"Bir zamanlar ne yılan vardı, ne akrep vardı,
Ne sırtlan vardı, ne arslan vardı.
Ne vahşi köpek vardı, ne kurt vardı,
Ne korku vardı, ne işkence vardı.
İnsanın düşmanı yoktu."*

M.Ö. 2500
Mezopotamya

"Benimle gel." dedi Enkiduma. "Eğer hızlı hareket edersek onlardan önce köye varabiliriz."

Yanındaki kızın söylediklerinden hiç bir şey anlamadığı kısa bir süre sonra aklına geldi genç adamın. "Seninle nasıl anlaşacağız acaba?" dedi dert yanarcasına. Kafasıyla ve eliyle işaret etti gitmeleri gerektiğini, ardından kızın elini tuttu ve kendine doğru çekti. Birlikte ormanın içinde yürümeye başladılar. Enkiduma, tek başına olsa ve koşsa kesinlikle adamlardan önce köye varabilirdi ancak şimdi yanındaki kızla birlikte emin olamıyordu. En azından hava kararmadan varmış oluruz diye düşündü. Sonra aklına gün batımında yapılacak tören geldi. Kahin, ondan temiz olmasını istemişti ama Enkiduma'nın her tarafı çamur ve hayvan dışkısı ile kaplıydı. Bu sefer gerçekten sinirlendirecekti onu ve o kızdığında karşısında olmaktan nefret ediyordu. Fazla laf etmezdi ama suskunluğu her zaman çok şey anlatırdı. Bakışları Enkiduma'nın içine işler ve kalbinin bir şekilde yavaşlamasını sağlardı. Enkiduma, böyle anlardan nefret ederdi.

"Daha hızlı gidebilir misin?" diye sordu kıza. Enkiduma'nın gözleri kızın anlamsız bakışları ile kesişti. "Aridne. Evet ismin buydu. Aridne." dedi Enkiduma. Olduğu yerde, koşarmış gibi yaptı, kollarını ve bacaklarını hareket ettirdi. Kız gülümsedi. Kafasını anladığını belli edecek şekilde aşağı ve yukarı salladı. Enkiduma, artık çok daha hızlı adımlarla, neredeyse koşarak ormanın derinliklerinde ilerlemeye başladı. Aridne, hiç oyalanmadan tam arkasından geliyordu. Enkiduma kızın onunla karşılaşıncaya kadar ne kadar yürütüldüğünü tahmin bile edemezdi. Yorgun olmalıydı, buna rağmen araları fazla açılmıyor, kız Enkiduma'ya ayak uyduruyordu. Diz boyu çalıların arasından, ağaçların bir sağından bir solundan geçerek ilerliyorlardı. Genç adam beline bağladığı deri su matarasını yokladı. İçerisinde çok az su kalmıştı. Kızın suya ihtiyacı olup olmadığını merak etti. Önce yavaşladı, sonra olduğu yerde durdu. Az sonra kız hemen yanında belirdi. Enkiduma, matarayı belinden çıkardı. Çok az suyu eline boşalttı ve içermiş gibi yaptı. Elindeki su ile dudaklarını ıslattı. Matarayı Aridne'ye uzattı. Aridne, önce mataranın ağzını kokladı, mataradan bir yudum aldı. Sonrasında tek bir dikişte, ağzının kenarlarından suları saçarak mataranın içindeki suyu bitirdi.

"Daha yolumuz vardı. Keşke hepsini bitirmeseydin." dedi Enkiduma. Kız anlamsız gözlerle ona baktı ve gülümsedi. Altın rengi saçları ve deniz rengi gözleri ile gülümseme birleştiğinde, insanın içindeki tüm karanlık noktaları dolduran bir ışığa dönüşüyordu. Enkiduma bir şey söyleyemedi, düşündü. Aklına, köyün hemen yanından geçen nehirin kollarından birinin ormanın içinde ufak bir yol oluşturduğu bölge geldi. Yolu biraz uzatacaklardı ama biraz daha suya ihtiyaçları olacağı kesindi. 

"Bu taraftan, beni takip et." dedi kıza ve bulundukları yerden batıya doğru dönerek koşar adım gitmeye başladı. Enkiduma, arada sırada kafasını kaldırıp gökyüzüne bakıyor. Ağaç dallarının izin verdiği kadar güneşi görmeye çalışıyordu. Güneş ışıklarının etkisi azalmaya başlamış ve artık tam tepelerinden değil, gittikleri yönden onlara doğru geliyordu. Hava kararmadan köye ulaşmak için hala biraz zamanları vardı.

Enkiduma, bir süre daha koştuktan sonra durdu. Etrafına bakındı. Hemen önünde, ormanın diğer bölgelerinden biraz daha açık yeşil olan kısma baktı.

"İşte geldik." dedi.

Yeşil olan alana doğru yürüdü. Tam önünden akan suyu gördü ve gülümsedi. Bir adım atarak aşağı indi. Elini uzattı ve kızın inmesine yardımcı oldu. Enkiduma, dizlerinin üzerine çöktü. Önce buz gibi akan su ile yüzünü yıkadı, ardından bir miktar su içti. Aridne'de tam yanında aynı şeyleri yapıyordu. Genç adam yüzünü, ellerini ve kollarının bir kısmını tamamen pislikten arındırmayı başarmıştı. Kahin'in temizden kastı bundan fazlasıydı ama idare etmesi gerekecekti artık. Aridne küçük su akıntısının yanında oturmuş dikkatlice yukarı bakıyordu. Enkiduma kızın gözlerinin kilitlendiği yöne baktı. Büyük bir ağacın sağa ve sola açılmış iki büyük dalında iki baykuş oturuyordu. Enkiduma, kendisine tanıdık gelen bir görüntü ile karşılaşmıştı. Kahin'in evinde bir kil tablete işlenmiş bir süs, bir tasvir. Hatırlamaya çalıştı.

