"Yer Tanrılarının mağrur kraliçesi,
Gök Tanrılarının baş tacı,
Göğü titretir, yeri titretirsin.
Yükseklerde çakar,
Yere ateş atarsın.
Güney rüzgarı gibi sağırlatıcı emrin
Islık çalarak dağlara yayılır,
Uğuldayan fırtınan ile
Boşaltırsın ülkeye yağmuru.
Fırtına gibi saldırır
Kasırga gibi kudurursun" *



2 yıl önce...

Cerrahpaşa Hastanesinin üzerindeki güneş çekilip yerini karanlığa bırakmaya hazırlandığında sokak lambaları yanar. Soluk renkli binalar çok eski bir siteyi andırır. Gün içerisinde bahçede bulunan insan ve araba yığınları yerini geceyi hastanede geçirmeye hazırlanan refakatçi yaşlı kadın ve adamlara bırakır. Refakatçi kadınların bir kısmı, yanlarında getirdikleri piknik tüplerinin üzerinde hazırladıkları çayı yudumlar. Kimisi bahçeye az miktarda konmuş banklarda oturur, kimisi uzun ve yaşlı bir ağacın altında. Diğer bir ağacın altında yaşlı adamlar toplanmıştır. Sohbet koyulaşmış, sigaralar yakılmıştır. Hasta yakınlarına, belki de hastane bahçesinde doğup büyümüş kediler eşlik eder. Bazı kediler sırnaşırken bazıları da kendi hallerinde dolaşırlar. Gündüz gürültüden fark edilmeyen kuşlar kendilerini belli eder gökyüzünde. Önce martı sesleri duyulur bahçede, ardından karga sesleri bastırır her şeyi, sonra tekrar martılar duyulur. Birbirlerine üstünlük kurmak istercesine devam ederler sesler çıkarmaya. Ardından uçar giderler.

Hastanenin Nöroşirürji bölümünün içinde ise tam bir sessizlik hakimdir. Hastalar dışında bir kaç nöbetçi doktor ve hemşire kalmıştır. Hemşireler belli aralıklarla odaları ziyaret eder, hastaları kontrol ederler. Gecenin sessizliğinde bir kaç kişinin kendi arasında fısıldaşması duyulur. Ardından yine sessizlik.

Cenk, yaklaşık bir aydır annesi ile birlikte hastanedeydi. Gündüzleri işine gider, akşam olup işi bittiğinde tekrar annesinin yanına gelir, geceyi onunla birlikte geçirirdi. İlk yirmi gün ameliyat için sıra beklemişlerdi. Akşamları annesinin yanına dönmek eğlenceliydi. Birlikte sohbet eder, televizyon izlerken kahve içerlerdi. Ancak ameliyattan sonraki on gün çok zorlayıcı olmuştu. Artık annesi çok az konuşuyor, genellikle uyuyordu. Konuştuğu zamanlarda söylediği şeylerin bir çoğu anlamsız oluyordu. Artık annesinin yanına dönmek üzüyordu Cenk'i.

O akşam çok az uyanık kalmıştı annesi. Gecenin ve hastane odasının sessizliğinin ortasında annesinin beyninin içinde kopan fırtınalar, çakan şimşekler vardı kesinlikle. Onun beyninin içinde olabilmeyi istedi. Annesinin uyanık olduğun bir anda sordu.

"Ben kimim?"
"Bilmem, sen kimsin?" diye cevapladı annesi.

Annesinin şaka yaptığını düşündü. Daha bir saat önce uyandığında gülüp, dil çıkarmıştı. Şimdi oğlunu tanımamış olabilir miydi? Cenk, moralini bozmak istemiyor, annesine gülümseyen yüzünü gösteriyordu. Bir süre sonra annesi tekrar uykuya dalınca yüzündeki gülümseme gitti. Hastanede olmak, ameliyat sırası bekleyenleri ve ameliyat olduktan sonra kendine gelemeyenleri görmek onu dibe çekiyordu. Her şeye rağmen Cenk daha çocukken güçlü olmaya karar vermişti ve bu kararından bugün dönecek değildi. Her ne olursa olsun duygularını belli etmemeye çalışırdı. Bu seferde farklı olmayacaktı. Bozulan moralini annesine göstermeyecek ve suratını asmayacaktı.

