortasındaki yatağa yaklaştı.

“Yardım etmemi ister misin?”

“Teşekkür ederim. Kendim hallederim,” diye cevap verdi karşısında dikilen güvenlik uzmanına.
Tam olarak 23 tane küçük elektrot, bir tür jel yardımı ile Mira’nın kafasına bağlandı. Beyninin elektriksel aktivitelerini yanda bulunan ekranda görebiliyordu. Beyaz önlüklü bir doktor yanına yaklaştı.

“Şimdi senden beş defa gözlerini kapatıp açmanı istiyorum.”

Mira, söyleneni yaptı.

“Derin nefes al.”

“Beni ilk olarak nereye göndereceksiniz?” diye sordu genç kadın.

“Geçen ay ölen ünlü iş adamı Erol Aslan’ın anısına. Yeşile dönen bölgelere en yakın yer orası.”

“Tamam, anladım.”

Önüne geçen doktor elinde tuttuğu küçük feneri Mira’nın gözlerine tuttu.

“Hazırsan başlayalım.”

“Hazırım,” dedi genç kadın ve gözlerini kapadı.

Mira, lüks bir restoranda oturuyordu. Cam kenarındaki masada Erol Aslan keyifle yemeğini yiyordu. Mutluluğu tüm yüzüne yansımıştı. Bir garson, adamın önündeki boş tabağı alıp yerine  dolu bir tane bırakıyordu. O kadar zengin ama en mutlu olduğu anısı yemek yemek diye düşündü.

Oturduğu yerden kalktı ve adamın yanına gitti. Hiçbir şey söylemeden sadece gözlerine baktı. Ekiptekilerin onu görmüş olmasını umuyordu. İş adamı bir an yemeği bırakıp kafasını Mira’ya çevirdi. Genç kadın daha fazla durmadan yanından ayrıldı. Restoranın kapısını açtı.

Şimdi bir saunanın içerisindeydi. Sıcaklığı hissedebiliyordu. Dumanların arasında Erol Bey belli belirsiz görülebiliyordu. Kahkahalar ile gülüyordu. Mira, daha önce görmüştü. Ölmeden önce katıldığı bir televizyon programında bu ünlü adam aynı o şekilde kahkaha atmıştı.

Hızlı adımlarla yürüyerek adamın önünden geçti. Umarım takip edebiliyorlardır diye düşündü. Saunanın diğer ucundaki kapıyı açtı ve kendisini bir ofis odasında buldu. Zengin adam bu sefer masasında oturmuş bir şeyler imzalıyordu. Erol Aslan’ın ne kadar çok saklama alanı satın almış olduğunu yeni anlıyordu. Bu tarz insanlar satın aldıkları miktarı her zaman gizli tutarlardı. O da istisna değildi.

Masanın yanına gitti. Adam kafasını kağıtlardan kaldırıp Mira’ya baktı. Hiç duraksamadan diğer kapıdan dışarı çıktı genç kadın. Şimdi bir sokaktaydı. Yürümeye ve etrafı incelemeye başladı. Tanıdığı bir yere benziyordu ama çıkartamıyordu. Az ileride bir otobüs durağı gördü. Bol paça pantolon giymiş bir kız bekliyordu. Hemen karşısında ona doğru yürüyen bir genç adam. Belki ilk kız arkadaşını gördüğü o mutlu hatıra veya kızın ileride eşi olacak bir adamla tanışma anı. Onların mutlu zamanları. Belki de satın alabildikleri tek hafıza alanını bu olay kaplıyordu.

Mira, çocuğun önünden geçti. Dışarıdakilerin yerini tespit etmiş olmalarını umuyordu. Hemen ileride bir adam tekerlekli sandalyesinden ayağa kalktı ve koşmaya başladı. Üzerinde çöpçü kıyafetleri olan başka bir adam çimlere uzandı. Birbirine yakın saklama alanlarını satın almış bir sürü insan. En azından hepsi mutluydu.

Genç kadın etrafına bakındı. Sokağın tam ortasında bir kapı duruyordu. Bütün düzeni bozan, orada olmaması gereken bir kapı. Yerini belli etmek için kapının yanında duran adama yöneldi. Üzerinde mahkum kıyafeti olan birisi öylece dikiliyordu. Onunla göz göze geldi. Adam şaşırdı.

“Sen buraya ait değilsin,” dedi Mira’ya ve kapıyı açıp diğer tarafa geçti. Genç kadın şaşırmıştı. Olmaması gereken bir şey olmuştu. Birisi onu fark etmişti. Birisinin hatırasını bozuyordu. Vakit kaybetmeden aynı yerden o da geçti.