"Kanatlı Ölüm Tanrıçası Lilith." dedi. Evet, kesinlikle o tasvire benziyordu. Ayakta duran, kanatları iki yana açık ve elinde bir takım semboller olan bir figür. Figürün iki yanında ona muhafızlık eden iki büyük baykuş. Ağaç, kil tabletin gerçeğe dönüşmüş hali gibiydi. Sadece o tablette, Lilith'in boş göz çukurları baykuşların bakışlarına benziyordu ve bu ağaçta göze benzeyen hiç bir şey yoktu. İki baykuş ağaca tünemiş duruyorlardı. İnsanların böyle yerlere girmek istememelerinin bir sebebi de bu tarz benzetmeler yapıyor olmalarıydı. Rüzgarın sesini "pazuzu"ya, ağacın görüntüsünü bir tanrıya veya kötü ruhlara benzetip ormandan uzak duruyorlardı. Köydekiler bu manzara ile karşılaşsalar, yolunu şaşıranları pençeleriyle parçalamak için sessiz baykuşlarıyla beraber bekleyen Kanatlı Ölüm Tanrıçası Lilith'i gördüklerini anlatırlardı. Enkiduma, ormana girdiği ilk günden beri, değişik şeyler görüyordu ama bunların hiç biri iyi yada kötü bir tanrı değildi, geçmiş zamanın veya bugünün hayaletleri değildi. Sadece doğanın bir parçasıydı gördükleri.

"Korkma." dedi kıza, söylediği şeyleri anlayacağını düşünerek. Kollarını gösterdi ve ardından elini bıçağına attı. Kıza güvende olduğunu anlatabilmek istiyordu. Aridne, iki kuşu göstererek kendi dilinde bir şeyler söyledi. Bu sefer anlamama sırası Enkiduma'daydı. Kızın suratına baktı ve ne kadar farklı olduğunu düşündü.

"Hadi gel, yola çıkma zamanı. Hava kararmadan köye ulaşmalıyız." Matarasını önlerinden akan suya daldırdı ve sonuna kadar dolduğundan emin oldu. Kızın koluna dokundu. Kafasıyla gideceği yönü işaret etti ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Aridne, vakit kaybetmeden peşine takılmıştı bile.

Aridne'nin hızlı nefes alış verişlerinin eşliğinde Enkiduma hiç durmadan yoluna devam ediyordu. Köye yaklaşırlarken, kızında artık dayanma gücünün sonuna geldiğini hissedebiliyordu. Ağaçlar azalmaya, gök yüzü daha fazla görünür olmaya başlamıştı. Enkiduma, kafasını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Güneş, tamamen ortadan kaybolmuş, mavi gök lacivert ile siyah arası bir renge dönmüştü. Ay, gökyüzünde yavaş yavaş yükseliyordu.

Enkiduma, durdu. Aridne de peşinden. Etrafa bakındılar, Enkiduma dinlemeye başladı. Aridne'nin nefes alıp verişi sessizliği bozuyordu. Çok geçmeden ormanın sonundan gelen sesler kızın nefes sesini bastırmaya başladı. Önce kuşların ağaçları gagalamasına benzer sesler duydular. Sesler yaklaştıkça gagalama sesi yerini, yürüyen atların ayak seslerine bıraktı. Bir süre sonra gelen seslerin temposuda değişti.

"Tören başlıyor. Geç kaldık."

Kahin'in evi ile orman arasında bütün köy toplanmıştı. Kutsal ağaç ve sunağa giden yol üzerine kilden yapılma küçük yağ lambaları bırakılmış, köy ile ağaç arası aydınlatılmıştı. Köyün erkekleri ellerine meşaleler almış, meydanı gündüze çevirmişlerdi. Köyün neredeyse tamamı tören alanındaydı. Orada olmayanlarda sırayla gelmeye başlamıştı.

Yolun ortasında bir koyun yavaş yavaş, kutsal ağaca doğru çekiliyordu. Hemen arkalarında bir grup genç, meşe ağacından yapılmış ve üzeri tabaklanmış keçi derisi ile kaplı trampetlere ellerindeki çubuklarla vuruyorlardı. Çubuklar belli bir düzen ve ritm ile keçi derisinin üzerine iniyor, sesler ahenkle insanların kulaklarına ve gökyüzüne ulaşıyordu.

Enkiduma, tüm olan biteni izleyebilecekleri ama diğerleri tarafından görülemeyeceklerini düşündüğü bir noktada durmuştu. Aridne, çalıların arasından şaşkınlıkla olan biteni izliyordu. Enkiduma, Aridne'ye baktı.

"Kimseye görünmeden eve geçemeyiz. " dedi. "En iyisi sen burada bekle. Ben ayine katılmak zorundayım. Kahine yardım etmem gerekiyor."

Aridne, Enkiduma'nın söylediklerini dinliyor gibi gözüküyordu. Enkiduma, kızın hiç bir şey anlamadığını tekrar hatırladı. Elleri ve kollarıyla anlatmaya çalıştı. Ellerini bir kaç kez yere vurdu. Sağ eliyle Aridne'ye dokundu, sol eliyle tekrar yere dokundu. Sonra kendisini gösterdi ve ayin alanını gösterdi. "Oraya gitmek zorundayım. Sen, tören bitene kadar beni bekle. Sonra seni gelip alacağım." Enkiduma çalıların içerisinde bir kaç adım attı. Kızda onunla birlikte ilerledi.
"Hayır, hayır." dedi Enkiduma. "Sen burada beni bekleyeceksin." Kız, gitme demek istediğini belli etmek için Enkiduma'nın kolunu tuttu. Kafasını iki yana salladı.
"Gitmek zorundayım. Ayinde Kahin'in yanında olmak zorundayım."
Enkiduma, yine elleriyle anlatmaya çalıştı. "Burada beni bekle, ortalık sakinleştiğinde gelip seni alacağım." dedi. Kızı orada bıraktı ve ağaçların arasından, yolu tam karşıdan görecek bir noktadan, kalabalığın arasına sessizce karıştı.