Biraz nefes alabilmek için odadan koridora çıktı. Yan odada yatan küçük Mustafa'nın annesi ile karşılaştılar. Mustafa altı yaşındaydı ve beyin ameliyatı olmak için sırasını bekliyordu. Cenk'in annesi ameliyat olmadan önce Mustafa onun odasına gelir, oyunlar oynayıp giderdi. Artık rahatsızlık vermesin diye ailesi küçük Mustafa'yı odaya getirmiyordu. Zaten Mustafa'nın da ağrıları artmıştı, pek fazla etrafta dolaşmıyor, günün çoğunu odasında geçiriyordu. Ailesi dört gözle ameliyat olacağı, iyileşeceği günleri bekliyordu.

Cenk, Mustafa'nın annesine selam verdi. Genç kadın hüzünlü gözler ile selamına karşılık verdi.

"İyi misiniz?" diye sordu Cenk. Soruyu bitirir bitirmez ne kadar anlamsız ve gereksiz bir şey yaptığını fark etti. Geç kadın gözlerini yere doğru çevirdi. "İyiyim" diyebildi zor da olsa.
"Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?"
"Çok sağ ol."
"Mustafa nasıl?"
"Ağrıları var. Yarın sabah ameliyata girecek. Ağrı kesicileri vermeyi bıraktılar."
"İyi olacaklar. Hepsi buradan iyi olarak çıkacaklar. Eminim buna." dedi Cenk. Söylediklerinin boş umutlar olmamasını diledi. Gerçek olmasını, zamanın geçmesini ve herkesin iyileşmiş olmasını istiyordu. "Bir isteğiniz var mı?"
"Şey" dedi genç kadın utana sıkıla. "Mustafa, sabahtan beri oyuncak araba istiyor ama onu bırakıp çıkamadım."
"Tamam, ben dışarı çıkarım şimdi. Annem şu an uyuyor, bir sürede uyanmaz herhalde. Siz buradaysanız ben bir oyuncak araba bulup getiririm."

"Teşekkürler" diyebildi yine gözlerini Cenk'ten kaçırarak. Cenk, kadının sesindeki umudu, mutluluğu algılamakta hiç zorlanmadı. Ama saf bir mutluluk, saf bir umut değildi bu. Başka bir şeyler de vardı içinde. İçerideki o duyguları tam olarak tarif edemiyordu kendisine. Oğlunun riskli bir ameliyata girecek olmasından kaynaklanan bir korku, ameliyattan çıksa bile sonrasında olacakları bilememenin verdiği belirsizliğin getirdiği, korku ile iç içe geçen endişe. Sadece bir kaç ay önce koşup oynayan, etrafa gülücükler saçan bir çocuğun bunları tekrar yapamama ihtimali ile ortaya çıkan hüzün. Tarif edilemeyen, sadece anladığını, hissettiğini düşündüğü bir duygular bütünü vardı o ses tonunda.
"Ben daha fazla oyalanmayayım." dedi Cenk. "Annem uyanana kadar gider gelirim."

Hızlı adımlarla koridorda yürüdü. Koridorun tam ortasına denk gelen bölümdeki açıklıkta asansörler, onların bulunduğu bölümün ilerisinde bahçeye bakan büyük bir pencere ve merdivenler vardı. Cenk, hastaneye geldiklerinden bugüne asansörleri bir defa kullanmıştı. Çok eski olduklarını ve yavaş çalıştıklarını görmüştü. Bir de hastanenin kalabalık bir saatinde bindiğinden, kapı kapanmak bilmemişti. Bir kişi biniyor, istediği kata basıyor, kapılar tam kapanmak üzereyken başka biri beliriyor, kapılar tekrar açılıyordu. On kişilik asansör tıka basa doluncaya kadar bu durum tekrarlanıyordu. Hatta dolduktan sonra bile son anda asansöre yetişenler, kapıların tekrar açılmasını sağlıyordu. Cenk, o asansöre bindiği tek seferde de pişman olmuştu. Bu sebeple artık hep merdivenleri tercih ediyordu. Yine merdivenlere yöneldi ve birer ikişer merdivenlerden indi. Hastanenin giriş katından çıkarken güvenlik bölümünde oturan ve hastanede gece görevlisi olarak çalışan Mehmet Bey'i gördü. Gülümseyerek selam verdi.