Bir savaş alanının ortasındaydı. Her şey yerle bir oluyordu. Mahkum kıyafeti giymiş adam patlamaların arasında koşturuyordu. Bu nasıl bir hatıra dedi kendi kendine Mira. Adamı takip etmeye çalıştı. Etraf kalabalıklaşmıştı. Bir hatıra bölgesinde olması gerekenden çok daha fazla insan etrafta dolaşıyordu. Yaşlı bir kadın, önüne gelen herkese sarılıyor, bir çocuk elindeki balonlarla hoplaya zıplaya koşuyordu.

Sistemde yaşanan terslik tam olarak buydu, tam önündeydi. Hatıralar iç içe geçmişti. Küçücük bir alan kaplaması gereken kişiler, hatıralar etrafa yayılıyordu.

“Nasıl? Bu nasıl oldu böyle?”

Mahkum kıyafeti giymiş adam üstü açık bir spor otomobille Mira’nın üzerine doğru geliyordu. Son anda sergilediği refleks ile kendisini kenara attı. Adam arabada ayağa kalktı ve bağırdı.

“İsyan. Şimdi isyan zamanıdır. Zengin her yerde zengin, fakir her yerde fakir olamaz. Bu düzen değişecek.”

Mira, etrafa bakındı. Her tarafta kapılar ortaya çıkıyordu. Savaş alanına dönmüş olan meydanda bulunan insanlar rastgele kapılara girip çıkıyor. Kendilerine ait olmayan bölgelere giriyorlardı. Kimin nereye, neyin kime ait olduğu belli değildi artık.

Hatıralar iç içe geçiyor, alt seviyedekiler üst taraftakileri yıkıyordu. Mira, şimdi anlamıştı. Kimse kendisi için sınırlanan bölgede kalmamıştı. Herkes daha fazlasını istiyordu. Hafıza bölgeleri ele geçiriliyordu. Bir şekilde haber vermeliydi. Bozulan bölümlerin kesinlikle silinmesi gerekiyordu. Yoksa bütün sistem çökecekti.

“Beni çıkarın artık. Sorunu buldum,” diye bağırdı. “Hayır, hayır. Beni duyamazlar.”

Kimin hafıza alanındaydı? Dışarıdakiler nereye bakacaklarını biliyorlar mıydı? Etrafta yazacak bir şeyler aradı. Birilerinin gözüne sokup gösterebileceği…

Geldiği kapıdan dışarı çıktı. Aynı sokaktaydı. Ama bu sefer kalabalıklaşmıştı. Yer sallanıyor, binalar yıkılıyor, sistem çöküyordu. Mahkum, spor arabasıyla Mira’nın önünde durdu. Onu görebiliyor olmaları gerekiyordu. El sallamaya başladı. İki elini yanlara açıp kapatarak bitirin işareti vermeye çalıştı.

“Sen buraya ait değilsin,” dedi mahkum.

“Hayır, hayır. Ben sadece yardımcı olmaya çalışıyorum.”

“Yardıma ihtiyacımız olduğunu nereden çıkardın?” dedi ve güldü mahkum. “Bence senin yardıma ihtiyacın olacak.” Eliyle yan tarafı işaret etti. Ucu bucağı gözükmeyen bir insan seli üzerine doğru geliyordu.

“Çıkarın onu oradan,” diye bağırdı güvenlik sorumlusu. “Son görüntüyü gördünüz.”

“Beyin sinyalleri çok azaldı,” dedi doktor. “Şimdi çıkarırsak ne ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Sinyallerin tam olması şart.”

“Yüzlerce müşteriden Mira’nın görüntüsünü almaya başladık. Son yaptığı işaretleri gördünüz.”

“Çok riskli. Sinyallerin normale dönmesini beklemeliyiz.”

Odanın her tarafını alarm sinyalleri kapladı. Kırmızı ışıklar yanıp sönüyor, her saniye kulakları sağır eden bir ses tekrarlıyordu.

“Her şey çökmek üzere,” dedi güvenlik sorumlusu. “Bir şeyler yapmalıyız.”

Bir an sessizlik oldu. Işıklar ve sesler normale döndü. Ekranlarda bir yazı belirdi.


Yetersiz Saklama Alanı. Otomatik silme işlemi başlatmak ister misiniz?


Haris, etrafına baktı. Tanıdığı, tanımadığı herkes gelmişti. Bu büyük ve onurlu görev geçen sene olduğu gibi bu sene de ona verilmişti. Ama bu defa farklıydı. Kendisini gerçekten hazır hissediyordu. Çok iyi hazırlanmış ve son on yılın bölgeye ait tüm rekorlarını kırmıştı. Herkesin tek beklentisi vardı, başarı.

Bölge yöneticisi Rıza Bey, Haris’in sırtına vurdu.