Kalabalık, kayın ağacının hemen yanındaki alanda büyük bir daire oluşturmuş, ellerindeki meşaleler ile bekliyordu. Yolun iki yanına yerleştirilmiş yağ lambaları insan topluluğunun içine kadar geliyordu. İnsanların tam ortasına, dairenin merkezine, iki insan boyutunda bir ağaç gövdesi yerleştirilmişti. Ayinin başlamadan bir kişi gelir ve ağaç gövdesinde, her biri göğün katlarını temsil edecek olan, aşağıdan yukarı doğru yedi oyuk açılmıştı. Enkiduma, daha çocukken oyukları açmaya gönüllü olurdu. Her oyuğu kendisine basamak olarak kullanır, açtığı oyuğa ayağı ile basar ve bir sonrakini açardı. Böylece ağacın üst noktalarına kadar tırmanabilirdi. Biraz daha büyüdükten sonra, bıçak ve balta kullanmaktaki mahareti sayesinde Kahin için en güvenilir kurban parçalayıcısı olmuştu. Bu akşam ki, ayinde de görevini yerine getirecekti.

Koyunu kalabalığın ortasına çeken kişi, baş tutan, artık iyice zorlanmaya başlamıştı. Trampetlerin ritmi giderek artıyor, kalabalıktan yükselen uğultu hayvanı ürkütüyordu. Kurban edilecek koyun sonunda insandan oluşan dairenin ortasına, ağaç gövdesinin yanına geldiğinde baş tutan onu gövdeye bağladı. Trampet çalan gençler, kalabalığın hemen önüne, belli aralıklarla tam bir daire olacak şekilde yerleştiler. Son olarak Kahin dairenin içine girdi. Elinde meşale olan bir adam Kahin'in yanına geldi. Kahin, elinde tuttuğu bir çubuk tütsüyü ateşe değdirdi. Çubuktan dumanlar ile birlikte büyülü bir koku etrafı sardı. Kahin, daire şeklindeki trampetçilerin yanına tek tek uğradı ve tüten dumandan hepsinin üzerine üfledi. Üzerine duman üflenen trampetçi, kendinden geçiyor, trampetine daha sert ve daha ritmik bir şekilde vurmaya başlıyordu. Kahin, son trampetçinin üzerine de dumanı bıraktıktan sonra, sesler göğü yırtacak bir yüksekliğe ulaşıyor, vuruşlar dört nala koşan vahşi bir at sürüsünü andırıyordu.

Kahin, kurbanlık koyunun yanına döndüğü sırada Enkiduma ile göz göze geldi. Enkiduma'ya baktı, baştan aşağı süzdü. Genç adam bütün vücudunun titrediğini hissedebiliyordu. Kahin'in bakışları Enkiduma'nın sadece dışına değil, aynı zamanda içine de işliyordu. Kahin, fazla oyalanmadan koyunun yanına yürüdü.

"Göğün ve yerin tanrıları diz çöker önünde,
Sümer'in halkı ve yaşayan yaratıkları,
Geçit yapar önünde
Tatlı ala davulu çalınır önünde
Göğün büyük hanımına selam deriz"

Kahin, tören için sözlerini bitirir bitirmez, orada bulunan herkes "Ay o" diye bağırdı hep bir ağızdan. Sesleri göğü yaran bir şimşek gibi çıktı. Kahin, elindeki tütsünün dumanının kurbana ulaşması için, boşta olan elini koyuna doğru sallıyordu. Kurbanın etrafında bir kaç tur döndükten sonra Enkiduma kalabalığın içinden çıktı ve kurbanın yanına geçti. Hayvanın kafasını tuttu ve iki büyük taşın üzerine yatırdı. Kahin, Enkiduma'nın yanına eğildi. Belinden bıçağını çıkardı ve havaya kaldırdı. Kalabalıktan tekrar bir uğultu yükseldi. Kahin, bıçağını hayvanın boğazına dayadı. Tek hamle ile şah damarını ve boynunu kesti. Enkiduma çırpınan hayvanı zapt etmek için tüm gücüyle bastırdı. Hayvanın kanları iki taşın arasındaki oyuktan süzülmeye başladı. Kalabalıktan bir kişi elindeki çanağı oyuğun ucuna yerleştirdi. Süzülen kanlar yavaş yavaş çanağa dolmaya başladı. Yeterli miktarda dolduktan sonra Kahin çanağı aldı ve ayağa kalktı. Belinden çıkardığı yapraklı bir dalı kanlı çanağa daldırdı. Ardından etrafındaki dairenin içinde gezmeye başladı. Elindeki yapraklı dalı kanlı çanağa daldırıp çıkarıyor sonra da insanların üzerine serpecek şekilde sallıyordu.

Enkiduma, hayvanın kıpırdamadığından emin olduktan sonra Kahin'in bıçağı ile kurbanı tam ortasından ikiye kesmeye başladı. Deri ikiye ayrılmaya başladıktan sonra karnında bir yarık açtı ve ilk olarak karaciğeri dışarı çıkardı. Karaciğer özel olarak ayrılmalıydı çünkü daha sonra Kahin onun aracılığıyla kehanetlerde bulunabiliyordu. Enkiduma, karaciğerden sonra hayvanı ortadan ikiye ayırma işlemine devam etti. Kurbanın sağ tarafı tamamen tanrılara armağan edilmeliydi. İki taraf birbirinden yeterince ayrıldıktan sonra kemiklere hiç zarar vermeden sağ taraftan yedi parça kesti. Yanına gelen yedi kadın hayvandan birer parça aldılar ve dairenin ortasına dikilmiş olan ağaç gövdesinde açılmış oyuklara birer et bıraktılar. Enkiduma, dikkatlice hayvanı küçük parçalara böldü. Bütün etler bir yerde toplandı ve pişirilmek üzere köyde yakılan ateşe götürüldü.

Kahin, insanların etrafında dolaşmayı bitirmiş. Herkesin üzerine bir miktar kan serpmişti. Son olarak Enkiduma'nın yanına geldi. Elindeki yapraklı dalı kanın içine batırdı. Bir an durdu. Enkiduma'ya baktı. Enkiduma tam konuşacağı sırada kanları suratına attı.

"Biliyorum, açıklayabilirsin." dedi Kahin Enkiduma'ya.
"Evet, açıklayabilirim. Hatta gösterebilirim."

İnsanlar yavaş yavaş ayin alanını terk etmeye başlamıştı.

"Sonra. Önce buradaki işimizi bitirelim."