"Nereye böyle yine Cenk, hızlı hızlı. Taze çay demledim, içer misin?"
"Sağ olun Mehmet Bey. Dükkanlar kapanmadan almam gereken bir kaç şey var."
"Tamam Cenk. Gece uzun, beklerim."

Cenk, kapıdan çıkarken Mehmet Bey'e el salladı. Hastane kapısının biraz ilerisine bıraktığı motoruna bindi. Kaskını takıp, motorunu çalıştırdı. Hastane otoparkından çıkarak İstanbul'un Fatih ilçesinin caddelerinde ve sokaklarında turlamaya başladı. İlk olarak hastanenin hemen önünden geçen bir caddedeki dükkanlara baktı. Gözleri ile oyuncak satabilecek ve açık olan bir yer aradı ama bulamadı. Bir kaç dar sokaktan geçtikten sonra köşesinde bir tabelada Kızılelma Caddesi yazan yere çıktı. Cadde üzerindeki ilk turunu tamamlamadan bir dükkan gördü. Motorunu sağa çekti ve dükkana girdi. Etrafına hızlıca baktıktan sonra bir kaç çeşit oyuncak araba olduğunu gördü. İlk önce kararsız kaldı sonra ses çıkaran bir tanesini almaya karar verdi. Dükkanın tezgahının arkasında oturan adama döndü.

"Bu ne kadar?" diye sordu.

Adam ayağa kalktı. Kafasını hafifçe yukarı kaldırarak Cenk'in yüzüne baktı. Ardından bir saniyeliğine oyuncağa baktıktan sonra tekrar Cenk'in yüzüne baktı. Cenk, insanların onu ilk gördüğü an ki bakışlarına alışkındı. Kafasının ön tarafında bulunan simsiyah saçların bir tutamı beyazdı. Aslında doktorlara bakılırsa renk pigmentleri olmayan bir bölgeye sahipti saçları. Bu duruma poliosis diyordu doktorlar ve genetik olabileceğini söylüyordu. Çocukluğunda, diğer çocukların dalga geçmeleri ile saçlarının görüntüsünü kafasına takar, ağlayarak eve dönerdi. Sayısız kereler saçlarını kazıtmış, her gece uykuya dalmadan önce sabah saçlarının düzelmesi için yalvarmıştı. Ama her sabah aynı siyah saçların arasındaki bir parça beyaz ile uyanmıştı. Büyüdükçe bu durumu fazla önemsememeyi öğrendi. Artık insanlar doğal mı yoksa boyuyor musun diye soruyordu ve bu Cenk'i üzmek yerine güldürüyordu.

Dikkatini tekrar oyuncağa çeviren adam "20 lira" dedi.
"Tamam alıyorum."

Oyuncağı sırt çantasına koydu, parasını verdi ve iyi akşamlar dileyerek dükkandan çıktı. Gelirken geçtiği yolları izleyerek tekrar hastanenin bahçesine girdi. Acil laboratuvarlarının olduğu binaları geçip, yokuş aşağı indi. Tam bir sola dönüş ile Nöroşirürji binasının olduğu yola girdi. Akşam üstü bölümün bahçesinde tanıdık manzaralar vardı ama bu akşam bekleyen insan sayısı bir önceki güne göre azalmıştı. Motorunu, bölümün bahçesinde bulunan büyük ağacın altına bıraktıktan sonra hızlı adımlarla binaya giriş kapısından geçti. Hemen giriş bölümünün oradaki çay kahve makinesinin başında yaşlı bir adam gördü. Makineyi dikkatlice inceliyor, tuşlarına basıyor ama herhangi bir içecek alamıyordu. Cenk, bir kaç saniye duraksadı, ardından yaşlı adamın yanına gitti.