“Dualarımız seninle. Sadece kendin için değil tüm bölge için ve inancımız için koşacaksın. Bunu sakın aklından çıkarma.”

Esmer tenli gencin yanaklarının kızardığı belli oluyordu. Aldığı büyük sorumluluğa rağmen hala bir çocuktu ve gösterilen ilgi kendisini rahatsız ediyor, utandırıyordu.

“Elimden gelenin en iyisini yapacağım, efendim,” diyebildi sadece, kafasını öne eğerek.

Kendisini uğurlamaya gelen coşkulu kalabalığın sesinin arasında bir uğultu duyuldu. Güneşli gökyüzü kararır gibi oldu. Haris’i almaya gelen mekik bir an güneşin önüne geçmiş ve büyük bir gölge yaratmıştı.

“İşte geldiler,” dedi yönetici. “Önümüzdeki bir seneyi bolluk ve refah içerisinde geçireceğimizden hiç şüphem yok. Hayatım boyunca gördüğüm en hızlı ve en dayanıklı koşucu sensin. Git oraya ve göster onlara günlerini. Hepsinden iyi olduğumuzu kanıtla.”

Çocuk tamam anlamında kafasını salladı. Mekik büyük bir gürültü ile karaya indi. Yavaş yavaş azalan motor gürültüsünün arasından tıslayan iniş takımlarının sesi duyuluyordu. Etraf birkaç defa buhar içinde kaldı ve ardından sesler kesildi.

Mekiğin hangar kapısı yavaş yavaş açılırken, coşkulu kalabalık alkışlarla tempo tutmaya başladı. En ön sırada bulunan inancın din adamları dua ediyorlardı. Gözlerini ellerindeki kitaplardan ayırmıyor, dudakları bir saniye boşluk bırakmadan hareket ediyordu.

Kapı toprağa çarpınca büyük bir toz bulutu yükseldi. Haris, kendisini almaya gelenleri görebilmek için elini gözlerinin üzerine siper etti. Havada uçuşan kum taneleri dağılmaya başladığında elinde neredeyse genç adamın boyu kadar silah tutan iki görevli belirdi. Yavaş ve senkronize adımlarla rampadan aşağı iniyorlardı.

Rıza Bey, bir adım öne çıktı.

“Bu seneki koşucumuz burada. Bunlar da evrakları.”

Görevlilerden bir tanesi birkaç saniye kağıtlara baktı. Diğeri ile arasında sessiz bir diyalog yaşanıyordu. Bir an sonra her ikisi de kenara çekildi. Haris, kendinden emin adımlarla aralarında geçip mekiğe doğru yürümeye başladı. Arkasından coşkulu bir uğurlama sesi yükseldi.

Mekiğe adımını atar atmaz durdu. Ayaklarını koyması için işaretlenmiş yerin üzerine çıktı. Alttan çıkan iki metal kol ayak bileklerine iki kelepçe taktı. Dijital bağlar.

İşlem tamamlandığında kendisi gibi koşucular için ayrılmış bölüme geçti. Bu sene ikinci sırada mekiğe bindirilmişti. Bir önceki şampiyonun hemen yanına oturması gerekiyordu. Önlerinde on durak daha olacaktı ve Haris için bu eski kazanan ile geçireceği uzun bir süre demekti.

“Hoş geldin,” dedi şampiyon Daniel. Haris cevap vermedi. “Seni tekrar göndermelerine şaşırdım. Bir kaybedeni ısrarla koşuya sokmak.” Duraksadı. Suratında aşağılayıcı bir gülümseme belirmişti. Genç adam sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu.

“Sizin inancınızın sorunu bu. Fazla iyimser.”

Haris, dayanamayıp cevap verdi. “Sizin ki gibi kaybedenin kafasını mı kesseydik?”

“Bence mantıklı olurdu. Bir defa kaybedip inancını lekeledikten sonra onu temizleyebileceğini düşünmek fazla iyimserlik oluyor.”

“Bu sene yarışı arkamda bitirdikten sonra da aynı şeyleri düşünebilecek misin bakalım.”

Daniel kahkaha attı. “Kaybetmeyeceğim.”

Mekik büyük bir gürültü ile sarsıldı ve bir sonraki koşucuyu almak üzere havalandı. Haris, gözlerini kapadı ve dua etmeye başladı. Araç önce birkaç manevra yaptı ardından tam gaz ileri fırladı. İki koşucu koltuklarına yapıştı. Birkaç saniye içerisinde kendilerinden geçmişlerdi.

Haris, gözlerini açtığında yanındaki kıkırdıyordu.

“Kısacık yolculuktan sonra bile kendine gelmen dakikalar sürüyor.”