Enkiduma, en başta ayırdığı karaciğeri Kahin'e uzattı. Kahin, karaciğeri bir bez parçasının içine sardı ve farklı renklerde ipliklerden yapılmış ağzı büzülebilen torbasına koydu. Enkiduma, etrafına bakındı. Artık neredeyse sadece ikisi kalmıştı ayin alanında.

"Sana bir şey göstermem gerek." dedi Kahin'e.
"Misafirlerimiz var." diye karşılık verdi Kahin.
"Nereden bildin?"
"Arkana bak evlat. Şu taraftan geliyorlar."

Enkiduma, oturduğu yerden kalktı ve arkasına döndü. Kendilerine yaklaşmakta olan atlıları gördü. Aridne'yi yanlarından kaçırdığı atlılar. Adamlar ve onların peşi sıra giden köleleri yavaş yavaş yaklaşıyordu. Enkiduma, Aridne'yi bıraktığı ağaçlara doğru baktı. Bir kaç çalı ve bir ağacın dalları kıpırdadı. Yaklaşan atlardan biri şahlandı. Üzerindeki adam güçlükle de olsa atını sakinleştirdi. Atlılar, Kahin ve Enkiduma'nın tam önünde durdular.

"Kalacak yere ihtiyacımız var, ihtiyar." dedi içlerinden bir tanesi.
"İyi bir zamanda geldiniz. Inanna sizi seviyor." diye karşılık verdi Kahin.
"Kalacak yer bulabilir misin bize?"
"Tabii, tabii. Köyde misafirleri ağırlayabileceğimiz yerimiz vardır."

Kahin, adama biraz yaklaştı.

"İnanna sizi kutsasın." dedi ve elindeki yapraklı dalı kanlı tasın içine daldırıp adamın suratına doğru salladı. Adam, kolu ile suratını sildi ve yere tükürdü.
"Bizi kalacağımız yere götür, ihtiyar." dedi. Enkiduma, bir adım ileri attı. Kahin, Enkiduma'nın koluna dokundu.
"Bizi takip edin o zaman." dedi Kahin.
"Ben burada kalıp ortalığı toplasam iyi olur."
"Hayır, sende bizimle geliyorsun genç yardımcım." diye karşı çıktı Kahin.
"Ama benim burada kalmam..."
"Hayır." Bu sefer Kahin'in sesi yükselmişti. Enkiduma başka bir şey söyleyemedi. Arkasını döndü ve ormana baktı. Kahin, köye doğru yürümeye başladı. Enkiduma, onun peşine takıldı. Atlılar beraberlerindeki köleler ile birlikte yaşlı adamı ve genç yardımcısını takip ettiler.












Arka arkaya gelen kurşun geçirmez siyah araçlar sırayla ana binanın büyük kapısı önünde durup yolcularını merdivenlerin hemen önünde indiriyorlardı. Siyah takım elbise giymiş adamlar, araçların kapısından merdivenlerin sonuna kadar inenlere eşlik ediyor, otomatik cam kapıdan içeri girmelerini sağlıyorlar, ardından bir sonraki aracı karşılamak için tekrar merdivenlerin başına iniyorlardı. Cam kapıdan girenler güvenlik kontrolü için bir süre duruyor, ceplerindeki her şeyi ve üzerilerinde bulunan tüm metalleri çıkartıp, kendilerine uzatılan beyaz plastik kutuya koyuyor ve x-ray cihazından geçiyorlardı. Bu kontrol noktası, en son teknoloji ile donatılmış binalar bütününe girişteki güvenlik önlemlerinin ilkiydi.

Giriş kapısı, dört katlı binanın çatısına kadar yükselen altı sütunun tam ortasında yer alan boşluktaydı. Henüz daha girişte sütunların uzunluğu ile hayranlık uyandıran binanın içine geçildiğinde büyük ana salonunun dört kat yukarıda bulunan cam tavanı baş döndürüyordu. Cam tavan ana salonun ve hemen kapının önünde bulunan lobinin günün her saatinde aydınlık kalmasını sağlıyordu. Ana salonun tam ortasında bulunan merdiven ile ofis katlarına çıkılırken, binanın her iki tarafına yerleştirilmiş koltuklar ve cam masalar ile bir bekleme bölümü oluşturulmuştu.

Binanın üst katları ofislere ayrılmıştı. Her bir ofisin önüne yerleştirilmiş çiçekler ve küçük ağaçlar, cam korkuluklar sayesinde rahatça gözüküyordu. Yerden tavana kadar yerleştirilmiş yeşil ve siyah mermerler günün her saati değişen güneş açısı ile farklı ışık oyunları sergiliyordu. Giriş katında bulunan ana salona iki bina arasında kalan açık bir alan hissi verilmişti.

Elindeki çantayı kontrol noktasındaki cihaza bırakan takım elbiseli bir adam, x-ray cihazından geçti ve ana salonun tam ortasına doğru yürüdü. Bir kaç dakika sonra uzun boylu ve iri yarı başka bir adam kontrol noktasına geldi. Ceplerinde bulunanları uzatılan beyaz kutuya bıraktı ve cihazdan geçti. Cihaz ötmeye başladı. Adam özür dilercesine elini kaldırdı ve belindeki silahı görevliye teslim etti. Kontrolden, bu sefer herhangi bir ses çıkmadan geçti. Bıraktıklarını beyaz plastik kutudan, silahını güvenlik görevlisinden aldı. Kendisinden hemen önce giren adamın yanına yürüdü ve ona selam verdi. O sırada başka bir adam güvenlik kontrolünden geçti. Diğer ikisinin yanına gelerek kibarca ellerini sıktı. 

"Patron katılacak mı?" diye sordu gelir gelmez.
"Bilmiyoruz." diye cevap verdi uzun boylu olan adam.
"Bilgiler Şakacı'da. Toplantıyı o talep etti."
"Evet, haklısınız ve her zamanki gibi geç kaldı."

Üç adamda gülümsediği sırada otomatik kapı iki yana açıldı. Lacivert takım elbise içerisine beyaz gömlek giymiş, üzerine takımı ile hemen hemen aynı renk lacivert bir kravat takmış olan Şakacı kapıdan içeri girdi. Kafasının üstünde fazla olmayan saçlarının yan taraflarda kalanları ise her geçen gün daha çok beyazlıyor gibi gözüküyordu. Kapıdan girdikten hemen sonra elini kafasına götürerek, önce rüzgarda dağılmış olan saçlarını, ardından gözlüğünü düzeltti. Kapıda bulunan güvenlik görevlilerine selam verdikten sonra x-ray cihazından geçmeden, çevresinden dolaşarak ana salona girdi. Salonun ortasında duran üç adama yaklaştığında, adımlarını yavaşlattı.