"Ne içmek istiyorsun amca?" diye sordu. Yaşlı adam kafasını yukarı kaldırdı ve Cenk'in suratına baktı.
"Bu makineleri hala çözemedim genç adam. Bir çay almak istiyorum sadece."
"Tamam." dedi Cenk. "Yeterince para atmışsın, önce şu tuşa sonra şu tuşa basıyorsun ve işte oldu."

Makineden gelen sesler çayın hazırlandığına işaret ediyordu.

"Makine sinyal verince çayınızı alırsınız, amca."
"Çok yaşa evladım." dedi adam. Cenk el sallayarak yanından uzaklaştı. Merdivenleri birer ikişer atlayarak çıktı. Mustafa'nın odasına doğru yürüdü. Kapısı aralıktı. Kapıyı tıkladı. İçeriden gelen gelin sesi ile kafasını aralık kapıdan içeri uzattı. Mustafa, Cenk'i ilk gördüğünde korkmuştu. Uzun boyu ve iri vücudu ile çocukların ona alışması biraz zaman alıyordu. Bu Cenk'in çocukluğunda da böyleydi. Diğer çocuklara göre her zaman uzun boylu ve iriydi. Bu durum onu kimi zaman dalga geçilen bir çocuk, kimi zaman korkulan bir çocuk yapıyordu. İnsanların acımasızlığıyla daha küçük yaşta tanışmış ve bunu içselleştirmişti. Büyüdükçe karşısındakilerin ona bakışını anlamak kolaylaşmıştı. Yaklaşık bir metre boyundaki bir çocuğun ondan korkması da gayet normaldi.

Mustafa, Cenk'i gördüğünde korku veya sevinç yoktu bu sefer yüzünde. Üzgün ve acı çeker bir hali vardı. Cenk çantasından oyuncak arabayı çıkarıp uzattı. Mustafa'nın gözleri parladı. Zor da olsa ufak bir gülümseme görülebiliyordu yüzünde. Hemen arabayla oynamaya başladı. Mustafa'nın annesi teşekkür etti. Cenk, odadan çıkarak annesinin yanına geçti. Annesi hala uyuyordu ve annesinin kız kardeşi gelmişti.

"Hoş geldin." dedi Cenk.
"Hoş bulduk. Sen git biraz dinlen ben buradayım."
"Tamam. Aşağıda biraz oturup gelirim."

Teyzesi kafasını tamam anlamında salladı. Cenk, yine merdivenlerden aşağı indi. Az önce çay aldığı yaşlı adam elinde makineden aldığı plastik bardak yerine cam bir bardak ile köşede bir tabureye oturmuş çayını yudumluyordu. Kafasını çevirdiğinde Mehmet Bey'i gördü.

"Cenk, taze çayım var, sende içer misin?"
"Evet, iyi olur."

Mehmet Bey, gece nöbeti sırasında mutfak olarak kullandığı bölüme geçti. Cenk, yaşlı adamın yanına oturdu.

"İyi akşamlar."
"İyi akşamlar evlat. Senin şu makinenin yaptığı çayı beğenmedim. Sağ olsun Mehmet kardeş yetişti de, kendi demlediği çaylardan bir tane verdi. Eskiden çay ocakları olurdu buralarda. Onlar daha iyi yapardı çayları."

Cenk, gülümsedi. "Ben pek hatırlamıyorum o zamanları."

"Zaman bazı şeyleri unuttururken, bazı şeyleri de hatırlatır. Sen hiç odun ateşinde demlenmiş bir çay içtin mi? İşte o hepsinden lezzetli olur."
"İçtiğimi zannetmiyorum." diye cevapladı.
"Belki de içmişsindir ama hatırlamıyorsundur."
"Belki de."