Temas yasak olmasaydı genç adam çoktan yumruğu suratına geçirmişti. Kendisini tuttu. Dua etmeye geri döndü ve sadece yarışı kazanmayı diledi.

Bu durakta geçen seneden farklı bir koşucuyu yanlarına aldılar. Hiç tanımadıkları bu adam o kadar gergindi ki, titreyişi bir kilometre öteden fark edilebilirdi.

“Sakin olmaya çalış,” dedi Haris. “Ayaklarını resmin üzerine koy ve bekle.”

Yeni gelen Haris’in dediklerini yaptı. Bileklerine yapışan kelepçeler ile sarsıldı.

“Korkma artık. Gel ve şuraya otur.”

Adam oturacağı sırada bir önceki şampiyon bağırdı. “Sakın.”

Haris’in yanındaki sarsılmıştı. Dizlerini bir an için kırmış sonra beceriksizce tekrar ayağa fırlamıştı. Hangarın içi kahkaha sesi ile yankılanıyordu. Haris, adama oturması için eliyle işaret etti.

“Sizin inanç kaybedenlere neler yapıyor?” diye sordu Daniel. “Geçen seneki gelmediğine göre öldürüyorlardır.”

Karşı taraftan cevap gelmedi.

“Korkma,” dedi Haris. “Burada birbirimiz ile fiziksel temas kurmamız yasak. Sana bir şey yapamaz. İsmin nedir?”

“Banzan,” dedi yeni gelen adam. Ardından ellerini kucağında birleştirdi ve gözlerini kapadı.

Mekik, geri kalan dokuz yolcusunu da farklı yerlerden aldıktan sonra koşunun yapılacağı bölgeye doğru süper hızlı bir uçuş gerçekleştirdi.

Bu bölge, her şeyin tam zamanında işlemesiyle ünlüydü. Androidler hiç bir şeyin aksamasına izin vermezlerdi. Ve şimdi dinlenmek için tam sekiz saatleri vardı. Bu sürenin ardından büyük inanç koşusu başlayacaktı.

Her koşucu kendisine ayrılan bölüme yerleştirildi ve dinlenmeye başladılar. Birkaç defa yiyecek ve içecekler kapılarından içeri bırakıldı. Zaman geldiğinde Kırmızı Lider hepsini bulundukları yerden aldı ve yarışın yapılacağı alana götürdü.

Alan, tarihi bir stadyumdu. Tribünler her çeşit ve modelden androidler ile doluydu. Dünyanın yeni efendileri ilkel insanları ve onların eski çağlardan kalma yarışını izlemek için toplanmıştı. Tam olarak üç yüz altmış günde bir yapılan bu koşu bütün hepsinin mikroişlemcileri ve devreleri için bir test oluyordu. Her bir android, atalarının mantığını anlayabilmek için çıkarımlar yapıyor ve dünya üzerinden yok olmak üzere olan bu evrimleşmemiş türün neye göre ve nasıl hareket ettiğini çözmeye çalışıyordu.

Tüm koşucular sıraya girdikten sonra Kırmızı Lider konuşmaya başladı.

“Sizler için çok çalıştık. Yüyıllar süren savaşlarınıza istemeyerek de olsa ortak olduk.”

“İşte klasik nutuk başladı, ” dedi Daniel.

“Sus artık,”  diye tersledi onu Haris.

“Mantığınızı anlamaya çalıştık ancak başarılı olamadık. Ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın savaşmaya ve birbirinizi yok etmeye devam ettiniz. Hesaplamalar yaptık ve sizi savaşmayacağınız bir hale getirmek için bir sonuca vardık. Sizleri gruplamak için bütün kombinasyonları denedik ve birbiriniz yok etme ihtimalinizin en az olduğu inanç gruplamasını getirdik. Bu doğrultuda sizleri bölgelere ayırdık ve oralarda yaşamanızı sağladık.

Bütün yanlışlarınıza rağmen atalarımız olarak kabul edildiniz. Sizi korumak için gerekenleri yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz. Her üç yüz altmış günlük döngü sonrasında buraya yarışmaya geliyorsunuz ve kazanan bölgenin tüm ihtiyaçlarını karşılıyoruz.

Şimdi koşma vaktiniz geldi. İnançlarınız için, hayatta kalmak için koşacaksınız.”

Dijital bir ses etrafta yankılandı.

“Koşucular yerlerini alsın.”

On iki koşucu pistte yerlerini aldı. Kırmızı Lider’in sesi tüm stadyumun her yerinden duyuldu.

“İnanç Koşusu başlasın.”

Haris, Daniel, Banzan ve diğer dokuz inançlı koşucu tüm güçleriyle koşmaya başladılar.