"İsterseniz hemen ofisime geçelim beyler."

Üç adam neredeyse aynı anda kafalarını tamam anlamında salladıktan sonra Şakacı'nın peşi sıra yürümeye başladılar. Şakacı, merdivenlerin yanından arka tarafa geçerek iç avluya açılan kapıya yöneldi. Parmak izini kapının yanındaki sensöre okuttuktan sonra kapı açıldı. Adamlar birbirlerinin peşi sıra kapıdan dışarı çıktı.

İç avlunun, yürüyüş yolları dışında kalan her yeri yeşil çimler ile kaplıydı. Etrafta irili ufaklı süs havuzları, onların etrafında çeşit çeşit renkte çiçekler vardı. Avlunun tam ortasında yer alan büyük havuzdan sular bir kaç kat yükseliyor, şekil değiştiriyor ardından kesiliyordu. Benzerlerine Avrupa'nın büyük şehirlerinde rastlanabilecek su gösterisi bütün ihtişamıyla her beş dakikada bir tekrarlanıyordu. Yeşilliklerin ve süs havuzlarının her iki yanında büyük binalar yükseliyor, onları birbirine bağlayan daha kısa bir bina ile bulundukları yer iç avlu özelliği kazanıyordu.

İç avlunun sağında ve solunda yer alan binalar her geleni etkileyecek mimari yapılardı. Ana binada kullanılan sütunlar burada da kendilerini gösteriyor, yapıldıkları granit ve mermerlerin etkisi ile ışıl ışıl parlıyordu. Sütunların çatı ile birleştiği noktalarda altın rengi süslemeler, çeşitli taş oymaları kullanılmıştı. Binaların hepsinde taş işçiliği göz alıcı derecede muazzamdı.

Şakacı, sağ tarafında kalan binaya yöneldi, adamlarda arkasından. Büyüklüğünden binanın ana kapısı olduğu anlaşılan bölümün önünde durdu ve işaret parmağını kapının yanındaki cihaza uzattı. Bir kaç saniye içinde dijital bir ses ile birlikte yeşil bir ışık belirdi göstergede ve hemen arkasından kapının açıldığını belli eden bir tıklama sesi duyuldu. Şakacı, kapıyı açtı ve adamlara geçmeleri için işaret etti. Üç adam da içeri girdikten sonra Şakacı de binanın içindeydi. Kapı otomatik olarak kapandı ve kilitlendi.

Girdikleri salonun tam ortasında geniş mermer bir merdiven hemen göze çarpıyordu. Üst kattan aşağıya sağ ve sol olmak üzere iki ayrı merdiven dönerek yarım kat aşağıya iniyor ve tam ortada tek bir merdiven olarak giriş katına ulaşıyordu. Şakacı ile birlikte gelen adamlar bu bölüme ilk defa girmişlerdi. Adamlarda iki tanesi etrafı incelerken, iri yarı olan sadece onlara yol gösteren kişiyi takip ediyordu. Merdivenlerin yanından geçtiler ve doğruca asansöre yöneldiler. Asansörün kapılarıda parmak izi taraması ile açıldı. Asansör sessizce dördüncü kata çıktı. Küçük bir bekleme salonunun önünden geçtiler ve bir koridora girdiler. Koridorun iki tarafında da kapılar vardı ancak hiç birisinin üzerinde bir işaret yada isim yoktu. Sadece birbirinin aynısı kapılar. Koridoru yürüyerek geçerlerken iri yarı adam kapıları sayıyordu. Beşinci kapı, koridorun sağı diye işaretledi önünde durdukları kapıyı. Şakacı, bir şifre kombinasyonu ve parmak izi ile kapıyı açtı. Bu sefer kendisi önden girdi ve odanın penceresinin hemen önüne konulmuş olan ahşap masasına oturdu. Adamlar masanın hemen önünde yer alan koltuklara yerleştiler.

"İyi günler beyler. Sizleri bir görev için buraya çağırdığımı herhalde anlamışsınızdır. Bu sefer mümkün olduğunca gizli olmalı ve kimseyi şüphelendirmemeliyiz."

Adamların hepsi anladıklarını belli edecek şekilde kafalarını salladılar.

"Bu operasyonda her türlü desteği size sağlayacağımızdan emin olabilirsiniz."

Aniden çalan telefonun tiz sesi ile Şakacı gözlerini adamlardan ayırıp telefonun ekranına çevirdi. Masasının üzerindeki bilgisayarda bir kaç ışık yanıp sönmeye başladı. Işıklar, karşı tarafın özel olarak şifrelenmiş ve bir kaç yönlendiriciden geçtikten sonra oraya ulaşan bir telefondan aranıldığını gösteriyordu. Bilgisayara bağlı telefonu eline aldı ve açtı.

"Dinliyorum." dedi. Bir süre sessizlik oldu. Telefonun diğer ucundaki konuşmaya devam etti.
"Tamam, anlaşıldı." diye karşılık verdi Şakacı ve telefonu kapattı.
"Patron bir kaç gün içerisinde İtalya'dan dönecek. Bu arada bizim işimizi halletmiş olmamız gerekiyor."

Ahşap masanın çekmecelerinden bir tanesini açtı ve içerisinden üç zarf çıkardı. Zarfları rastgele olarak adamlara dağıttı. Masanın yanındaki bir tuşa bastı ve odanın içerisindeki sinyal bozucuyu aktif hale getirdi.