Yaşlı adam, tepeden tırnağa Cenk'i süzdü. O sırada Mehmet Bey'de çay getirmişti. Cenk, bakışlardan rahatsız olmuş, yüzü kızarmış vaziyette çayından bir yudum aldı.

"Bu hayatta senin gibi bir şeyi bir daha göreceğimi hiç düşünmemiştim" dedi yaşlı adam. Cenk, ağzındaki çayı dışarı çıkarmamak için zor tuttu kendisini. Yudumu yutmaya çalıştı ama bu seferde boğazına takıldı. Bir kaç öksürükten sonra tekrar normal nefes almaya başlamıştı. Daha önce bir sürü kelime kullanılmıştı kendisini tanımlamak için. Bir çoğuna alışmıştı ve umursamıyordu ama ilk defa kendisine "şey" dendiğini duyuyordu. Yaşlı adamın bunu uzun boyu ve iri cüssesi yüzünden mi yoksa saçları yüzünden mi, yoksa hepsi için mi söylediğini anlayamamıştı. Cenk, ne diyeceğini bilemiyor, Mehmet Bey tam yanında sırıtıyordu.

"Tanıştınız mı?" diye sordu Mehmet Bey.
"Sanki çok eskilerden tanıyor gibiyim." dedi yaşlı adam. Mehmet Bey, yine gülümsedi.
"Cenk, bu ay yeni geldi. Annesi burada." Sonra Cenk'e döndü. "Bakay Amca dördüncü ameliyatını olacak. İşte arada sırada buraya uğruyor diyebiliriz."
"Memnun oldum." dedi Cenk.
"Asıl ben memnun oldum. İnsan her zaman senin gibi biriyle karşılaşmıyor."

Cenk, anlamsız bir ifadeyle baktı suratlarına. Mehmet Bey, umursama der gibi elini salladı. Cenk'in hastanenin bu bölümünde öğrendiği bir şey varsa o da beyne bir defa dokunulduktan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmuyordu. Biraz düşündüğünde Bakay Amca'nın beynine üç defa dokunulmuş demekti. Söylediği anlamsız şeyleri rahatlıkla görmezlikten gelebilirdi.

"Çok eskiden." diye söze girdi Bakay amca. "Taş işçiliği bir sanattı. Bu binalarda ise ne ruh var, ne başka bir şey. Çok soğuk, çok sıradan."
"Eee, artık hazır beton ile yapıyorlar, eskisi gibi değil." dedi Mehmet Bey.

Cenk, çayını bitirdi ve yanlarından ayrılmak için ayağa kalktı. Başka bir zaman olsa belki bu yaşlı adam ile sohbet etmek eğlenceli olabilirdi ama bu akşam pek havasında değildi.

"İyi akşamlar, size."
"İyi akşamlar, Cenk."
"İyi akşamlar, evlat."

Bardağını, güvenlik bölümüne koydu ve merdivenlere doğru yürümeye başladı. Arkasından yaşlı adamın sesi geliyordu.

"Hatırlamıyor. Beni hatırlamadı. Belki de hiç bir şey hatırlamıyor."

Cenk, merdivenleri yavaş yavaş çıktı bu sefer. Üst katlara çıktıkça bina daha da sessizleşti. Dördüncü kat tabelasından koridora döndü. Annesinin odasına girdi. Annesi hala uyuyor, teyzesi de koltuğun üzerinde uyukluyordu.

"Sen git bir kahve iç istersen." dedi teyzesine.
"Tamam. Sen buradaysan, ben gidip biraz hava alayım."

Teyzesi gittiğinde, Cenk koltuğa oturdu. Annesi gözlerini araladı, oğluna baktı.

"İyi ki, seni bize vermişler." dedi.
"Vermişler mi?" diye sordu Cenk. Annesi gözlerini tekrar kapadı.
"Ulu bir ağacın altında bulmuşlar seni." Cenk şaşkınlık içinde dinliyordu. Annesi, rüya mı görüyordu yoksa daha önce ona hiç söylemediği şeyleri mi söylüyordu emin olamıyordu. Ameliyatın etkisi olarak hayali şeyler görebilir, söyleyebilirdi. Doktorlar endişelenmemeleri gerektiğini bunların normal olduğunu söylemişti. Hayal ürünü şeyler olabilir bütün söyledikleri diye düşündü. Çok fazla kafasına takmaması gerekirdi. Yine de içine dert olmuştu işte.
"Anne" diye seslendi ama bir cevap alamadı. Sonra tekrar seslendi, yine cevap alamadı. Hazır annesi uyumuşken, kendisi de koltukta biraz kestirmeye karar verdi. Gözleri yavaş yavaş kapandı.

Alçak bir tepeden dümdüz ovaya baktı. Çoğu yeri çorak olan arazide yer yer yeşillikler görülebiliyordu.Uzaklarda belli belirsiz seçilebilen nehir ve etrafında kısa ağaçlar. Her şey bir düzen içerisinde, uyumlu ve sakin duruyordu. Aniden bir uğultu duyuldu. Sessizliği ve düzeni bozan bir uğultu. Duyduğu ses Cenk'e tanıdık geliyordu. Daha önce duyduğuna emin olduğu, tüylerini ürperten bir uğultu. Hiç hatırlamak istemediği bir gece, 17 Ağustos 1999 gecesi, yine buna benzer bir ses ile uyanmıştı uykusundan.

Her geçen saniye uğultu giderek artmaya ve yer sarsılmaya başladı. Yine deprem oluyor diye düşündüğü sırada ayağının altındaki toprak hareketlendi. Cenk, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ayağının altındaki toprak kayarken, Cenk olduğu yerde hiç kıpırdamadan durabiliyordu. Güneş tam tepede tüm ovayı aydınlatıyor, sadece onun bulunduğu yer karanlıkta kalıyordu. Lanetli insanlara özel kara bir bulutun üstünde durması gibi. Olabilecek kötü şeylerin üstüne yenilerinin eklenmesi gibi. Sonunda kendisinde kafasını yukarı kaldıracak cesareti bulabildi. Kalın gövdesi bir süre gökyüzüne yükselen, ardından binlerce dal ile etrafa yayılan dev bir ağacın gölgesindeydi. Dev ağaç en başından beri orada mıydı, yoksa yerin hareketlenmesi ile mi orada bitmişti fark edememişti. Hareket etmeye, o uğursuz yerden kurtulmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Ayakları olduğu yere saplanmış, vücudunun geri kalanı orada, o anda donup kalmıştı.

Oradan kurtulmak için çırpındığını, bütün vücudunu hareket ettirdiğini düşünüyordu ama bir tek kılı bile kıpırdamamıştı. Sonra ansızın tüm gördükleri dönmeye başladı. Kendisi kıpırdamıyor, ova onun etrafında dönüyordu. Az önce karşısında belli belirsiz seçilen nehir, artık solunda ve daha yakındı. Cenk, başının dönmeye başladığını düşündü. Tüm dünyası kendi ekseninde ve yavaş yavaş dönüyordu. Sonunda baş dönmesi yada yaşadığı her ne ise geçti. Kendine gelebilmek için gözlerini kapattı. Huzurlu ve mutlak bir sessizlik içerisindeydi. İlk rüzgarı hissetti yüzünde, ardından kulaklarına bir flütten çıktığını düşündüğü kadim notalar dokundu. Sesler Cenk'i rahatlatıyor, rahatladıkça hafiflediğini hissediyor, yapışıp kaldığı kıpırdayamadığı yerden kendisini kurtarıyordu. Bir süre sonra flüt sesine vurmalı bir enstrümanın sesi eklendi. Bir kaç saniyede bir vuran, ritmi hiç değişmeyen tok bir ses. Kulağına gelen müzik artık bir çağrı halini almıştı. Cenk'in hiç bilmediği müzik aletleri ile yapılan, onu hiç bilmediği yerlere götürebilecek bir çağrı. Gözlerini açmak istemiyor, kendisini yapay olmayan, doğanın kendisinden gelen bu çağrıya bırakmak istiyordu.