"Birinci kural beyler, listelerinizde bulunan kişileri kesinlikle öldürmek yok. Mümkünse hiç zarar verilmeden buraya getirilecekler."
"Anlaşıldı." dedi adamlardan bir tanesi.
"Size verdiğim zarflarda isimler dahil tüm bilgiler mevcut. Listedekilerin hepsi aynı yıl dünyaya gelen evlatlıklardır. Bir çoğu normal hayatlarında da problemli tipler. Ortadan kaybolduklarında arayan soran olmayacağını düşünüyoruz. Bir sorunla karşılaşırsanız benimle temasa geçebileceğiniz özel bir hat ayrıca zarfların içerisinde yer alıyor. Bu konu ile ilgili normal iletişim yollarına cevap vermeyeceğimi bilmenizi isterim."
"Peki ya polis?" diye sordu koltukta oturan iri yarı adam.
"Merak etmeyin. Bir aksilik olursa adamlarımız devreye girecektir."

Adamlar ellerindeki zarfları açmaya başladılar. Zarfların içerisinde en ucuzundan birer cep telefonu, isimler, adresler, bir kaç temel bilgi ve hedeflerin birer fotoğrafı vardı.

"Şimdi bunların hepsi evlatlık mı?"
"Evet ve gerçek anne babaları ile ilgili elimizde hiç bilgi yok. Nerede doğmuşlar, nasıl doğmuşlar bilmiyoruz. Hepsi bir kaç günlük iken sokaklarda bulunmuş."
"Patron niye bunları istiyor ki?" diye sordu adamlardan bir tanesi.
"Bilmeniz gerektiği kadarını söyledim." dedi Şakacı. Ses tonu değişmiş, sertleşmişti. "Daha fazla soru soracaksanız görevi başka bir ekibe verebilirim."
"Hayır efendim. Başka sorum yok."
"O zaman operasyon başlamıştır, tam üç gününüz var. Kapının önündeki beyefendi sizlere çıkışa kadar eşlik edecek." dedi Şakacı.

Adamlar ayağa kalktılar ve odadan çıktılar.  "Ona niye şakacı diyorlar ki?" diye sordu bir tanesi. "Belki de hiç şaka yapmadığı içindir." diye cevapladı uzun boylu iri yarı olan.

Şakacı, odasındakiler dışarı çıktıktan sonra bir süre bekledi. Doğru ekipleri görevlendirdiğini düşünüyordu. Bir aksilik olması için hiç bir sebep yoktu. Kolay hedefler, kolay görev. Patronu sinirlendirecek bir olay olmayacağından emindi.

Masasındaki telefona uzandı. Sadece bir tuşa basarak bina içi odalardan bir tanesine bağlandı.
"Odaları ve laboratuvarı hazır hale getirsinler." dedi ve kapattı.

Arka tarafında bulunan kilitli dolabı açtı. İçinden bir bardak ve bir şişe viski çıkardı. Şişeden bir parmak kadar bardağına boşalttı. Tek seferde bardağı içti. Tekrar telefona uzandı. Bilgisayarda bir kaç tuşa bastı. Bilgisayarda bir kaç ışık yanıp söndü. Şifreleme sistemi ve yönlendiriciler çalıştı. Telefon henüz yeni çalmaya başlamıştı ki, karşı taraf telefonu açtı.

"Efendim. Evlatlık Operasyonu başladı." dedi Şakacı ve telefonu kapattı.







"Pek iyi görünmüyorsunuz. Siz hangi odada kalıyorsunuz?"
"413 numaralı oda."
"İsterseniz size yardımcı olayım, odanıza götüreyim."

Cenk, yaptığı hatanın farkına varmış, suratı kızarmıştı.

"Ben değil. Annem ameliyat oldu. Ben refakatçiyim."
"Bu katta olmamanız gerekiyor. Aslında içeri nasıl girebildiğinizi de anlamış değilim. Kapı kilitliydi."
"Şey, ben Mustafa'yı takip ediyordum."
"Bence biraz dinlenmelisiniz. Yorgunluktan olabilir yaşadıklarınız."

Hemşire Merve, koridordan kat sahanlığına çıkan kapıyı açtı ve Cenk'e çıkması için koluyla işaret etti. Cenk, duraksamadan kapıdan çıktı. Merve, cebinden anahtarlarını çıkardı, kapıyı kilitledi.  Ardından kapının tam olarak kapandığından emin olmak için kapıyı bir kaç kez ittirip tekrar kendisine çekti.

"Tamam. Yine kilitli."

Merve ve Cenk birlikte merdivenleri çıktılar. Sahanlığın hemen karşısında bulunan danışma masasının arkası aynı zamanda hemşire odası olarak kullanılıyordu. Merve, odaya yöneldi. Cenk'de koridorun sağ tarafına.

"Birazdan annenizi kontrole gelirim. İsterseniz rahat uyuyabilmeniz için size de bir şeyler getirebilirim." dedi Merve.
"Teşekkür ederim. İlaçlar ile aram pek iyi değildir."
"Siz bilirsiniz."

Cenk, odaya girdi. Annesi yatağında, sırtındaki yastıklar sayesinde biraz daha oturur vaziyete geçmiş, boş gözler ile pencereden dışarı bakıyordu.

"Anne." diye seslendi Cenk. Sabahki durumuna göre daha iyi gözüküyordu.
"Mustafa ameliyat olmuş biliyor muydun?"

Annesi, hiç konuşmadan sadece omuzlarını havaya kaldırdı. Camdan dışarı bakmaya devam ediyor, neredeyse hiç tepki vermiyordu.

"Anne, ben kimim?" diye sordu Cenk ümitsizce. Kadın kafasını oğluna doğru çevirdi. Gözleri oğlunun üzerinde gezdi. Cenk, durumdan hiç hoşlanmamıştı. Tanıdığı kişinin bakışları değildi üzerinde dolaşanlar.
"Cenk" dedi kadın. "Eve gidelim artık."
"Daha değil anne, tam olarak iyileşmen gerek."

Odanın kapısı çalındı, hemen ardından içeri hemşire Merve girdi.

"İyi geceler. Bu akşam nasılız bakalım Serap Hanım?"