Gözleri kapalı olsa da çevresindeki değişimi hissedebiliyordu. Bir müddet ışık süzüldü göz kapaklarından, ardından karanlık girdi içeri, tekrar ışık ve son olarak yine karanlık. Karanlıkta durduğunu biliyordu. O karanlıkta onu çağıran bir şeyler vardı. Artık başı dönmüyordu. Cesaretini toplayıp gözlerini açtı. Başlangıçta altında durduğu dev ağaç şimdi karşısındaydı. Ağaç ile arasında iki kaya parçası duruyordu. Gökyüzünde bulutlar hareket halindeydi. Kara olanları ağaca ve Cenk'e doğru geliyordu. Ova arkasında kalmıştı ve hala güneşliydi. Tekrar ağaca baktı. Müzik sesi kesilmişti. Şimdi bir fısıltı, Cenk'i dev ağaca çağırıyordu. Bir adım attı ağaca doğru, ardından bir adım daha. Korkuyordu ama kendisine engel olamıyordu. Aniden ağaç çatırdamaya başladı. Sanki dev gövdesini hareket ettirmeye çalışıyordu ama başarılı olamıyordu. Sonunda ağacın gövdesinde iki nokta patladı. Kalın gövdenin içinden iki dev zincir önünde bulunan iki kayaya doğru fırladı. Kulakları sağır eden bir gürültü ile zincirler kayalara çarptı. Cenk, kendisini korumak için kolunu yüzüne götürdü. Her taraf toz duman olmuştu. Duman dağılmaya başladığında kolunu altından önüne baktı. Ağacın gövdesinden fırlayan zincirlerin uçları önündeki kayaların içine geçmiş vaziyette, gergin bir şekilde duruyordu.

Ortalık tekrar sakinleştiğinde, bu sefer tam arkasından, ovadan bir ses yükselmeye başladı. Hızla yaklaşan, şiddeti giderek artan bir ses. Kulaklarını kapattı ve arkasını döndü. Ovanın ortasında bir toz bulutu giderek bulunduğu tepeye yaklaşıyordu. Toz bulutu yaklaştıkça gürültü artıyor, yer sallanıyordu. Aynı anda çalışan bir sürü motorun çıkarabileceği bir ses artık kulaklarını tırmalıyordu. Toz bulutunun tam üstüne geldiğini anlaması fazla zamanını almadı. Kaçmak istedi ama tekrardan bulunduğu yere saplandı. Paniklemeye başladı. Yaklaşan her ne ise, kendisini, ağacı ve kayaları dümdüz edebilirdi. Bağırmak istedi. Bütün gücünü toplayıp bağırmak için ağzını açtı. Ciğerleri acıyana kadar içindeki nefesi boşalttı. Bağırdığını düşünüyordu. Sonunda tüm nefesini verdiğinde, tek bir sesin dahi çıkmadığını anladı dudaklarının arasından.

Kahverengi toz bulutu artık çok yakınındaydı. Tozların arasında bir karartı belirdi. Simsiyah bir şey yaklaşıyordu. Gerçek olamayacak kadar siyah bir şey, renksizliğin ta kendisi. Toz bulutunun içerisinde bir gölge. Ovanın üzerindeki güneşin ışınları doğrudan gölgeyi hedef alıyor, gölgenin üzerine vurdukça gözleri kör edebilecek parlaklıkta bir ışık yansıyordu. Cenk, artık bu gölgeden kaçamayacağını anlamıştı. Hiç bir yere kıpırdayamıyordu. Toz bulutunun içindeki gölge giderek belirginleşti. Hayatında gördüğü bütün siyahlardan daha siyah bir at toz bulutunun içinde koşuyordu.