Kadın, kafasını çevirdi ve bu sefer de hemşireyi süzdü. Sadece iyi kelimesi çıktı ağzından. Hemşire vakit kaybetmeden makineleri ve serumları kontrol etti.
"Refakatçiniz kim Serap Hanım?"
"Cenk, oğlum."
Hemşire yanında duran Cenk'e döndü. Cenk, annesinin verdiği cevabı onaylarcasına kafasını salladı.
"Her şey normal gözüküyor. Şimdi bir iğne yapacağım ve bütün gece bebek gibi uyuyacaksınız."
"Şey, yaşadıklarımız normal mi? Bazen beni tanımıyor bile." diye araya girdi Cenk.
"Geçirdiği ameliyattan sonra çok normal." dedi hemşire. "Size de yardım teklifim hala geçerli."
"Teşekkür ederim, Merve Hanım. İlaç almaktansa bir kahveyi tercih ederim."
"Otomat kahvesinden sıkıldıysanız eğer, hemşire odasında güzel kahvemiz var. Bir bardak ikram edebilirim Cenk Bey."
"Teşekkür ederim.  Annem uykuya daldıktan sonra uğrayıp, bir bardak alabilirim."
"Rica ederim, bende diğer odaları kontrol edeceğim."

Hemşire tekrar yatağında oturan kadına döndü ve yüksek sesle "İyi geceler Serap Hanım." dedi. O, odadan çıktıktan sonra Cenk, annesini yatar pozisyona getirdi. Yanı başındaki koltuğa oturdu.
"Anne, ben senin çocuğunum değil mi? Beni sen doğurdun."
Annesi boş gözlerle Cenk'in suratına baktı. Ardından gülümsedi.
"Tabii benim çocuğumsun. Küçücük bir bebektin, seni o ulu ağacın altında bulduğumuzda."
"Anne." dedi tekrardan Cenk. Kadının gözleri yavaş yavaş kapanıyor, dudakları kıpırdıyor ama ses çıkmıyordu. "Anne." diye seslendi tekrar ama kadın uykuya dalmıştı bile. Cenk bir süre daha yanında bekledi. Derin uykuya daldığından emin olduktan sonra odadan çıktı. Koridorda bir ileri bir geri yürümeye başladı. Daha önce katta gördüğü bir kaç refakatçiye selam verdi. Danışma masasının önüne geldiğinde hemşire Merve'nin kahve teklifini düşündü. İçeri girip girmemekte kararsız kaldı. Bir adım daha masanın yanına attı, sonra vazgeçti ve koridorda yürümeye devam etti. Odalardan bir tanesinin kapısı açıldı. Hemşire ile göz göze geldiler.
"Kahve teklifim hala geçerli." dedi Merve.
"Peki, o zaman bir kahve içerim."

Birlikte hemşire odasına yürüdüler. Kapıdan içeri önce Merve ardından Cenk girdi. İçeride oturan diğer hemşireler Merve'ye selam verdiler. Ardından giren Cenk'i gördüler.
"İyi nöbetler." dedi Cenk.
"Bu 413 numara Serap Hanım'ın refakatçisi Cenk Bey." dedi Merve.
"Evet. Daha önce görmüştük." diye karşılık verdi hemşirelerden bir tanesi.
"Ne içersiniz? Türk kahvesi, nescafe?"
"Zahmet olmazsa bir türk kahvesi alayım."
"Tabii."

Cenk, hemşirelerin hınzırca gülümsediğini gördü. Sonra sessizce kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladılar. Cenk, odada kendini rahatsız hissetmişti.

"Kahveler hazır." dedi Merve hemşire.
"Şey, teşekkür ederim. Ben dışarıda içebilirim."
"Siz bilirsiniz. Dışarıda içebiliriz. Arkadaşlar, ben kontrolleri yaptım, bir kahve içip geliyorum."

Oda da oturan diğer hemşireler Merve'ye gülümseyip, el salladılar. Cenk ve Merve kahvelerini alıp odadan çıktılar. Merve asansörü çağırdı.

"Normalde binmem ama." dedi Cenk.
"Elimizde kahve ile dört kat inmekten iyidir." diye karşılık verdi Merve.

Birlikte giriş katına indiler ve binanın dışına çıktılar. Kapı önündeki banka oturdular. Cenk, diğer bankta oturan yaşlı adamı son anda fark etti.
"İyi akşamlar, Bakay Bey."
"İyi akşamlar, Cenk evladım."
"Herkesi tanımaya başlamışsınız." dedi Merve.
"Evet, burada ne kadar çok kalırsan, o kadar çok kişi tanıyorsun sanırım."
"Öyledir. Uzun zaman burada olanlar bir aile gibi olurlar. Buradakilerin sorunlarını en iyi yine buradakiler anlar."
"Doğru dediniz."

Birlikte kahvelerini yudumladılar. Bakay Bey, oturduğu yerden kalktı ve gençlerin yanına geldi.
"Kahvenizi bitirin de sizlere fal bakayım."

Merve, sesli bir kahkaha attı. "Siz fal da mı bakıyorsunuz?"
"Niye güldünüz? Olmayacak bir şey mi?"
"Yok, ondan değil. Beklemiyordum sadece." Merve, güldüğü için biraz utanmıştı. Cenk, Merve'nin koyu kızıl kısa saçları ile aynı renge dönen yüzüne baktı. Cenk'de şaşırmıştı ama belli etmemeye çalışıyordu.
"Tabii, Bakay Bey. Benim falıma bakabilirsiniz."
"O zaman bende isterim." dedi Merve.

Bakay Bey gülümsedi. "Benim babamda değişik fallar bakardı. Onun babası da bakarmış. Hatta ona başka köylerden bir şeyler dilemeye gelirlermiş. Yağmur yağması için dua etmesini isterlermiş, farklı işler için büyü yapmasını isteyenler bile olurmuş. Nesilden nesile aktarılan bir şey herhalde."
"Olabilir" dedi Merve.

Sessizce kahvelerini içtiler. Merve ve Cenk arada sırada göz göze geliyorlar ve birbirlerine gülümsüyorlardı. Yaşlı bir adamdan fal dinlemek ilginç olacaktı. Kahvesini ilk olarak Merve bitirdi. Fincanı elinde biraz çevirdikten sonra tabağını üzerine kapadı ve ters çevirdi.
"Önce ben o zaman." dedi.
"Pekala. Soğusun da bir göz atalım falına."

Cenk'de kahvesinden son yudumu aldı ve fincanını kapattı. Bakay Bey, Cenk'e baktı.