Bir süre sonra atın etrafındaki toz bulutu dağılmaya, koşan at yavaşlamaya başladı. Tepenin hemen başında, dev ağacın, kayaların ve Cenk'in etrafında bir kaç tur döndü. Sonra tam karşısında şaha kalktı. O kadar heybetli görünüyordu ki, böyle bir manzara karşısında kim olsa ağzı açık kalırdı. At, ilki kadar heybetli olmasa da bir kaç defa daha şaha kalktı. Ardından ovaya döndü ve geldiği yönde koşmaya başladı. Dört nala gidişinin sesi duyulabiliyordu. Her taraf toz duman olmuştu yine. Esen rüzgar ile birlikte tozlar Cenk'in gözlerine girdi. Gözlerini sıkı sıkı kapadı.Sesler giderek azalırken gözlerini açtı tekrardan.Hastane odasında annesinin yanındaki koltukta oturuyordu.

Gördüğü rüyadan etkilenmişti. Daha önce hiç olmadığı kadar gerçekçi bir rüyaydı ve uykuya dalmadan hemen önce annesinin söyledikleri, içinde fırtınalar kopmasını sağlamıştı. Tüm hepsi birleştiğinde de üç beş dakikalık uykunun içerisine giren bir kabus ortaya çıkmıştı.

Etrafına bakındı. Annesi gözlerini açmış, Cenk'i inceliyordu. Cenk annesinin, yanında olduğunu bilmesi için ayağa kalktı. Annesi de ona göz kırptı.

"Ulu ağaç" dedi zar zor duyulabilen bir ses tonuyla. Cenk, bütün dikkatini annesinde topladı. "Ulu bir.." dedi. Sesi giderek azalıyordu. "Ulu bir kayın ağacı."








Zaman... İlkler ve sonlarla dolu, bazen geçmek bilmeyen bazen göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman. Saniye, saat, gün, ay, yıl. Ufak bir kum tanesinden kumsallara, uçsuz bucaksız çöllere dönüşmüş olan, asla durdurulamayan ve kısacık hayatımızdan akıp giden, sevinçleri, hüzünleri, pişmanlıkları geride bıraktıran.


Değişimlerin başlamasının üzerinden yaklaşık üç ay geçti. İlk belirtileri hiç önemsememiştim o zamanlar. Tam iki gün süren damağımdaki müthiş ağrıyı hala hatırlıyorum. Takip eden günlerde gelen şişkinlik bile diş doktorundan korktuğum kadar beni korkutmamıştı. Geçeceğini umarak hayatıma devam edebilirdim.

Eskimiş telefonlar, televizyonlar ve bir sürü elektronik parçadan oluşan tepenin üzerinde yeşermeyi başarmış bir ağacın tam altında duruyordu. Eski bir karton kutudan kopardığı parçaya bir daha baktı. Şapkayı andıran motosiklet kaskını çıkardı ve eskiden suyun içinde işe yarayan siyah yüzücü gözlüğünü kafasının üstünde duracak şekilde yukarı kaldırdı. Kaskının kenarına bantladığı kalemi aldı ve bulunduğu yeri işaretledi. Artık eskisi kadar parlamayan güneşin zayıf ışınları yerdeki metal ve plastik yığınından yansıyarak göz alıcı bir hal alıyordu. Zaman kaybetmeden yüzücü gözlüğünü tekrar gözlerine yerleştirdi.

Sabahın ilk ışıkları pencereden içeri girerken gözlerini araladı. Başucunda duran telefona uzanırken gözlerini daha fazla açabilmek için çaba sarf ediyordu. Biraz daha uyumayı aklından geçirdi ama yapmaması gerektiğini biliyordu. Telefonu elinden bıraktı ve yavaşça yatağında doğruldu. Standart bir iş günü diye düşündü.

Dört duvar, bir pencere ve bir kapıdan oluşan on metrekarelik küçük bir odanın köşesinde sıkışmış ve hareketsiz duruyordu. Ne zaman oraya bırakıldığını bilen yoktu.