"Kaç yaşındasın evlat?"
"Yirmi sekiz." diye yanıtladı Cenk.
"Evet. Bundan tam yirmi sekiz sene önce ilk beyin tümörü teşhisim konulmuştu. O zamanlar daha gençtim tabii. Babam bana Çanakkale Savaşı ile ilgili hikayeler anlatırdı. Orada tanıdığı genç bir adamı ve onun yaptıklarını anlatırdı. Bana inanılmaz gelirdi. Babamın biraz abarttığını düşünürdüm. Ama şimdi hep gerçekleri anlattığını biliyorum. Beni hazırladığını biliyorum."

Bakay Bey konuşmayı bıraktı ve gökyüzüne baktı. Gözleri dalmış, kafası çok uzaklara gitmiş gibiydi. Merve Cenk'e fısıldadı.
"Ameliyat olanlarda normal bir durum, görüyorsun işte."

Cenk, anladığını belli edecek şekilde kafasını salladı.

"İlk kimin falına bakıyorduk?" diye aniden söze başladı Bakay Bey.
"Benim." Merve, hızlı bir hareketle kahvesini uzattı. Bakay Bey, fincanı aldı, içinde kalan kısmı dikkatlice tabağa süzdü. Tek kaşını kaldırdı ve bardağın içine baktı.
"Sıkılmışsın." dedi. "Ama merak etme hayatın değişmek üzere."
"İyi yönde mi, kötü mü?" diye araya girdi Merve.
"Yaşayacaklarını nasıl karşılayacağına bağlı. Her fırtınanın arkasından mutlaka güneş çıkar. Kararlar vermek zorunda kalacaksın. Sana tavsiyem bu kararları verirken dikkat et. Açıkça görebildiklerin her zaman doğru seçenek olmayabilir."

Bakay Bey kahveyi kapatıp Merve'ye uzattı.

"Bu kadar mıydı?"
"Söylenmesi gerekeni söyledim. Şimdi sıra sende genç adam."

Cenk, kahvesini uzattı. Bakay Bey, ritüelini tekrarladı ve tek kaşını kaldırdı.

"Sen kendini arıyorsun evlat ve zor zamanlarda kendini bulmak daha kolaydır. Büyük kara bir bulut yaklaşıyor, bunu tehlike olarak yorumlayabiliriz. Bence çok önemli değil, önemli olan kim olduğunu bulman, kim olduğunu anlaman."

Cenk ağzı açık vaziyette dinliyordu. Daha bir kaç saat önce, gördüğünü sandığı bir çocuğun peşinden giderken duyduğu sözlere ne kadar da benziyordu. Tehlike yaklaşıyor demişti o da, anneni bul, kim olduğunu bul. Cenk sıkılmaya başlamıştı.

"Tamam. Bence bu kadar yeter. Anneni bul da diyecek misin?"

Bakay Bey'in suratında bir gülümseme oluştu.

"Tam babamın bana anlattığı gibisin. Hiç değişmiyorsun."
"Babanız mı? Babanız benden mi bahsetti? Kusura bakmayın Bakay Bey ama sizinle bile daha yeni tanıştık. Babanızı tanıdığımı hiç sanmıyorum."

Bakay Bey'in gülümsemesi büyüdü. Merve, elini Cenk'in omzuna koydu. "Tümör" diye fısıldadı kulağına doğru.  "Şaka gibi." dedi Cenk.

"Kadere inanır mısın evlat? Kaderinden kaçabileceğine inanır mısın?"
"Gerçekçi bir insanımdır. O tarz şeylere inanmam."
"Mezopotamya'da binlerce yıldır anlatılan bir hikaye biliyorum. Bu hikayenin o kadar çok versiyonu vardır ki, belki birini duymuşsundur bile."

Cenk'in bir şey söylemesine fırsat vermeden Bakay Bey, anlatmaya başladı.

"Bundan yıllar yıllar önce Bağdat'ta çok zengin bir tüccar yaşarmış. Bir gün arkadaşlarına ziyafet vermeye karar vermiş. En güvendiği ve en sevdiği yardımcısına çarşıya gitmesini, ziyafet için gerekli malzemeleri almasını istemiş. Yardımcısı çarşıya gitmiş. Daha henüz hiç bir şey almamışken içini bir korku kaplamış, ayakları titremiş, soğuğu içinde hissetmiş. Arkasını dönmüş ve yolun karşısında kendisine dikkatlice bakan Ölüm'ü görmüş. Yardımcı, Ölüm'ün kendisi için geldiğini anlamış ve hiç bir şey almadan kaçmış. Tüccar'ın yanına gitmiş. Tüccar, neden alışveriş yapmadığını sormuş. Yardımcısı olanları anlatmış. Artık orada kalamayacağını, ona bir at verirse Semerkant'a gideceğini ve bir arkadaşının evinde saklanacağını söylemiş. Tüccar isteğini kabul etmiş ve elindeki en hızlı atı yardımcısına vermiş. Yardımcısı ata atlayıp Semerkant'a sürmüş. Tüccar en iyi yardımcısını kaybettiği için sinirlenmiş ve çarşıya gitmiş. Çarşı'da bir dükkanın gölgesinde öylece dikilen Ölüm'ü bulmuş. 'Senden bir söz duymak istiyorum.' demiş.  Ölüm, tüccara dönmüş ve insanın içini titreten bir soğuklukla 'Benden ne istiyorsun ölümlü?' demiş. 'Neden yardımcı mı korkuttun? Neden onu kaçırdın? Buna hakkın yok.'
'Aslında korkutmak istememiştim. Sadece onu burada görünce şaşırdım.'
'Şaşırdın mı? Neden?'
'Çünkü onu Bağdat'ta görmeyi beklemiyordum. Onunla bu gece Semerkant'ta arkadaşının evinde buluşmamız gerekiyordu.'" *

"İşte böyle evlat. Kaderinden kaçamazsın. Kim olduğunu anladığında doğruca o kara bulutların üzerine, kaderine süreceksin atını."

*Idries Shah - Tales Of Dervishes kitabında hikayenin bir versiyonunu bulabilirsiniz.
*W. Somerset Maugham tarafından 1933 yılında tekrar düzenlenmiş bir versiyonu vardır.